- 997 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Annesinin Koca Ayaklı Kızı Bölüm 11
"Mert Sevdalar"
“Biz mert ve onurlu adamlar sevmiştik aslında. Sadece göstermeyi beceremediler…”
ANNESİNİN KOCA AYAKLI KIZI BÖLÜM 11
Sakarya 2003-2004,
Hangisi daha çok korkutuyordu beni bilmiyorum. Geride bıraktıklarım mı yoksa önüme çıkacak olanlar mı? Şimdi tam burada geride bıraktığım ailemdi. Çocukluğumun bana sırt çevirdiği bir yaşta üniversite dedikleri iki katlı bir binanın önündeki köhne tren garında onları son ana kadar gayretle tutabildiğim gözyaşlarımın ağırlığı ile uğurladım. Bana en çok hareket eden trenin camından ağlarken gülmeye çalışarak el sallayan dedemden ayrılmak zor gelmişti. Bu yüzden çok sevdim ağlayan adamları. Bir erkeğe yakışan en güzel aksesuar yalnızca gözyaşlarıydı. Yaşanan sözde sevgiler, bizi terk edip gidenler hatta ilk aşklar bile yeri gelir hatırlanmazken sizin için gözyaşı döken bir erkek asla unutulmazdı.
Üniversiteden öğrenci yurduna yeni ezberlediğim yoldan kafamda bu düşüncelerle varmıştım. Üç katlı bir apartmandan bozma mavi demir kapılı yurdun önünde durup binanın dışına baktım. Biliyordum yeni hayatım bu kapının ardında başlayacaktı. Yukarı çıkmak için merdivenlere doğru yürürken kapı girişindeki ufak yazıhanelerinde duran sevimli karı kocaya sevgiyle gülümsedim. Şimdi bahsi geçen yeni hayatıma başlamadan önce yapmam gereken son bir şey vardı. İkinci kattaki boş dairede bulunan en küçük iki kişilik odaya girip kapıyı arkamdan kilitledim. Etrafa yayılmış eşyalarım tıpkı benim gibi iğreti duruyorlardı. Ranzanın üst katındaki yatağıma girip yorganı kafama çektim. Dünyanın her yanında savaşlar devam ederken, birileri seçmediği hayatları yaşarken, kalp kırıkları içimize batar ve biz ağlamak için bir omuz yerine yastıklara sarılmaya devam ederken hayat bize her şeyin kısmet olmadığını ellerimize cetvelle vura vura öğreten en sert öğretmenlerden beterdi. Kızaran ellerimizdeki taze yaralar bu zor günlerin en acı izlerini taşırdı. Oysa ben güzel ellerim olsun istemiştim. Güzel, narin ve bakımlı…
Bir gürültüyle uyandığımda hava kararmıştı. Nerede olduğumu anlamak için üç saniye odaya göz gezdiren dalgın bakışlarım odanın buğulu cam kapısındaki belirgin siluette takılı kaldı. “Kimse var mı?” diyen bir sese yatakta doğrulup cevap verdim. “Bir saniye.” Ranzanın alışık olmadığım dar merdiveninden inerek küçük odanın kapısını açtım. Upuzun bakır saçların çevrelediği güzel bir yüz karşımda belirdi. “Merhaba. Ben kapı kilitli olunca çaldım ama uyandırdım galiba.” Ağlamaktan şişmiş gözlerim uyku ile iki iri baloncuğa dönüşse de bozuntuya vermedim. “Önemli değil, yol yorgunluğu işte.” Genç kız tamam o zaman dercesine başını sallayıp elini uzattı. “Ben Eren. Yan odada kalıyorum sanırım daire arkadaşıyız.” dedi. Sevgiyle uzatılan eli sıktım. “Merhaba daire arkadaşım bende Aslıhan memnun oldum.” Kenara çekilip odaya girmesi için yol verdim. Merakla odayı incelemeye koyuldu. “Hımmm bu odada dar ve uzunmuş. Bizimkisi kare. Aaa! Şanslısın balkonu da var.” Evet çok şanslıydım gerçekten intihar etmeyi düşünürsem atlayabileceğim bir balkonum bile vardı. Eren ufak plastik masaya ve sandalyeye göz attıktan sonra odadaki dolabı incelemeye koyuldu. “Ya bizde askı bile yok. Şu dolaplara bak. Küçücük. Üstelik dairede bir tane bile ayna göremedim biliyor musun? Yüzümüze nasıl bakacaksak.” Kızın dolapla komik kavgasını seyrederken en son ne zaman aynaya baktığımı düşünüyordum. Odadan çıkıp mutfakla bir olan geniş hole doğru ilerledim. Gelen sesler dairede yalnız olmadığımızı söylüyordu. Mutfakta orta yaşlı bir kadın dolapları karıştırıyordu. “Eren kızım siz burada nasıl yemek yapacaksınız. Bu tezgâh çok küçük.” Beni fark eden kadın durup gülümsedi. “Merhaba evladım ben Eren’in annesiyim. Bakınıyordum öyle etrafa ne var ne yok. Sen de bugün mü geldin kızım.”dedi. Başımı sallayıp az önce tanıştığım kızın yanımdan geçip oturduğu holdeki büyük masadan bir sandalye çekip karşısına oturdum. “Sen yalnız mı kalıyorsun?” diye devam eden kadına yalnızlığımın sadece şuandan ibaret olmadığını anlatmak isterdim. “Evet bugün ailemi yolcu ettim.” dedim. “Okul bu hafta başlamayacakmış galiba bir hafta burada ne yapacağız.” Karşımda oturan kız bu soruyu bana sormuştu fakat annesi benden önce cevapladı. “Ne demek ne yapacağız kızım eve dönersiniz haftaya okul açılınca gelirsiniz.” dedi. Eve gidip gelmenin elimdeki paranın üçte birini götüreceğini söyleyemezdim tabi. Bu yüzden çoğu zaman yaptığım gibi dış sesim yerine iç sesle konuşmaya başladım. Gidin dedim içimden sizde gidin terk edin beni. Sen kal yalnızlık sen cezalısın!
Ertesi gün Eren’le okula yaptığımız ufak keşif sonrasında derslerin önümüzdeki hafta başlayacağını da öğrenmiş olduk. O dönüş yolunda sevinçle bir şeyler konuşuyordu. Önümüzdeki günler için planlar yapan kızı çaktırmadan inceledim. Oldukça güzel yüzünün hakkını veren aydınlık bir gülüşe sahip ve kendine güveni yerinde olan bir kızdı. Benim olamayacağım biri gibiydi ve benim olamayacağım o kız bir saat sonra annesi ile kendilerini bekleyen dolmuşa binerken odamın balkonundan onlara sadece el salladım. Ardından yalnızlığıma bir damla intizar ekleyip iyice karıştırdıktan sonra tekrar içime attım. Bilen bilir bu yalnızlık tecrübesinin kati şartıdır.
*****
Yurttaki dairede tek kaldığım bir hafta boyunca ilk görüşte kanımın kaynadığı Ayşegül ile güzel bir arkadaşlık kurmuştuk. Ayşegül aynı katta bulunan bir başka daireye yerleşmiş olan ve belki de benimle aynı olabilecek sebeplerden ötürü bir haftayı burada geçirmek zorunda kalan bir kızdı. Ben mütevazı insanları her zaman bir başka sevmiştim. Kenarda kalan, kendini göstermeyen ve hep geç keşfedilen. Yakınlarımızda bulunan ilçe merkezine hafta boyunca küçük yürüyüşler yapmış, basit ama doyurucu sofralar kurmuş, birbirimizi tanımaya çalışmıştık. Ayşegül ile oda arkadaşı olan Havva’da aramıza katılmış ve bir haftanın daha çabuk geçmesine yardımcı olmuştu. Bir hafta sonra üniversitenin açılmasından önceki gece dairemizdeki bütün yatakların üstü bavullardan çıkarılmış kıyafetler ve onları özenle dolaplarına yerleştiren birbirinden hoş kızlarla dolmuştu. Yurt sonunda olması gerektiği doluluğuna kavuşmuştu. Eren’in oda arkadaşı Zeynep’le de tanıştıktan sonra kendi odamdaki boş yatağa baktım. Hiç şaşırmamıştım koca yurtta sadece boş kalan iki yataktan birinin benim odamda olmasına. Zaten boşta sayılmazdı orda yıllardır benimle olan en kadim dostum yatacaktı. Yalnızlık. Yedi kişilik dairenin üçüncü ve son odasında kalan podyumdan fırlamış üç güzel de beni nazikçe selamlamışlardı. Kızların hangi ajansa kayıtlı olduğunu düşünürken hiçbir yerde ayna olmadığına sevindim. Dairenin ben en çirkin kızı şuanda kendimi görmeye pekte dayanamazdım.
*****
Yarınki büyük gün öncesi ilk buluşma da benim odasında toplanmıştık. Boş yatakta beş kız pijamalar ve ellerimizdeki kupalarla koyu bir sohbetin içine dalmıştı. Herkes kendini tanıtıyor, geldikleri yerlerden bahsediyor ve yeni heyecanların coşkusu saatin sabaha karşı olduğunu bize unutturuyordu. Eren’in annesi de ilk gece bizi yalnız bırakmamıştı. Bize başımızın çaresine bakmadan önceki son ziyafetlerimizi çekmemiz için bir dolap dolusu yemek yapmıştı. Yadigâr Teyze yarım saatte bir “Haydi kızlar yatın yarın nasıl kalkacaksınız?” dedikçe kupalara yeni çaylar dolduruluyordu. Bu kadını sebepsizce çok sevmiştim. Sonradan öğrendiğimde sebepsiz olmadığını fark ettim. Eren’in babası o çocukken vefat etmiş ve annesi ikisi sağır ve dilsiz iki çocuğuna kol kanat germişti. Demek bu tanıdık sebep Eren’le aramızda ilk günden itibaren özel bir bağ oluşturmuştu.
Çayından büyük bir yudum alan Zeynep “Şu okulu seçtiğime inanamıyorum ya arkadaşlarıma bu okulda okuyorum diyemem ben. Bizim lise bile bundan daha güzeldi. Ama biliyor musun kampüsteki derslere katılabiliyormuşuz. İnternetten araştırdım çok güzel arada oradaki derslere de katılabiliriz. Keşke bende birinci öğretim olabilseydim. İstanbul’a sadece iki saatlik mesafe de bulunan bu bir üniversitenin böyle olmaması gerekirdi.”dedi. Zeynep; Ayşegül, Eren ve benden biraz farklı bir kızdı. İçinden geçeni pat diye söyleyen, biraz fazlaca konuşkan ve heyecanlı bir kişiliğe sahipti. Bu özelliklerinin başımıza çok işler açacağının tabii ki o zamanlar farkında değildik. Konular uzadıkça uzamıştı. Havva’nın memleketi Konya’dan, Eren’in yedi yıllık sevgilisi Barış’a, Zeynep’in İstanbul’daki üniversite okuyanlara olan hayranlığından, Ayşegül ile ikimizin birinci öğretim puan sistemi muhabbeti sabahın ilk saatlerine kadar sürdü. Yatağa girdiğimde okunan ezan sesi içime su serpmişti. Yataktan kalkarak sadece intihar etmek için kullanılmayacak kadar güzel manzaralı balkona çıktım. Belki de Eren haklıydı. Belki de şanslıydım. Belki de yeniden başlamalıydım.
*****
Ertesi sabah herkes harıl harıl son hazırlıklarını tamamlamakla meşguldü. İlk hafta birinci ve ikinci öğretim aynı anda derse girecekti. Makyajlı yüzler, düzleştirilmiş saçlar arasında kot pantolonum ve beyaz gömleğimle tam bir liseli gibi duruyordum. Ya o kaşlara ne demeli. Kaşlar demek haksızlık olurdu zira birbirinden ayrılamayan sevgililer gibi birleşmişlerdi. Evden topluca çıkarken Yadigâr Teyze’de bizimle üniversiteye kadar gelmişti. Derse uğurladıktan son trenle İstanbul’a dönüp bizi kaderimizle baş başa bırakacaktı. Vedalaşmanın özel olduğunu düşündüğüm için yanlarından ayrılıp diğer kızlara doğru ilerlerken Yadigâr Teyze arkamdan seslendi. “Görüşmek üzere fındık kurdu.” Hızla dönüp gülümserken işaret parmağımla kendimi gösteriyordum. “Ben mi?” dedim. “Sen tabi ben ömrümde böyle güzel fındık kurdu görmedim.” dedi. Gülümsedim, güzel bir şey olduğunu hissetmiştim ve güzel şeyler duymaya alışkın olmadığım için birazda kızarmıştım. Arkamı dönüp üniversitenin kapısına doğru yürüdüğüm sırada yüzümdeki hafif alev harlanarak tüm vücudumu kaplayan bir yangına dönüşmüştü. Bu benim onu gördüğüm ilk andı. Okulun kapısından giren kalabalık bir erkek grubunun içinde gülümseyerek yürüyordu. Üzerindeki ananemin hırkasına benzeyen hırka, dağınık saçlar ve kirli sakaldan oluşan genel hat profili önce beynime sonrada kalbime sadece bir saniye de kazıdım. Bedenim benden izin almadan harekete geçmiş ve grubun arkasına takılmıştı bir kere. Gülüşerek merdivenlerden çıkan erkeklerin arkasında hipnoz olmuş gibi ilerlerken ilk görüşte aşk ironisine bu güne kadar neden inanmadığıma lanet ettim. Grup ikinci kattaki bir sınıfa girdi. Bende peşlerinden girerken dönüp hangi bölüm olduğuna bakmak aklımın ucundan bile geçmemişti. Grup amfi dersliğin cam kenarındaki arka dört sırasını iştigal ederek yerleşti. Ne kadar şanslıydım ki; o orta sıraya yakın tarafa oturup elindeki defteri dünyanın en güzel hareketi ile masaya bırakmıştı. Kurulmuş bebekten farksız kesik kesik hareketlerle gelip orta sıranın tam onun hizanda kalan yan sırasına oturdum. Gelen gülüşmeler devam ederken elimde parçalarcasına tutmuş olduğum kitapları derin bir nefesle masaya bıraktım. Bu hareketle elimde var olduğunu unuttuğum kalem yere düştü. Eğilip kalemi almak için çabalarken birisi son derece ilgi alanımda olan kişiye seslendi. “Mert oğlum biz senin gibi paralı okumuyoruz. Hakkımızla geldik buralara.” dedi. Mert mi? Adı Mert miydi? Bir adama bundan daha güzel yakışan bir isim olamazdı herhalde diye uyuşmuş beynimle düşünürken arkamdan biri beni hafifçe dürttü. “Niye beni beklemedin?” Arkamı dönüp yanıma yerleşen Eren’e baktım. “Çoluk çocuk kaynıyor ya şu çıkardıkları gürültüye bak.” dedi. Baktım bende. Gürültünün içinde en sevimli şekilde mırıldanan kişiye. “İkinci öğretimmiş bunlar sen yaşadın. Bunlarla ders mi dinlenir ya.”diye hayıflandı. Eren grubun içinde kendisine bakan erkeklerden birini fark edip başını çevirdi. O anda aynı bölümde okuduğumuz için sevinmeli mi yoksa ikinci öğretim olmadığıma kahretmeli miydim bilemedim. Yani onunla sadece bir haftamı derse girebilecektim. Başıma dikilen tanıdık bir ses işittim. “Aslıhan kaysana.” Ayşegül ve Zeynep oturmak için beni bekliyorlardı. Bari bir hafta görebilecektim bırakında tadını çıkarayım bakışı ile yüzlerine bakarken “Ben solağım o yüzden bu başa geçtim Eren’in yanına geçseniz?” Yalvarış dolu çıkan bu istek karşısında kızlar Eren’in yanına geçmek üzere hareketlenirken yandaki grubun gözleri de üzerlerindeydi. Ben girdiğimde farkında bile olmayan gözler şimdi beni es geçip yanıma oturan üç güzele kaymıştı. Sıranın üzerindeki ilk kitabın kapağını açıp karalamaya başladım. Bu benim için en gergin olduğum zamanlar beynimin uyguladığı bir oyalanma yöntemiydi. Az sonra derse giren orta yaşlı bir kadın sınıfta kısa sürede sessizliği sağlayıp dersin Türk Dili ve Edebiyatı olduğunu açıkladı. Sayısal alanda okuyan biri için işkence sayılan bu ders benim içimi acıtan hayallerimi bir kez daha hatırlattı. Şuan olmak istediğim bölümü ve nerede olduğumu. İnsan ideallerinden sapar ve hayallerinden uzaklaşırdı elbette ama benimki resmen ters köşeye yatmaktı. Hani bugün her şey yeniden başlayacaktı.
Hoca Türk Edebiyatı’ndan örnek vermek ve ilk dersi bu önemli eserler hakkında konuşarak geçireceğimizi söylediğinde bildiğim bütün eserlerin isimlerini önündeki kitaba az önce çizdiğim iç dünyamı oldukça yansıtan tuhaf resimlerimin altına sıralamaya başlamıştım. Yedinci ismi yazarken duyduğum bir ses kalemi kâğıda çiviledi.
“Mert sen yanlış tarafa oturmuşsun. Sıranın sol tarafına oturacaktın.” Arsız çocuğun göz kırpıp beni gösterdiği o anı sadece yarım saniye olsa yakalamıştım. Kıkırdayarak sıraya kapaklanan çocuk şimdi gülme krizine girmişti. Sakinleştirici sinyaller beynime doğru kayarken dikkatimi hocaya verdim. Bana söylüyor olamazdı. Olamazdı değil mi? Olamaz canım ne alakası var. Sus Aslıhan kes artık kendi kendine konuşmayı. Derse odaklan bak şans bir sonraki dönem gelmeyecek! Başım hocaya dönükken göz ucum ve tüm dikkatim yan masadaydı. Yanındaki yılışık çocuğun ne söylediğini tam olarak duyamasam da Mert ona okkalı bir tekme attıktan sonra ilk kez bana başını çevirme lütfünde bulunarak baktı.
O sırada fark etmiştim hoca sınıfa seslenerek bir şeyler soruyordu. Ne sorduğunu bilmiyordum. Çünkü şimdi tüm benliğimle yan tarafa doğru akıyordum. “Evet gençler içinizde örnek vermek isteyen var mı?”
Mert şimdi başını tekrar arkadaşına çevirip fısıldadı. “Saçmalama. Söz konusu bile olamaz. Baksana o biraz şey.. yani şey…” Masanın üzerinde kalem tutan elinin ne olduğumu anlatmaya çabalayan hareketi görüş alanıma girdiğinde ifade edemediği o şeyi ben dile getirmiştim. Hem de farkında olmadan yüksek sesle. “Fındık Kurdu”
Ağzımdan çıktığı anda duyduğum pişmanlıkla elimle dudaklarımı kapasam da artık çok geçti. Başımı çevirdiğimde hoca dâhil herkesin bana baktığını gördüm. Mert’in bile. Şimdi o umursamaz surat beş karış açıkağızla ve gözleri de yuvalarından fırlamış gibi bakıyordu. Biz mert ve onurlu adamlar sevmiştik aslında. Sadece göstermeyi beceremediler. Onlar bizim gözümüzde birer film kahramanı şu küçük yaratık Gremlinler ya da herkesin evinde olan patlak gözlü Furby’ler olarak kalacaktı. Sen de benim Furby’im olacaktın.
Cevap bekleyen hocaya dönüp yüksek sesle yanıtladım. “Fındık Kurdu ile Furby hocam. Henüz yazmaya başlamadım. Karakter oluşturma aşamasındayım.” Hoca’nın ve tüm sınıfın Türk Edebiyatına verdiğim bu en güzel örnekle ağzı beş karış açık kalmıştı...