- 827 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Gizemli dağlar
Çok ama çok eskiden iyi insanların olduğu güzel memleketler varmış. Kötü niyetli insanlar buralarda barınamazmış. Zaten sayıları da pek azmış. İyi insanlar küçük ama güzel evlerinde mutluluk içinde yaşarken kötüler dışarıda hainlik peşinde koşarlarmış. Gel zaman git zaman dünya tersine dönmüş: iyiler azaldıkça kötüler çoğalmış. İnsanlar hırslarına, kıskançlıklarına, dünyaya, paraya yenik düşmüşler. Paylaşmak, fedakârlık, vefa ve yardımseverlik unutulmuş gitmiş. Bütün bunların nedeni iyi yürekli insanların acıdıkları için kötü niyetlileri evlerine misafir etmeleriymiş. Küçük evlerin yerini kocaman binalar almış evler büyüdükçe yürekler küçülmüş. Yürekler küçüldükçe iyilik daracık bir yerde sıkışıp kalmış; fakat iyiliği öldürmeye hiçbir kötülüğün gücü yetmemiş. İyilik uykuya dalmış, derin ve sessiz bir uykuya...
İşte böyle bir zamanda iki dağın arasına kurulmuş küçük bir köy varmış. Burada evler hala küçücük ama yürekler kocamanmış. Oradaki insanların uzaktaki kötü diyarlardan haberleri yokmuş. Bu memlekete ne ejderhalar uğramış ne de devler; ne kıskançlık uğramış ne de bencillik. Büyüklere saygı, küçüklere sevgi, hayvanlara ve bitkilere özen gösterirlermiş. Hırsızlık, dedikodu, yalan bu güzel insanların bilmediği şeylermiş. Belki de arasına sıkıştıkları iki dağ idi onları bu kötülüklerden uzak tutan.
Bu iyi yürekli insanları tedirgin eden tek bir konu vardı ki kendi aralarında bile konuşmazlardı. Köyün en bilge ihtiyarı bu konudan haberdar olduğu için önlemini almıştı. Her Cuma gecesi köyün meydanında insanları toplar, onlara sevgi dolu hikâyeler anlatırdı. Biraz da insanların kalbindeki korkuyu azaltmak adına nasihatler verir ve bu sayede meraklarını az da olsa giderirdi.
O cuma gecesi evinden çıkan ihtiyar usulca meydana doğru ilerledi. Kendisinden önce toplanan kalabalığı görünce çok şaşırdı. Öncesinde insanlar o geldikten sonra toplanmaya başlardı. İhtiyar selam verip yerine oturmadan kimse konuşmazdı. Her şey tersine dönmüş gibiydi, tıpkı dışarıdaki dünyanın tersine döndüğü gibi… İhtiyar kalabalığın bu halini görünce kendi kendine “ Ah korku ve merak galiba bizi yendin!” dedi. Üzüldüğünü belli etmemeye çalışarak kalabalığa doğru ilerledi. Onu görenler susarak özür dilemek istercesine başlarını öne eğdiler. İhtiyar yerine oturdu. Ilıkça esen rüzgâr insanların yüzünü okşarken etrafı sessizlik sarmıştı.
Bilge ihtiyar derin bir nefes aldıktan sonra hiç kimsenin yüzüne bakmadan gözlerini uzaklara dikerek
- Bu geceden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, dedi.
İnsanlar gözlerini ona dikmiş merak içinde bakarken ihtiyar:
- Bundan asırlar önce sizler gibi iyi yürekli insanların yaşadığı bir ülkeye korkunç bir hastalık musallat olmuş. Yavaş yavaş ilerleyen hastalık ölen yürekleri beraberinde getirmiş. Aşırı merakları yüzünden rahatları bozulmuş, bütün güzel huylarını kaybetmeye başlamışlar tıpkı şimdi sizin yapmaya başladığınız gibi…
Bütün bu olaylara neden olan köyün iki delikanlısı ihtiyara doğru ilerledi, küçük olanı:
- Özür dileriz. Amacımız sizi kırmak, düzeni bozmak değildi. Biz sadece hepimizin yüreğindeki merak ve korkuyu dindirmek adına dağların arkasına gitmek istiyoruz, dedi.
İhtiyar hafifçe gülümseyerek delikanlılara oturmalarını işaret etti. İki eliyle başlarını okşayıp:
- Madem öyle yolunuz açık olsun. Yalnız bilin ki ya siz dönemeyeceksiniz ya da döndüğünüzde bizi bulamayacaksınız. Dedi.
Köy halkı bunun nedenini öğrenmek istercesine ihtiyarın yüzüne baktı. İhtiyar:
- Size bahsettiğim o memlekette, insanlar önce kendilerinin dışındaki insanları merak etmeye başlamışlar. Onlarla tanıştıkça küçük evlerini onları misafir etmek için büyütmüşler. İyi yüreklerini o kadar açmışlar ki tanımadan davet ettikleri bu insanlar aralarına kötülük tohumları ekmeye başlamış. Bu insanların onlara bulaştırdığı kendini beğenmişlik hastalığı yüzünden en önemli değerlerini kaybetmişler. Eğer meraklarına yenilmeyip biraz sabredebilselerdi bilmedikleri bu hastalıkla karşılaştıklarında ne yapabileceklerini öğreneceklerdi. Meydandaki insanların hepsi bir ağızdan “nasıl öğreneceklerdi?” diyerek ihtiyara baktılar, ihtiyar:
- Çünkü her şeyin bir zamanı var sabredip zamanını beklemek en büyük erdemdir, dedi.
İki genç bu konuşmalardan sıkılmışçasına “yıllardır beklediklerini söyleyip artık zamanı geldi” dediler. Gençlerden büyük olanı kendini beğenmiş bir tavırla:
- Ben sol taraftaki dağa gideceğim; çünkü hepinizin en korktuğu dağ orası. Sizin kadar korkak olmadığımı gösterip dağın arkasındaki dumanın sebebini öğreneceğim. Dedi.
Bu güzel köyün arasında kaldığı dağlardan solda olanından sürekli bir duman yükseliyor, sağdaki dağdan ise gözleri kamaştıran kuvvetli bir ışık yansıyordu. İnsanlar yıllarca bunun sebebini merak etmiş ama öğrenmeye kimse cesaret edememişti. Adeta bu duruma alışmış, kurdukları mükemmel düzen içerisinde bu meraklarını dillendirmemişlerdi. Hatta bu merak ve korku birbirlerine daha sıkı bağlanmalarına sebep olmuştu. Şimdi bu iki genç akıllardaki bu soruları cevaplandırmaya giderken yüreklerde paylaşılan ortak bir duyguyu da yok edeceklerdi. İhtiyar köydekilerin bu gerçekle yüzleşecek olgunlukta olmadıklarının farkındaydı. Aynı hatayı yıllar önce kendisi yapmış geri döndüğünde ise gerçeği anlatacak hiçbir insan bulamamıştı.
İhtiyar başını ellerinin arasına alarak yaşadıklarını anlatıp anlatmaması gerektiğini uzunca düşündü. Neden sonra yerinden kalktı ve “siz bilirsiniz” diyerek küçük kulübesini doğru ilerlemeye başladı. Anlamıştı ki anlatması hiçbir şey değiştirmeyecek. Düzen bozulmuştu, kendini beğenmişlik yüzünden kirlenen zihinler ancak gerçekleri görünce dersini alabilirdi. Gençlerden büyük olan evine doğru giden ihtiyara seslenerek
- Söyle ihtiyar! Bu dağların arkasında ne olduğunu biliyor musun? Senin söylemeye cesaretin yok. Bense gidip görebilecek kadar cesurum! Diyerek yıllardır içinde biriktirdiği duygularını ortaya çıkardı.
Diğer genç eliyle abisinin ağzını kapatıp:
- Lütfen daha fazla konuşma. Amacımız isyan çıkarmak değil, sadece gerçeklere ulaşmak. Kendini beğenmişliğinle yüreklerimizdeki iyiliği zehirliyorsun, dedi.
Kalabalıktan yükselen bir uğultu “bırak konuşsun” der gibiydi. İyi yürekli genç kalabalığa dönüp:
- Ne çabuk unuttunuz ihtiyarın iyiliklerini. Hiçbiriniz burada yokken o vardı ve sizler onun hazırladığı evlerde, onun anlattığı masallarla büyüdünüz. Hiçbiriniz onun nereden geldiğini sormadan verdiği her şeyi kabul ettiniz. Benim sağ taraftaki dağa gitmemdeki tek sebep ışıktan kötülük çıkmayacağıdır. Kendini beğenmiş ağabeyim karanlık ve dumanlı dağa gitmeseydi ben de bu yolculuğa hiç çıkmazdım; çünkü karanlıktan yükselen dumanı ancak nurdan yükselen ışıkla boğabilirim. Bu yüzden gitmek zorundayım.
Bu sözleri duyan ihtiyar durdu. İyi yürekli gence doğru yürüdü ve şöyle dedi:
- Dualarım ve kalbim yanında olacak. İnşallah benim yaptığım hatayı yapmazsın. Cesaret bir kuşun kanatlarında sana sunulduğunda sakın geri çevirme.
İhtiyarın bu sözleri karşısında herkes şaşkına dönmüştü. Kendini beğenmiş genç kalabalığın dikkatini üzerine çekmek için bağırarak:
- Bize yıllarca doğruluk ve dürüstlüğü anlattın. Belli ki bizden sakladığın büyük bir sır var. Nerede senin doğruluk ve dürüstlüğün? Derken kalabalıktan da “evet” sesleri yükseliyordu.
İhtiyar, gence doğru yürüyüp mahzun gözelerini gözlerini dikerek:
- Zavallı çocuğum sana da dua edeceğim. Bir an önce kalbindeki kibirden kurtulup hakikati görmen için. Daha sonra kalabalığa seslenerek:
- Yıllardır yüreğinize ekmeye çalıştığım iyilik tohumları bir gecede nasıl da çürüdü. Ben buna rağmen hiçbirinize kırgın değilim. İnsan olmak hata yapmaktır. Hatanızı anlayacağınız vakit çok yakındır dedi ve oradan uzaklaştı.
Sabahın ilk ışıkları ile beraber o geceyi uykusuz geçiren insanlar gençleri yola koymak için hazırlıklara başladı. Yanlarına taşıyabilecek kadar yiyecek aldılar. Herkesle vedalaştıktan sonra birbirlerine sarılıp yola koyuldular. İyi yürekli gencin abisine son sözü “Sakın kendine fazla güvenip de tehlikelere atılma!” demek oldu. Abisi de ona “Merak etme ben işimi bilirim asıl sen dikkatli ol da başını belaya sokma.” dedi. Abisi her iki dağa da birlikte gitmeyi teklif etmiş küçük kardeşi ise kabul etmemişti. Sebebini ise kendi kendine dahi söylemiyordu. Şimdi ise geri dönmek için çok geçti artık kararını herkese anlatmıştı.
Dumanlı dağa doğru ilerleyen genç, dağa henüz tırmanmaya başlamıştı ki ayaklarına bulaşan çamur yüzünden durmak zorunda kaldı. Ayakkabılarını çıkarıp yanı başında akan suyla yıkamak isterken bu garip çamur bütün giysilerine bulaşmıştı. Canı öylesine sıkılmıştı ki biraz uzanıp dinlenmek istedi; fakat yola yeni başlamıştı ve dinlenmek için çok erkendi. Yerinden kalktı ve beni hiçbir şey yıldıramaz diyerek yürümeye başladı. Az sonra iki çift gözün kendisini takip ettiğini fark etti. Arkasına döndü kimse yoktu önü de bomboştu fakat ensesinde hissettiği nefesler yüreğine korku salmıştı. Ani bir kükremeyle irkildi. Birden bire Önünde duran kocaman canavar iri gözleriyle ona bakıyordu. Arkasını dönüp kaçmak istedi fakat köy görünemeyecek kadar uzakta kalmıştı. Ne zaman çıkmıştı bu kadar yolu? Hızla yukarı doğru koşmaya başladı. Canavar boğucu bir sesle “ Kaçamazsın buraya gelmeyi sen istedin!” dedi ve görünmez oldu.
Genç durdu, derin bir nefes aldı ve tırmanmaya devam etti. Attığı her adımda arkasında oluşan uçurumun farkına vardı ve hızlandı. Artık geri dönmesi imkânsızdı. Zirveye yaklaştığını hissediyor ama bir türlü varamıyordu. Gecesi ve gündüzü birbirine karışmıştı. Kararmaya başlayan hava korkusunun çoğalmasına neden oluyordu. İleride küçük bir ışığın parladığını gördü. Hiç durmadan yürüdüğünden çok yorulmuştu. Arkasındaki uçurum da gittikçe derinleşiyordu. Son gücüyle ışığa doğru koştu. Işığa yaklaştıkça umudu artıyordu. Fakat yanına geldiğinde gördüğü alevden top onu hayal kırıklığına uğrattı. İçerisinden bir ses alev topuna doğru ilerlemesini diğeriyse kaçmasını söylüyordu. Kendi kendine ben cesurum diğerleri gibi korkak değilim diyerek elini alev topuna uzattı. Aniden patlayan topla etrafı ateşten bir çemberle sarılmıştı. Başucunda ise kapkara bir kuş çığlık atarak dönüyordu.
- Yüreğindeki karanlığa selam getirdim. Dağın arkasındaki duman senin için daha da yükselecek. Yüreğin yüreğime karışsın diye seni orada bekleyeceğim, dedi ve gitti.
Genç dizlerinin üzerine yıkıldı, daralan ateş çemberiyle ısınan vücudunu kıvrılarak korumaya çalıştı. Uzun zamandır ilk defe ağlıyordu. Dilinden dökülen duaların kalbine indiğini hissediyordu. İhtiyar “ Kalpten yapılan hiçbir dua geri çevrilmez.” demişti.
Şu anda istediği tek şey ateş çemberinden kurtulup devam etmek zorunda olduğu yolu bitirmekti. Yapabileceği tek şeyi yaptı. Ellerini toprakla doldurup ateşe doğru attı. Sönen ateş karşısında yüreğini dolduran korkunun yerini şaşkınlık ve sevinç aldı. Şükürler olsun diyerek ayağa kalktı ve yoluna devam etti. Yolda giderken sürekli ayağına batan dikenler artık canını acıtmıyordu. Bir an önce zirveye ulaşıp köyüne dönebilmek en büyük hayaliydi, tabi dönüş yolunu bulabilirse. Yolun başında gördüğü canavarın biraz ileride kendini beklediğini fark etti. Gitmek ve durmak arasında kararsızdı. Onu arkasından takip eden uçurumun yerini ateş topuna dönen çember almıştı. Tek çaresi ilerlemekti. Canavara doğru ilerledi, gözlerini gözlerine dikti:
- Buraya kadar geldim ve artık senden korkmuyorum “dedi.
Yaratık boğucu sesiyle:
- Kendini beğenmişliğin seni getirdiği hale bak, diyerek alaycı bir gülüş patlattı.
Genç belki de hayatında hiç olmadığı kadar huzurlu bir kalple:
- Artık kendime değil kalbimdeki inancıma güvenerek bu yolu bitireceğim, dedi.
Canavar karşısındaki gencin yaşadıklarından ders aldığını anlamıştı
- O halde gir içime, diyerek ağzını öyle bir açtı ki bir dudağı yerde bir dudağı gökteydi. Genç gözlerini kapayarak elini kalbinin üzerine koydu, sızlayan ayaklarına inat yüreğinden aldığı güçle canavarın ağzına doğru koştu ve gözlerini açtığında artık zirvedeydi. Görebildiği tek şeyse köyünden gördüğü dumandı. Anlatacak hiçbir şey olmadığını anladı. Köye dönebilmek için geriye baktığında koskoca bir uçurumdan başka bir şey yoktu. Çaresizce olduğu yere çöktü, hıçkırarak ağlamaya başladı.
Diğer genç yola başladığı ilk günden itibaren kuyulara düşmüş, vahşi hayvanların saldırısına uğramış, aç kalmasına rağmen inancını hiç yitirmeden yolun yarısına gelmişti. Sürekli abisini düşünüyor kendisiyle beraber ona da dua ediyordu. Keşke yanımda olsaydı da yaşadığım bu zorlukları birlikte aşsaydık diye düşünürken garip bir sesle irkildi. Hava karanlık ve soğuktu. Rüzgarın sesi olduğunu düşünerek kendini rahatlatmaya çalıştı. Sen diyordu ses “ Sen iki yüzlüsün!”. Kulaklarını tıkadı fakat sesi hala duyabiliyordu. Soğuktan titreyen vücudu korkudan dal gibi sallanmaya başlamıştı. Ayakta zor duruyordu, düşmemek için yere oturdu. Yavaşça ellerini kulaklarından çekti, sıkıca yumduğu gözlerini açtı ve şaşkınlık içinde kendinden geçti. Ayıldığında uçurumun kenarında incecik bir dalın üzerinde durduğunu fark etti. Uçurumun karşısında duran kapkara bir kuş ve çirkin bir canavar ona doğru bakarak:
- Rüzgarın söylediği gerçeği duydun mu? Dediler.
Genç, korkusundan hayır dercesine başını salladı. Canavar keskin bakışlarını gencin kalbine dikip boğucu sesiyle:
- Abin daha dürüsttü! Dedi.
- Ben yalancı değilim, sadece çok korkuyorum. Rüzgarın dediğini duydum ama iki yüzlü değilim, dedi.
Kuş havalanarak gencin üzerinde dönmeye başladı.
- Buraya neden geldin? Sen karanlıktan korktuğun için ışığı seçtin. Cesur değildin ama itiraf edemedin. Dedi.
Sallanmaya başlayan dalın üzerindeki genç korkuyla:
- Evet, diyerek bağırdı. Eğer yeterince cesur olabilseydim abimi yalnız bırakmazdım. Fakat ışığın gücüne karanlığın varlığından daha çok inanıyorum. Oraya gitmekten korktum ama sadece korkumdan değil inanmadığım için gitmedim. Dedi.
Kuş gerçeği itiraf eden gencin üzerinde durduğu dala kondu. Karanlığın ağırlığı dalın kırılmasına neden oldu. Uçurumdan yuvarlanan gencin kalbinde korku ve pişmanlıktan eser kalmamıştı. Genç kendine geldiğinde dağın zirvesindeydi. Görebildiği tek şeyse köyünden gördüğü ışıktı. Anlatacak hiçbir şey olmadığını anladı. Köye dönebilmek için geriye baktığında koskoca bir uçurumdan başka bir şey yoktu. Burada olmasının bir sebebi olmalıydı. Oturdu ve beklemeye başladı. Ağırlaşan gözleri günlerin yorgunluğunu atmak isteyen vücuduna eşlik etti ve derin bir uykuya daldı. Rüyasında abisinin kendisine seslendiğini duyuyordu. Koyu bir karanlığın içinden ellerini uzatarak yalvaran gözlerle yardım istiyordu. Uçurumun kenarında gördüğü yaratık ve kuş abisinin yanı başında sanki ölmesini bekliyorlardı. Abisine doğru ilerledi, ellerini uzatarak onu çekmeye çalıştı fakat bir türlü karanlığın içinden çıkaramıyordu.
İrkilerek uyandı ve birden hayatında hiç görmediği bir güzellikle karşılaştı. Kanatlarını iki tarafa doğru açmış, rengârenk gagasıyla, ışık saçan gözlerini kendisine dikmiş kocaman bir kuş… Altın sarısı kanatlarının arasına rengarenk desenler serpiştirilmiş, tüyleri bir anne kucağından daha yumuşak, dünyayı sırtında taşıyabilecek kadar kuvvetli ve büyük, bütün insanların acılarını yüreğine sığdırabilecek kadar merhametli ve her kanat çırpışında yeryüzünü mutlukla doldura bilecek kadar sevgi dolu, belli ki umudun dostluğun ve barışın ta kendisi bu kuş.
Genç, kuşu gördüğü anda bütün korkularından uzaklaştı. İçi tarif edemediği bir huzurla doldu. O ana kadar yaşadığı her şey gözünde basitleşiverdi. Sanki hayata yeniden başlıyor gibiydi. Yüreği yerinden fırlayacakmışcasına heyecanla atarken aklı bütün soruların cevabını bulmanın huzuruyla rahatlamıştı. Genç:
- Adın ne? Dedi kuşa.
- Ben Cennet Kuşuyum.
- Nereden geldin, nereye gidiyorsun? Dedi genç.
- Ben hep buradaydım, sen geldin.
- Dağın ardındaki sen miydin? Diye sordu genç meraklı bakışlarla.
Cennet kuşu cevap vermeden kanatlarını gence doğru eğerek üzerine binmesini istedi. İhtiyarın “cesaret bir kuşun kanatlarında sana sunulduğunda sakın geri çevirme” dediğini hatırladı genç. Hiç endişe duymadan yumuşacık sırtına oturdu kuşun. Sanki kuşun kalbi gencin kalbinde atmaya başlamıştı. Kelimelere ihtiyaçları yoktu artık. İçinden geçirdiği her şeyi kuş hemencecik yanıt veriyordu. Gökyüzünde uzunca bir süre salındıktan sonra gitmeleri gerektiğini anladı genç sonsuz yolculuğa. Abim dedi iç geçirerek onu da yanımıza alabilir miyiz? Ben de bunu bekliyordum diyerek gülümsedi kuş. Göz açıp kapayana kadar abisinin yanındaydılar. Tıpkı rüyasında olduğu gibi karanlıklar içindeydi abisi. Cennet kuşunun gelmesiyle etraf aydınlanmıştı. Genç abisinin şaşkın bakışları içinde kuşun kanatlarından aşağı süzüldü. Sıkıca abisine sarılarak onu yalnız bıraktığı için özür diledi. Abisi:
- Kendimi beğenerek hata yaptım. Seninle beraber ışığa gelmeliydim. Dedi.
Abisinin pişmanlığını fark eden genç onu daha fazla üzmek istemediği için:
- Her ne yaşandıysa geride bırakalım ve evimize gidelim. Dedi
- Cennet kuşu yumuşacık sesiyle;
- Artık geri dönemezsiniz, dönseniz de sevdiklerinizi bıraktığınız yerde bulamazsınız unuttunuz mu ihtiyarın dediklerini? Şimdi söyleyin bakalım geri dönmek mi istersiniz, benimle gelmek mi?
İki genç birbirine bakarak cennet kuşuyla gitmeye karar verdiler. Kuş bu karardan memnundu. Sizleri bu zorlu yolculuğu başarıyla bitirdiğiniz için ancak çok az insanın görebileceği en güzel diyara götüreceğim. Uzattığı kanatlarıyla gençleri kavradı ve son bir kez köyün üstünden süzülerek göğe doğru yükseldiler. Onlar köylüleri gördü. Köylüler hiçbir şey fark etmedi. Sadece ihtiyar bilge onları fark etti ve el salladı hoşça kalın dercesine.
Gençler hiçbir zaman geri dönmedi. Köylüler her sabah dağlara bakarak onları bekledi. İhtiyarı dinlemeyip gitmelerine izin verdikleri için pişman oldular. İhtiyar hep sustu gençlerin yanına gidene kadar.
YORUMLAR
Çok ilginç bir öykü.
Bir o kadar da dersler içeren.
Paylaşım için teşekkürler...