- 1438 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
DÜMBELEK GELDİ Mİ ?
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
DÜMBELEK GELDİ Mİ ?
Cebrullah Abi ile beraber son bir yıldır müzikle ilgileniyorduk. Müzik bizim için bir hayat felsefesi oldu. Müzikle ilgilendikçe toplum bizi, daha aydın ve bir hüner sahibi olarak görüyordu. Şarkıları, türküleri, arabeskleri, caz ve rock parçalarının sözlerini ezberleyip, kahvelerde ara sıra bedava konser veriyorduk. Herkes bizi birşeyler biliyor zannedip hayranlıkla izliyorlardı. Yani senin anlayacağın havamızdan geçilmiyordu.
Sabah kalktığımızda besmeleden sonra hemen bir türkü tutturup, sesimi ayarlıyordum. Bir yaz günü sabah güneş doğar doğmaz uyanmıştım. Rüyâmda mırıldandığım “Karlı dağlar karın almış kar ile” türküsünü sol elimi sol kulağıma dayayıp, avazım çıktığı kadar bağırarak söylüyordum. Kendimi bu türkünün havasına ve etkisine öyle bir kaptırmıştım ki, kapı zilinin acı acı çaldığını neden sonra işitebildim. “Sabahın köründe kim bu edepsiz?” diyerek kapıyı açtım. Komşu Bayan Becker ile Bay knoblauch, yüzleri gerilmiş olarak kapının önünde telaşla bakıyorlardı. “Ne var?” der gibi onlara baktım. Bayan Becker;
“Merhaba Komşum. Evde kavga filan mı var?”
“Bunu da nereden çıkardınız?” diye çıkıştım. Bay Knoblauch;
“İmdat ister gibi ağlayan bir ses işittik de...”
“Ne zaman?
“Ne zamanı var mı Bay Komşum! Biraz önce yılan elinde kalmış gibi birisi yardım istiyordu. Yoksa hanımınız sizi mi pataklıyordu?” der demez kafamın tası attı.
“Yahu Bayan Becker, Bay Knoblauch, müzikle ilgileniyorum. Bu sabah sesimi ayarlamak için bir Anadolu türküsü söylüyordum. Duyduğunuz ses odur,” deyince; Bayan Becker, ünü boydan güldü.
“Ah komşum! Biz de seni hanımından dayak yiyor zannettik. Hatta Bayan Hutmacher, polise telefon edip, adam öldürüyorlar diye haber verecekti. Hemen gidip onu bilgilendireyim” deyip gülerek merdivenlerden aşağıya indi.
O gün kahvede Cebrullah Abi ile buluştuk. Sabahleyin yaşadığım bu olayı masada bulunanlara anlatınca; hepsi göbeklerini hoplata hoplata güldüler. Kahvecinin yeni yamağı da bizi dinlemişti. O da kasıla kasıla güldü. Çayları yenilerken;
“Abi! Siz türkü söylerken bir de bizim dümbelek olsaymış, vallahi tam konser olacakmış” dedi. Dümbelek lafını duyduk ya, Cebrullah Abi ile ben hemen dikkat kesildik. Biz sadece müziğe, şarkılara, makamlara, sanatçılara değil müzik aletlerine de ilgi duyuyorduk. Cebrullah Abinin çayını sunan kahveci yamağı;
“Dümbelek orada olsaydı, ne ses getirirdi... O zaman polisi değil; Bayan Hutmacher, kesinlikle Allah sizi inandırsın Alman Savunma Bakanlığı!nı arardı..”
Masada oturanlar bu cevap karşısında gözlerinden yaşlar gelecek şekilde güldüler. Onlar gülerken Cebrullah Abi ile hiç gülmedik. Bizim aklımızı dümbelek ilgilendiriyordu. Acaba nasıl bir müzik aletiydi bu dümbelek. Adeta boğazım kurumuştu sesim çıkmıyordu. Bütün medeni cesaretimi toplayarak;
“Bu dümbeleği buraya getirmeniz mümkün mü? Bizim çok ilgimizi çekiyor da” diyebildim. Çay ocağına doğru kahveci yamağı giderken;
“Sormam lazım! Yarın telefon edip sorarım” derken elindeki çay tepsisini havada evire çevire salladı. Acaba nasıl bir müzik aleti diye derin düşüncelere dalmıştım. Bir müddet sonra oradan Cebrullah Abi ile ayrılıp Clara Schumann Müzik okuluna gittik. Orada haftaya olacak olan Macar Rapsodileri konseri için bilet aldık. Artık klasik Batı Müziğine de duyarsız kalamazdık. Batı Müziği ile ilgilenirken Sultan Abdülaziz bile Gondol Şarkısı adı altında valsler bestelemişmiş. Hatta Padişah, Richard Wagner’e, eserlerini icra edebilsin diye müzik salonunun yapımında para yardımı dahi etmiş.
Bir ara klarnete merak sardık. Çocukluğunda zurna çaldığını söyleyen Cebrullah Abi, klarneti rahat çalabileceğini söylemişti. Bu müzik aletini almadan önce kendisini dünyaca ünlü klarnet ustası Mustafa Kandıralı gibi sanıyordu. Balkanlarda kullanılan türde bir klarnet bulduk. Paralarımızı birleştirip hemen aldık. Cebrullah Abi, klarneti bir üfledi, iki üfledi “Zaaart zuuurt!” diye sesler çıkardı ama olmadı. Klarnet hevesimizde böylece sönüp gitti.
Bir sonbahar ayında Amerikan müziklerine ilgi duyduk. Özellikle de bateri ilgimizi çekiyordu. Ünlü rockcular gibi giyinip, meşhur bateristler gibi yürüyüp konuşmaya başladık. Harıl harıl bateri arıyorduk. Bateri bizim klarnet gibi küçük bir müzik aleti değildi. Onu koymak için büyük bir yer lazımdı. Hatta onu çalabilmek için bir depo veya boş bir araba garajı bulmamız gerekiyordu. Kuzey Mezarlığı’na yakın bir yerde bir araba garajı bulduk. Aylık 100 Euro kira karşılığında bu garajı tuttuk. Gazete ilanlarına bakarak onbeş yıl önce ölmüş bir hobi bateristin aletlerini aldık. Biraz küflenmiş ve yıpranmıştı. Küf pas çıkarıcı kimyasal malzemelerle temizledik. Yırtık yerlere parçalar yapıştırarak tamir ettik.
Clara Schumann Müzik Okulu’ndan bir öğrencinin yardımıyla kiraladığımız garaja bateriyi kurduk. Yüksek Müzik Okulu öğrencisi bateriyi kurduktan sonra bir kaç parça çalarak bize gösterdi. Büyük, orta ve küçük davullar ve ziller olarak dokuz on alet üst üste, yan yana dizilmişti. Delikanlı bateriyi çalarken, elleri, kolları, ayakları, kafası, bütün vücudu adeta sağa sola rüzgâr önündeki yaprak gibi sallanıyordu. Elleri ile orta davula vururken, ayaklarıyla büyük davulu tokmaklıyordu. Zillere nasıl vurduğunu bir türlü gözle takip edemiyorduk. Konseri biten delikanlı tokmakları Cebrullah Abinin eline tutuşturduktan sonra; “Haydi kolay gelsin!” dedikten sonra çekip gitti.
O gittikten sonra Cebrullah Abi besmele çekerek; büyük bir baterist gibi yerine oturdu. Bir sağa, bir sola poz verdi ve daha sonrada elindeki tokmaklarla vurdu, olmadı. “Biraz kurs almam lazım!” deyip, evlerimize gittik. On gün sonra bir usta bulduk. Ondan bir ay kadar ders aldık. Cebrullah Abi, bateriyi usulünce tıngırtamayınca; suçu, ayağındaki romatizmaya, omuzlarındaki kireçlenmeye attı. Bateri zevkini de erkenden toprağa gömdük. “En iyisi biz dümbelekte kalalım!” deyip, kendimizi teselli ettik. Garajın kirasını beş ay daha ödedik. Aldığımız bateriyi tam çöpe atacakken, öldüm pahasına sattık.
Kahveci yamağını her gün en az üç defa telefonla arayıp, “Dümbelek ne zaman gelecek?” diye soruyorduk. Bu gün öğle üzeri kahveci yamağından telefon geldi. Dümbelek saat ikide kahvede olacakmış. Sevinçten uçuyorduk. Sakal traşı dahi olmadan Cebrullah Abi ile buluşup kahvenin yolunu tuttuk. Randevu saatinden yarım saat önce kahveye vardık. Görünür bir yerde ve masaların üzerinde her hangi bir müzik aleti veya çantası yoktu. Kahveci yamağı yanımıza gelerek gülümseyen gözlerle bizi selamladı. İki demli çay getirip sundu. Sabırsızlanıyorduk. Can sıkıntısından çay kaşıklarını sıkıca tutarak; Tuzcuoğlunun develeri geçiyormuş gibi çay bardaklarının şekerini karıştırdık. Bütün müşteriler kendi eksenleri etrafında yüzseksen derece dönerek bize “Kim bu dağdan yeni gelmiş ayılar?” der gibi baktılar. Neden sonra aslında bizde yaptığımızdan utandık.
İyice sabırsızlanan Cebrullah Abi;
“Yahu! Nerede bu dümbelek?” diye haykırdı.
Kahveci yamağı yanımıza gelerek;
“Ne oluyor Beyabi? Şimdi telefon ettim. Küçük Kerata şamata çıkarmış. İlla ben de geleceğim demiş. Şimdi küçük Kerata ile birlikte dümbelek geliyormuş” dedi ve çekip gitti.
Bir müddet sonra kahvenin kapısından berduş şeklinde iki kişi girdi. Doğruca kahveci yamağının yanına gittiler. Sanki alacaklarını almaya gelenler gibiydiler. Kahveci yamağı onlara heyecanlı heyecanlı bir şeyler söyledi. Sonrada yaşlı olanın elinden tutarak yanımıza geldiler. Cebrullah Abiye dönerek;
“İşte bu Dümbelek, bu da Küçük Kerata!” dedi.
Bu sefer şaşıran biz olduk. Birden alev alan Cebrullah Abi;
“Ulan! Sen bizimle dalga mı geçiyorsun?” diye bağırdı. Kahveci Yamağı da birden öfkelendi;
“Ne dalgası ba yahu! Kaç aydır bana Dümbelek nerede kaldı diye soran sen değil misin? İşte getirdim Dümbelekle Kerata’yı! Adama bak yahu!” deyip başka masaya gitti.
Bakkal Cemal, baş göz ederek bana ne oldu der gibi sordu.
“Yahu! Cemal Abi, biz müzik aleti dümbelek beklerken; bu kahveci yamağının getirdiği dümbeleğe bak Allah’ını seversen!” dedim.
Meğer kahveci yamağının arkadaşları arasında herkesin bir lakabı varmış. O adama dümbelek diyorlarmış. Arkadaşları arasında kahveci yamağının lakabı Dilli Düdük olarak meşhurmuş. Kimse onun asıl adını bilmezmiş. Dilli düdük, Dümbelek, Kerata, Zilli Zurna, Koca Davul, Yaysız Keman, Teneke Tanbur gibi lakaplar gırla gidiyormuş. Cebrullah Abi ile beraber gerçek dümbeleği aramaya hâlâ devam ediyoruz.
Halil GÜLEL
Düsseldorf / 28.01.2014
(Cebrullah Abinin Tavla Arkadaşı)
YORUMLAR
Gerçekten güzel bir hikaye.
Basit bir müzik aletinden başlasaydınız keşke.
Bir flüt flan alsaydınız mesela.
Kaval, zurna gibi çalardı dostunuz.
Enteresandı anlattıklarınız.
Sizin
Düsseldorf'a gelmişliğim vardır bir defa.
Fuara gelmiştim.
Çok gezemedim ama, temiz ve güzel bir şehir olarak kaldı aklımda.
Güzel bir semtte kalmıştık ve dikkatimi sokakların boş olması çekmişti.
Çocukların olmadığı güzel, temiz, bakımlı sokaklar.
Düşümdüm ki o zaman,
varsın çok temiz olmasın ama,
çocuk sesleri ile inlesin memleketimin sokakları.
Ha,
bir de nehir kenarına gitmiştik.
Güneşin batışını seyrediyordu gençler.
Bir de gemi vardı kapalı bir havuzda.
İlginç yerdi.