Heybedeki turp ve haşhaşiler
İbretlik Hikâyeler – 3 Heybedeki turp ve haşhaşiler olimpiyatı
Çay tepsisini taşıyan çaycı Turan, gıcırdayan kapıdan elindeki çay tepsisi ile içeri girince; kendilerini haftada bir defa toplanarak yaptıkları dersin uhrevi rehavetinden çıkarıp, gerçek hayatlarına dönmüşlerdi. Yaklaşık, her yaşdan 15 kişilerdi ve her Salı günü akşamı, yatsı namazından sonra emekli banka müdürü Süavi beyin evinde toplanıp; Bediüzzaman Hz.lerinin kitaplarından iki sayfa okur, açıklamasını yaparlardı. Ancak bu hafta, İzmir’den bir “büyük abi” gelmiş ve ders de, bu yüzden hem daha uzun ve hem de, biraz daha derinlikli olmuştu.
Çaylar yudumlanırken, yavaş yavaş gevşemeye ve her hafta mutad olduğu üzere, aktualitik soru-cevap faslına geçmişlerdi. Sorular genellikle din veya pratik yaşamda karşılaşılan, günlük yaşanan sorunlar üzerine olur, karşılıklı bir sohbet havasında ve karşılıklı bilgi alış-verişi şeklinde geçerdi. Ancak bu hafta, ne yazık ki sadece altı kişiydiler ve diğer yedi arkadaşları ise siyasette yaşanan ve cemaati derinden yaralayan “ağır, onur kırıcı ve kişilikleri yaralayıcı acı sözler ile cemaate yapılan ağır ifadeler yüzünden” bir kısmı korkudan, bir kısmı ise menfaatleri icabı siyasetin kirli çarklarına teslim olduklarından dolayı; saf değiştirerek hatta içlerinden birkaçı da, dünkü arkadaşlarına karşı ağır bir hücuma ve karalama kampanyasına geçmişler ve bu yüzden de Salı toplantılarını ve eski gönül yoldaşlarını terketmişlerdi.
Hiç ayrılmaz denen saf’larda, birden ani ve büyü k bir kırılma yaşanmış; ayni safta mnamaza durup, ayni yola baş koymuş gönül yolcuları; birdenbire ikiye bölünüp birbirlerine karşı, en amansız bir rakip haline gelmişlerdi. Geçmişde gönüllü olarak ve hizmet aşkıyla yeni gönüller kazanma adına, Dünya’yı fethetmek için yola çıkan bu büyük camianın içinde; Türkiye’nin hemen her yerinde bir deprem yaşanıyor ve bu deprem gittikçe büyüyerek, hayatın hemen her alnına etkileyen.. bir büyük fitne ateşi haline dönüşüyordu...
Mevlüt, otuz beş yaşında ortaokul mezunu, fakat çok okuyan dolayısiyle de kendisini yetiştirmiş, metelurji dalında çalışan zeki ve iri kıyın, cüsseli biriydi. Her zamanki gibi toplantının taşını, gediğine koymak, hep susup dinleyen arkadaşlarının da sesi olmak ve engin tecrübesinden de istifade etmek için ev sahibi Suavi beye, cemaatle, hükümet arasında olan-biten bu gelişmelerin, nedenini ve sonucunu sormuş, Suavi bey ise, bu konuya önceki gibi hiç girmek istememişti. Çünkü İzmir’den gelen misafirleri büyük abi’ye karşı da bir saygısızlıkda bulunmak istemiyordu. Ancak, soruya cevap veren çıkmayınca; mecburen soruyu kendisi cevaplamak için elindeki bardağı masasına bırakırken, herkesin adeta beynini okuyan gözleriyle çevresini sıradan şöyle bir taradı ve başladı anlatmağa…
Arkadaşlar, diyerek söze başladı ve devam etti. “Cemaat de, hükümet de, sonu ayni menzilde buluşmak zorunda olan; fakat
görevleri ile tarihi, dini, sosyal, ve kültürel.. misyonları gereği, iki farklı ve birbirine paralel benzeri kulvarda yol alan ve her ikisi de ilâhi görevli birer kurum. Her ikisi de, yarının “MUAZZAM VE MUHTEŞEM!” eserininfarklı cephelerini inşa etmekle görevliler. Bunların altlarında ise çapı daha küçük başka görevliler de elbetteki yok değil. Ancak konumuz gereği biz cemaat ve hükümetin üzerinde duracak olursak; hedef belli, yol belli, yol üzerinde ‘çalılar ve engeller!’ belli, eldeki imkânlar ve bu imkânları kullanmak hüneri, ustalığı.. belli, sıkıştıkça sığınılacak ve daraldıkça yardım istenecek ‘İLÂHİ MAKAM!’ dahi belli… Ancak bu paralele yakın yolların birinden din adına gideni, (yani cemaat) İslâm dininin ayni zamanda sosyal ve siyaset alanına da mecburen girip çıkması dolayısiyle; diğer paralel yol olan siyasetle/hükümetle (yani Başbakanla) yolları ara sıra işin doğası gereği çakışmakta, İşte kavga ve gürültüde SADECE BU ÇAKIŞMA ANI’ndan çıkmaktadır. Neden bu güne kadar bu çıkmadı sorusu da aklınıza gelebilir. Cevap olarak derim ki;
“Cemaatin sesi çıktığından beri, aşağı yukarı tam 30 yıldır bu denenmek istenmiş, hatta cemaatin kapısına çeşitli yollar ve planlar ile çeşitli kurumlar ve kişiler tarafından kilit vurulmak istenmiş.. fakat ne devlet, nede diğer kişi ve kurumlar adına vesayet sahibi hiçbir güç tarafından bir türlü başarılamamış ve hep plan safhasından ileri gidememişti.”
Yahut da bir başka deyişle, “Her ikisi (cemaat ve hükümet) de, İLÂHİ VE NİHAİ HEDEFLERİNE GİDERKEN.. üzerinde yürünen o farklı ve PARALELE yakın olan kulvarlarında uyuşmayan tek şey vardı, o da “bir maslaha binaen, SİYASİ VE SEMAVİ YETKİ’lerin net olarak birbirlerinden ayrışması, dolayısiyle de ara-sıra birbiriyle keşişmesiydi…”
“Elbetteki bu kesişmenin de, kendi içinde tutarlı olacak şekilde bir takım ilâhi ve gizli SIR’ları ve de HİKMET’leri de yok değil.” Mesela dedi. “Metalürji ustası Mevlüt bey kardeşime sorun; eğer ısıtılmasaydı demir cürüfündan ayrılıp, saf metale dönüşür müydü? Veya demire istenen şekil verilip nihai amaca ulaşılabilir miydi? İşte bu olayın hükümet tarafındaki ayrışma da; zemine şekil verip, zamana (kanun ve düzene) ayak uydururken, curufların (hükümete göre, laik kanun ve nizama uymayan) karşı görüşün (cemaatin) izini sürmek için (sözde) saklı düşmanların izlerini bulup, gerekli tedbirleri alırken, surlardaki farkında olmadıkları delikleri ve açıkları bulup kapatırken.. bu olay ile istemeden de olsa, cemaat adına nice görünmeyen hayırlara da vesile olmaktadır. Bu hayırların sonucu ise zamanla ortaya çıkacak nice rahmete gebedir. Olayı bir de cemaat açısından bakalım. Diğer insanları buraya katmıyorum ÖZELLİKLE ALTINI ÇİZİYORUM: SADECE VE SADECE CEMAAT AÇISINDAN bakalım. Diğer kişi ve kuruluşları, bu misalimize karıştırmadan… Elimize bir adet video cihazı alıp, bazan film ve bazan da, kare kare resim çekelim ve sonra bu vidyoyu ve kare kare çekilen resimleri inceleyelim. Hatta bu olayı, tarihde yaşanmış bir de güzel bir misalle süsleyelim. Bu misal de bize bir vidyo gösterisi olsun ve biz bu gösterinin bazı yerlerinde bu vidyoyu durdurup, sadece o durdurduğumuz önemli kareyi bir misal olarak inceleyelim. Misalimizde yine kendi geçmişimden, yani şanlı Osmanlı’dan olsun.
Hacı Bayram-ı Veli Hz.’leri Sultan II.Murad zamanında yaşamış, padişah tarafından İstanbul’a davet edilerek sarayda ağırlanıp, büyük iltifatlarına ve özel fermanına nail olmuş bir büyük velidir. Sultan bu fermanda Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerinin ve öğrencilerinin yanlız ilim ile meşgul olmaları şartıyla, onların vergi ve askerlikten muaf tutmuştu. Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri, tekrar Ankara’ya dönerek bu haberi duyurunca, avantayı seven pek çok kişi; Allah’ın rızasını bir kenara bırakıp, sadece şahsi çıkar ve menfeatleri uğruna, gurup gurup gelip Hacı Bayram-ı Veli Hz.’lerine öğrenci olmaya başladılar. Böylece, bir taraftan mürit sayısı artarken bir diğer taraftan da; Osmanlı devletinin bu bölgeden topladığı vergilerde ve üretimde önemli düşüşler meydana geldi. Gelir azalınca Ankara’nın yönetmede ve Ankara’nın sosyolojik ve ekonomik.. yaşamında bir takım idari ve mali problemler ortaya çıktı. Her alanda bir düzen bozukluğu başladı. Ayrıca mürid sayısının artışı ile Hacı Bayram-ı Veli Hz.’lerinin Sultana karşı bir kalkışma (isyan) yapacak.. diye bir fitne çıkarılıp Sultana iletildi. Bunun üzerine Sultan II.Murad han, Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerinden öğrencilerinin bir listesini istemek zorunda kaldı. Hacı Bayram-ı Veli Hz.leri de, ilmine ve ferasetine uygun olarak bir plan yaptı. Bir duyuru yayınlayıp, bütün halka duyurarak, öğrencilerinin imtihan olmaları için bugünkü Ankara Etnoğrafya Müzesinin bulunduğu Kanlıgöl’de toplanmaları istedi.Kanlıgöl’de büyük bir kalabalık toplandı. Halk, bu kadar kişinin nasıl bir imtihan olacağını ve imtihanda ne sorulacağını büyük bir merakla beklemeye başladı. Meydana büyük bir çadır kuran Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri çadırın kapısını açarak halka şöyle seslendi.
“- Ey benim değerli dervişlerim ve müridlerim.. Beni çok seven öğrencilerim. Bana, bugün ve burada, beni seven siz mürüdlerimi ve dervişlerimi kurban etmem emrolundu. Beni seven, canını ve malını.. bana feda edenler, kurban olmak için sırasiyle çadırın kapısından içeriye doğru girsin” diyerek eline bir bıçak alıp çadırın kapısında beklemeye başladı. Halkın arasında büyük bir dalgalanma oldu. Bu sırada kalabalıktan bir erkek kalabalığı yararak çadırdan içeriye girdi. Arkasından Hacı Bayram-ı Veli Hz.’leri de çadıra girdi. Herkes büyük bir merakla, çadırın içinde ne olacağını bekliyordu. Birden çadırın içinden dışarı doğru, önceden toprak üzerinde kazılmış bir yarıkdan oluk gibi kan akmaya başladı .Sonrasında çadıra bir de kadın girdi.Yeniden, ayni yarıkdan dışarıya doğru yine kan akmaya başladı…
Yığın halindeki kalabalık, “çadıra girenlerin koyun gibi boğazlandıklarını düşünerek, gördükleri bu manzara karşısında korkunç bir dehşete kapılıp oradan hızla kaçtılar…”
Aslında, Hacı Bayram-ı Veli Hz.’leri, çadıra girenleri kesmemişdi. Çok daha önceden ve herkesden habersiz olarak çadırın içine birkaç koyun getirip depolamıştı ve kesilerek kanı çadırın dışına çıkan kanlarda, işte bu koyunların kesilmesi sırasında çıkan kanlardı.
Çadıra başka giren olmayınca, Hacı Bayram-ı Veli Hz.’leri çadırın dışına çıkarak kimseyi göremeyince; yeniden içeri girip Sultan II.Murad hana bir mektup yazdı. Bu mektup da, gerçek öğrenci sayısının “bir buçuk tane”den ibaret olduğunu bildirdi. Sonuçda ise, herkes işin iç yüzünü, kaçıp giden menfaatlerini ve sözde dervişliklerinin ne kadar suni olduğunu anladı. Fakat artık iş-işden geçmişdi…
Süavi bey, sözlerinin sonunu şöyle sürdürdü. “Şimdi yukarıdaki bu olayda, bir an için; Sultan II.Murad’ı Başbakan Sayın Erdoğan’ın, Hacı Bayram-ı Veli Hz.’leri de Muhterem M.Fethullah Gülen Hocaefendi’nin yerine koyalım ve bazılarının beğenmediği dünkü Osmanlı’daki din ve devlet adına hükmetmenin; nefasetine, zerafetine ve inceliğine.. bir bakalım ve bir de bugünkü din ve devlet adına hükmetme sırasında kullanılan dile ve açıklanan niyetlere bakalım. Herkes, kendi adına bu karşılaştırmayı; kendi aklına ve vicdanına göre yapsın. Kendi adına nereden nereye geldiğimizi hesaplayıp kendi mantığına göre bir sonuca varsın…”
Süavi bey sonra da, bir buçuk öğrencisindeki buçuk tabirini açarak; “bu buçuk olayı ise, şundan ibaretdir. Hacı Bayram-ı Veli Hz.’leri’nin bu olayı, 1450 yılına yakın bir zamanda gerçekleştiğinden dolayı, o sıralarda kadınlara “eksik-etek” denir ve tam değil, “yarım insan” gözü ile bakılırdı. Buçuk lafı da, o zamanın realitesine göre, o çadıra giren kadın için söylenmişdir” dedi..
Süavi bey, sözlerinin sonunu şöyle tamamladı. “Şimdi konumuza bir de Cemaat açısından bakalım ve yukarıdaki bu Hacı Bayram-ı Veli Hz.’lerinin olayını bir sinema filmi gibi seyrettiğimizi düşünüp, sinema filmini tekrar seyrederken, vidyo cihazımızı “insanlar (aslında koyunlar) çadırın içinde kesilirken ve kanları dışarı çıkarken durdurup, yalnızca o kareyi inceleyelim.” Bu karede; kir nur’dan, karanlık ışık’dan, sahtekâr dürüst’den ve yağ su’dan.. ayrıldığı gibi, günümüzdeki “CEMAATİN TATLISU MÜSLÜMANLARI DA, sıkıyı veya menfatlerinin bittiğini görünce.. ARKALARINA BİLE BAKMADAN, CEMAATTEN NASIL AYRILARAK, saflarını bozmuşlar ve hatta bazıları, nefislerine ikinci bir defa daha yenilerek, cemaata karşı saf tutarak hücüm etme bedbahtlığına düşmüşlerdir. İşte şer gibi görünen cemaat-hükümet çekişmesinin, cemaatin gerçek saflarını belirleme açısından şimdilik ilk sırlı hediyesi. Zamanla elbetdeki daha nice sırlarına da şahit olacağız inşaallah.”
Seyyar pazar esnafı olan Yusuf, toplantıya gelenlerin yenilerinden sayıldığından toplantı adabını daha tam kavrayamamıştı. Birden konuşmak için izni almadan kendi kendine söylenmeğe başladı. “Bu haftaki konuşmalardan dolayı benim anladığım şu ki, bu fitne ateşi daha çok büyüme istidadı göstermektedir ve daha turpun büyüğü de, heybede durmaktadır!..” Meselâ; her yılın Haziran aylarında yapılan Türkçe olimpiyatlarının adını, bu sene ne koyacağız?.. Haşhaşiler olimpiyatı mı?..”
İzmir’den gelen büyük abi, ilk defa kendiliğinden söze girdi ve şöyle dedi: “Yusuf kardeşim, bu sözlerinizi hemen geri almanızı rica ediyorum. Bu kasvetli günlerde bize düşen susmakdır. Camia adına duyacağınız her türlü nefret söylemlerine karşı, dayanmak ve sabretmektir. Bol bol, dua ve niyaz etmekdir. Hacet namazı kılmakdır. Cevap içinde olsa, canımız çokca yansa da, velev ki; en ağır hakaretlere uğrasak da, bir de üstüne şamar yesek de.. yapacağımız yegane iş ve davranış, kökünü sohbetlerden aldığımız; sevgidir, barıştır, affetmek ve hoşgörüdür.. gönüllere giden yegane yol da budur. Zaten bu yaşadığımız, bir büyük fitne ateşidir. Bu fitne ateşine her önüne gelen benzin dökmektedir. Siz de böyle konuşur, sizde bu fitneye benzin dökerseniz; aldığınız cemaat terbiyesi, sevgisi ve hoşgörüsü nedere kalır? Ayrıca Fitnenin yayılması için değil; sönmesi için her Müslümanın birer bardak sularını da; bu “CEMAAT- HÜKÜMET ÇEKİŞMESİNİN SON BULMASI ADINA, BU FİTNE ÜZERİNE DÖKMELERİNİ; DUALARININ BİR PARÇASINI DA BU FİTNENİN SON BULMASINA AYIRMALARINI.. İSTİRHAM EDERİM. Unutmayın ki, hepimiz ayni gemi (devlet)deyiz. Ve hepimiz, ayni düşmanlar tarafından çevriliyiz. En mühimi de, ayni kutsal görevin birer GÖNÜL SAVAŞCISIYIZ. Allah (c.c.) devletimize ve yöneticilerimize zeval vermesin” AMİN sesi yükseldi birden, bütün salona yayılarak…
Büyük abi, sözlerin şöyle tamamladı: “İzmir’e dönmeden önce, haftaya Salı günü yine çayınızı içmeğe geleceğim. Sizlere başbakan ile Hocaefendi arsında bir kıyaslama yapacağım. Yalnız bir şartım var. Size kızıp giden eski arkadaşlarınızıda çağırın. Onlarla ile de tanışmak, görüşmek isterim.. Onlar size, kırıcı sözlerle karşışık verseler bile.. siz karşılık vermeyin. Sevin ve aranızda kim olursa olsun sevgiyi bölüşün, sevgi bölüştükçe artar. Hem ayrılanlar için de, çok fazla üzülmeyin. Çünkü ayrıldıkça birleştiğimizi biliyor musunuz?” dedi ve Gezi olayları sırasında yazılmış bir şiiri okudu.
BARIŞ SÜRECİNE İTHAF..
Boşu boşuna akan kanın durması, gençlerin yaşaması, sevginin yayılması, insanın ihyası.. adına, Barış Sürecine destek verenler, bu şiirdeki gerçekler ışığında; birbirimize , biraz daha destek olalım. Gerçekleri saklayanları bu şiirle bir defa daha dostluk ve sevgi ile uyaralım. Bu şiiri sürece destek için herkesle paylaşalım. Barış varken, savaşanlara; sevgiyi artırmak varken, nefreti körükleyenlere; insana hizmet varken, Şeytan’ı sevindirenlere; gül dikmek varken, çalı dikeni ekenlere.. kısaca, daha güzel bir dünyaya yaşamak varken, geri vites ilerleyenlere.. ithaf olunur.
Biz insanlar birbirimizden, ne kadar ayrılırsak; çok enteresan olarak, bir o kadar , birbirimize yaklaşır ve bir o kadar da, birbirimizle buluşuruz. “Bu, nasıl olur? Ayrıldıkça, nasıl olur da birleşiriz?..” Eğer şayet, “böyle bir şey, mümkün değildir.. hiç ayrılanlar, ayni zamanda birleşebilir mi?..” derseniz, ben de, cevap olarak derim ki, “ evet, olur…” Çünkü, bu birleşmeyi açıklamak çok basittir. İşte sizlere iki misal;
1) “Ne kadar Batı’ya gidersek, o kadar Doğu’ya varırız..” ve ayrıca,
2) “Yaratılış kanunları gereği, her şey, aslına dönmeğe mahkûmdur.”
Nitekim, aşağıda yazılı şiirle de; sizlere bu iddaamı, daha bir çok delil ile de, tekrar tekrar ispat edebilirim… Ayrıca, bu şiir ve bu ispat ile de; “Türkiye’yi, çağ atlatacak ve bizleri kutsal göreve hazırlayacak.. barış sürecine de, bilimsel bir ışık tuttuğu için ben de, bu şiirimle “BARIŞ SÜRECİ’ne acizane bir katkıda bulunmak istedim.” Sizler de, benim ile ayni fikide iseniz; lütfen, bu şiiri herkese gönderelim ve herkes ile paylaşalım. Böylece, insan sevgisi; dalga, dalga her yere ve her kişiye ulaşsın. Sizin de, bu sevgi selinde bir tutam tuzunuz olsun. (inşallah) Ayrılıkdaki birliğiniz mübarek olsun.
--- İLÂHİ ---
A Y R I L I K ’ T A K İ B İ R L İ K
Surprizsite.com/ ŞİİR ROMANI KİTABI
ŞİİR NO: 107 * 18 -12 - 2008
BABA’mız ayrılsa da,
DEDE’miz ayni;
CİNS’imiz ayrılsa da,
TİP’imiz ayni;
MEZHEP’ler ayrılsa da,
DİN’imiz ayni ...
Biz; ADEM’le, HAVVA’nın, çocuklarıyız...
Kız, alıp vermişiz, dost ve akrabayız,
KÖZ’ümüz ayrılsa da,
ÖZ’ümüz ayni;
İŞ’imiz ayrılsa da,
AŞ’ımız ayni;
YAŞ’ımız ayrılsa da,
KAŞ’ımız ayni…
Biz; İNSAN SOYU’nun, benzer fertleriyiz,
Tek bir AĞAC’ın, açan ÇİÇEK’leriyiz!..
KÖK’leri ayrılsa da,
GÖVDE’si ayni;
ÇİÇEĞİ çok olsa da,
DÜŞMAN’ı ayni;
DAL’ı koparılsa da,
Üzülen ayni…
Biz bu Cennet VATAN’nın, KIZAN’larıyız,
Şişsek de, pişsek de; ayni KAZAN’dayız!..
Lambamız, ayrılsa da,
Işığı ayni;
Çorbamız, ayrılsa da
Kaşığı ayni,
Tarlamız, ayrılsa da,
Başağı ayni…
Bizler, ayni NiNE’nin torunlarıyız,
Hepimiz, “ Tek, Bir ALLAH’ın kullarıyız”…
YOL’umuz ayrılsa da,
YÖN’ümüz ayni;
KALB’imiz kırılsa da,
Gönlümüz ayni;
Sevdiğimiz farklı da,
Sevdamız ayni...
Bizler; ayni Dünya’nın, yolcularıyız,
Sakın ha!.. Zannetmeyin, hancılarıyız…
Fikrimiz ayrılsa da,
Zikrimiz ayni;
Lehçemiz ayrılsa da,
Dilimiz ayni;
İlimiz ayrılsa da,
Yurdumuz ayni…
Hepimiz, AVRASYA’nın YİĞİT’leriyiz,
Biz; RAHMAN’ın, dua’lı bir milletiyiz…
Aşkımız ayrılsa da,
Meşkimiz ayni;
Ruhumuz ayrılsa da,
Nefsimiz ayni;
Şeytan’dan alınacak,
Dersimiz ayni!..
Ortak bir yazgının, dertli kul’larıyız,
Er meydanının, yiğit oğullarıyız…
Sazımız ayrılsa da,
Perdesi ayni;
Sözümüz ayrılsa da,
Mânâsı ayni;
Şarkımız ayrılsa da,
Notası ayni…
Çoğu; çalıp oynayan, hoş(!) kullarıyız,
Biz’ler; ayni DEVRAN’ın, boş kullarıyız…
Derdimiz ayrılsa da,
Dermanı ayni;
Huy’umuz ayrılsa da,
SU’yumuz ayni;
Dostumuz ayrılsa da,
POST’umuz ayni…
DAR’a düşen MİLLET’in, SÖZCÜ’leriyiz,
Biz, Din-i İslâm’ın, SON BEKÇİLERİ’yiz!..
18-05-1995 SAAT:04:50 Konak-İZMİR.
Toplantı ,bu minval üzere devam etti… Toplantı artık dağılmış, esnaf Yusuf da, evine gitmek üzere loş koridorda ayakkablarını giymeye çalışırken, yanındaki Kemal’e söyleniyordu: “Yine de, turpun büyüğü hâlâ heybede. Hem de, ne turp!.. Haziran ayı, bir gelecek ama pir gelecek…”
Not: 1) Bu hikâye, sadece cemaatten ayrılıp, bir de cemaate karşı savaş açanlar için yazılmıştır. Bunun dışında, hiç kimse hiç bir şekilde kastedilmediği için, lütfen başka kimseler alınıp üzülmesin… Herkese saygı ve selâmlar.
25 – 01 - 2014
Mürsel Münevveroğlu
[email protected]
Surprizsite.com Genel Yayın Yönetmeni
Konak-İZMİR
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.