Hikmeti Düz Ovada Vurdular!
Hikmet aramak neydi?
Hiçbir olgunun nedensiz olmadığını bilenler, bazen sadece sonuçlara odaklandıklarında; uzak kaldıkları o nedenleri, bu kez bizzat kendi elleriyle üreterek, yanlış yargılara ulaşabilirler. Oysa yapay gerekçeden daha uydurma, ikiliğe düşürücü başka bir şey olabilir miydi?
Hikmet:
“Hikmet, varlık ve olaylarla ilgili olarak insana huzur ve mutluluk veren, derûnî bir seziş ve idrâkin adıdır. Hikmet ilimden farklıdır. İlim kitap okumak ya da muallim/hoca vasıtasıyla elde edilen bilgidir. Hikmet ise olayların arka planını kavramak için sebepler üzerine kafa yormak, eşya ve olayları gönül gözüyle yorumlamaktır.”
“İnsan hikmet ilişkisi, hikmeti aramakla başlar; hikmeti görmek ve bulmak şeklinde devam eder. Hikmeti bulan hikmetle bakmaya, hikmetle konuşmaya ve hikmetle yaşamaya başlar. Doğrudan hikmeti bulamayan da bu konuda aczini itiraf eder. Nitekim Türkçede kullandığımız: “Hikmetinden sual olunmaz” sözü, hikmet arayışında acze düştüğümüzde yapacağımız bir itiraftır. İnsan olayların ve varlık âleminin gidişatındaki hikmetler konusunda verilecek cevap bulamazsa: “Hikmetinden sual olunmaz” diyerek küllî iradeye teslim olur ki bu da bir hikmettir.“
“Eşyanın hikmet, sır ve inceliklerini kavramak insana basiret kazandırır. Ya da bir başka ifadeyle basiret nazarı, insan gönlünü hikmetle buluşturur. Bu yüzden ehl-i dil insanlar sürekli hikmet arayışı içerisindedir. Hikmet arama kaygısı kişiyi cehâlet, hamlık ve hatadan uzak tutan bir haslettir. Hikmet bir bakıma ibret alma, basîret (sağgörü; gerçeği, kalp gözüyle görüp anlama; sezme) nazarıyla bakma anlamına gelir. (Prof. Dr. Hasan Kâmil YILMAZ, Diyanet Dergisi, Ocak 2012, Sayı: 253)”
‘Sözde ve davranışta tam ve doğru isabet’ veya “Kur’an’da Allah’ın peygamberlerine ve seçkin kullarına verdiği ‘derin anlayış’ yeteneği” olarak açıklanabilen ‘Hikmet’ tanımının en yaygın olanları; “giz, amaç, yarar” anlamına gelenlerdir. Bir işin hikmeti sorulduğunda; amacı veya ne gibi gizler içerdiği araştırılmış olur. Tam tersine ‘hikmetinden suâl olunmaz’ hükmü; hikmeti araştırmaya karşı değil; hikmeti bilinemeyenlere yönelik olarak söylenen ve ‘hikmetsiz olgu vardır’ kavramına karşılık gelen bir ifadedir. A’raf suresi 179. ayetinde kalpleri olduğu halde anlamayan, gözleri olduğu halde hikmetleri görüp sezmeyen, kulakları olduğu halde doğruyu duymayan insanların, mertebece aşağıda ve gaflet ehlinden oldukları bildirilir.
Felsefe; asla hikmet üretmeye aday değildir; amaçları araştırmak için uygulanan bir ruhsal yoldur, akıl yürütmedir. Eğer varsayımlara ve öngörülere dayanıyorsa, hikmetin kesinliğine gölge düşer. Bu nedenle din felsefesi, hüküm (kesin önerme) ve sonuçları (kesin yarar = açık delil) arasındaki bağlantıları bulmak işini kapsamalıdır. Zaten akıl bilgiyi üretmez, türetirdi; mevcut bilgiyi değerlendiren akıl, bu felsefe yoluyla yeni bağlantılara (gerekçelere, hikmete) yönelir.
Hikmet ararken, buna ilişkin verilmiş bilgilerin dışına çıkmak gerekmez. Yoksa hikmet çabası, bâtıl fikirler üretmekten öteye gidemez.
Olgu + hikmet (bilgisi) belli > anlam yükle (tümel hazır)
Olgu + hikmet (bilgisi) saklı > akıl yürüt (hikmet ara, tümele git)
Bir olgunun hikmet bilgisi belli ise, üzerinde felsefe yapmanın anlamı olamaz; çünkü olgunun büyüklüğünün anlamaktan başkaca bir iş kalmamıştır. Ancak hikmet bilgisi saklı ise, olgu üzerinde akıl yürüterek, bağlantılar için önermeler kurulabilir; gerekçeler araştırılır (ama sonuçta, gerçek hikmete ulaşıldığına ilişkin bir dayanak yoktur).
Hikmeti saklı olgulara yüklenmiş anlamın büyüklüğünü algılamaya çalışmak; yaratan ve sunan adına erişmek için gereklidir. Taklidî inanç, aklî olandan daha kolay bir şekilde yolunu şaşırabilir.
Fetvâ Mantığı ve İkilikler:
Fetvâ; İslam hukuku ile ilgili bir sorunun dinî hukuk kurallarına göre çözümünü açıklayan, şeyhülislâm veya müftü tarafından verilebilen dini belge olup, dini veya hukuki bir konuda görüş bildirmek anlamına da gelmektedir.
Fetva verenler (müftîler) birer hocadır, görüşlerini bildirirler. Görüşlerini tutarlı ve mantıklı bulanlar buna göre amel eder; tutarsız bulanlar da başka bir müftîye sorar, onun fetvasıyla amel ederler. Bu konuda herkesin ortak bir karar vermesi düşünülemez. Zira fetva, ayet ve hadislerde açık bir hüküm bulunmadığı zaman verilir. Bu durumda da her âlimin ortak bir görüş bildirmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. İçlerinde doğru fetva verenler olacağı gibi yanlış fetva verenler de olacaktır. Mükellefe düşen ise bu konuda araştırma yapmaktır. Fetva verenlere delili sorulur ve bu delillere göre biri tercih edilir. Aslında müslümanlar, “kimin ne dediğine değil; neyi nasıl söylediğine bakmakla yükümlüdür. Sorulan bir sorunun cevabı için önce “caizdir” diyenlerin, ardından da ‘caiz değildir’ diyenlerin delillerine bakılır. Hangisinin delilleri daha kuvvetli ise ona göre hareket edilir.
Fetva, bir hususun dine uygun olup olmadığını, hangi fıkıh kitabının neresinden alındığını bildiren hüküm demektir. Mehazını (bilginin alıntı yapıldığı kaynağı) göstermeden ‘caiz’ veya ‘caiz değil’ demek; fetva olmaz. Fetva veren Müftinin müctehid olması gerekir. Müctehid olmayan kimse müfti yapılırsa, bunun müctehidlerin bildirdiklerini okuyup, öğrenerek bunları söylemesi gerekir.
“Bir ’fetvâ’da delil (hikmetin kaynakları) dört şekilde (1. Kur’an, 2-Sünnet; 3. İcmâ; 4. Kıyas-ı Fukaha) aranır. Bu sıralama izlenerek fetva verilir. Yalnızca Kur’an’ı delil olarak kabul etmek, doğrudur, ancak uygulamanın açılması bakımından sünnetlerle yola devam edilmesi gerekir.” “Sünnet, icma ve kıyas, Kur’an-ı kerimde bulunmayan şeyleri eklemek değildir. Bunlar, Kur’an-ı kerimin içinde kapalı olarak bulunan bilgileri meydana çıkarmaktadır. Müctehid (bir konu hakkında var olan delilleri inceleyerek hüküm çıkartan bilim adamı), bir işin nasıl yapılacağını, Kur’an-ı kerimde açık olarak bulamazsa, hadis-i şeriflere bakar. Bunlarda da açıkça bulamazsa, bu iş için bir ‘icmâ’ varsa, öyle yapılmasını bildirir. Bunların dışında kalan her şey bid’attir.”
Öte yandan, fıkıh bizim mantığımızdan ibaret olmayabilir, ancak naklediliş biçimine dikkat edilmediğinde ise dinin, aklî değil, naklî olduğunu ’düz mantık’la ileri sürerek, ’nakledici’lerin kusursuz olabileceğini söylemek de mümkün değildir. Gerçekte, ‘nakledilebilirlik’, akledilebilirliğe gölge değildir; çünkü nakledilenin içinde değişmez olmayan yorumlar da zaman içinde katılmış ve böylelikle irşat yolu da kapanmamıştır.
Gazali’nin mantığa bakış açısı ‘mantık öğrenmek farz-ı kifâyedir’ şeklinde verdiği fetva ile özetlenebilir. Mantığın lüzumu konusunda Gazali çizgisinde olan İbn Hazm da mantığın dinî ilimler için gerekli olduğunu bu ilmi bilmeyenin Allah’ı anlamada noksan kalacağını belirtir. O, bu ilmi bilmeyene Allah’ın kelamı daima kapalı olduğu gibi O’nun sünnetini de anlayamayacağını, bu sebeple hakkı bâtıldan tam manasıyla ayıramayacağı için imanı ‘taklidî iman’dan ‘tahkikî iman’a asla ulaşamayacağını, taklidî imanın da Müslüman için kınanmış bir durum olduğunu dile getirerek, mantıkla din arasında sistemli bir ilişkinin varlığını iddia eder.
İnsanda akıl varsa, bununla ‘doğru’ bir mantık işletir ve tümüyle ‘doğru’ hükümlere varır zannederiz. Ancak aklın, tüm bilgileri veya önermeleri kapsayarak çalıştırılıp çalıştırılmadığına ise hiç dikkat etmeyiz. Bir yandan ‘evren vardır/yoktur’ ikiliği, öte yandan ‘günahtır/sevaptır’ fetvaları; çoğu bilginin göz ardı edilerek, gerekçelerini de çoğulladığımız sonuçlara vardırır. ‘Çoklu’ (birbirinden giderek farklılaşmaya başlayan yargılara / neredeyse karşıt yollara) da iter düşünenleri. Örneğin; iki âyet ve veya iki hâdis arasında ayrılığa düşenler; ikisinin dayandığı olayı ve içinde yatan gerekçeyi (hikmeti) göz ardı ederek, sadece aynı sonucu veren farklı uygulamalar olarak değerlendirirler.
Buna en büyük örnek; kanın, abdesti bozup bozmaması ikiliğidir. Savaştaki kan ile yüzdeki sivilcenin kanı; kaynağı itibariyle farklı ortam ve sonuçlara yol açarlar. Savaşta, kan ve toprak, teyemmüm için yeterli olduğu gibi, bir kirlenme veya hûşû bozucu etken olarak algılanmadığından; ‘abdest bozucu’ değildir. Barışta, kan ve su, teyemmüme gerek bırakmayan bir karşıtlığa sahiptir ve biri diğerinin kirini siler, ortamda başkaca hiçbir hissedilir hareket olmadığından, bu pıhtılaşma gerilmesinin ortadan kaldırılması, hûşû için kanın giderilmesi gerektiğinden; ‘abdest bozucu’dur.
“Esasen Kur’an’da abdest, sadece ve sadece namazın bir şartı olarak anlatılır. Ayrıca camiye girerken, Kur’an okurken, namaz dışındaki herhangi bir ibadet için abdestin veya bir boy abdestinin (gusül) alınmasından söz edilmez. Kur’an’da abdest ve boy abdesti iki (5 Maide Suresi 6; 4 Nisa Suresi 43) ayette geçer.”
“İki şeyin birbirine karşılıklı ve eşit olarak benzemesine teşâbüh, benzeyenlerden her birine müteşâbih denir ki, biri diğerinden seçilemez, zihin onları ayırt etmekten aciz kalır. Teşbih ve müşabehette bir taraf eksik ve ikinci derecede, diğer taraf tam ve esas olur.”
“Kur’ân’da geçen her şey çifttir; emir-nehiy, amm-has, mücmel-mufassal, yer ve göklerin durumu, cennet- cehennem, karanlık-aydınlık, korku ve ümit gibi çifter çifterdir. Maksat Allah’ın dışındaki her şeyin çift olduğunu açıklamaktır. Bu da her şeyin zıddıyla yani kendine ters gelenle imtihan edildiğini gösterir. Tek olan sadece Allah Teâlâ’dır” (Fahrettin Râzî).
İki sünnî (peygamberin bizzat gösterdiği davranışa uygun) tatbikî benzerlik; abdest ile kanın bir arada geçmesidir. müteşabih mesânî (birbirine benzer ikişerli kümelerden oluşan, bakış doğrultusuna göre ikişer anlam çıkarılabilen) âyetler gibi; bir uygulamanın, bulunulan ortama (bakılan açıya) göre iki farklı anlama gelebildiği açıktır. Ancak burada her ikisi de doğru olup, birini diğerine karıştırmak suretiyle, anlamın çaprazlanması, uygulamadan sapılmasına, aşırı kurallar konulmasına, bazen de hüküm uygulamalarının esnekleştirilmesine yol açabilir.
İmamlara kadar varan bir derinlikle, iki farklı mezhep ortaya çıkaracak düzeylere gelebilen bu uygulama yorumları; aynı kutsal kişinin birbirine çelişik sünnetleri olarak değerlendirmeye kadar varır. Oysa kutsal kişinin birbirine çelişik sünnetleri olamaz, her birinde ayrı ayrı hikmetler olabilir ve bu iki hikmet çelişmez. Yorum farklılığı; apaçık çelişik (çapraz) eşleştirmeye dayanan bir mantıkla işlem yapmaktan kaynaklanmaktaydı. Yani bu yorumla; savaştaki kan, barıştaki abdestle barıştaki kan da savaştaki abdest ile eş düzeyde algılanmıştı.
Başka bir açıdan fıkıh kitaplarında, gusül abdesti alınırken yıkanmasında güçlük olan yerlerin yıkanmasının, Hanefî mezhebince farz olarak yorumlanmadığı açıkça ifade edilmiştir. Bu hüküm, inanç yolundaki kişilerin (müslüman) önlerine çıkan güçlüğün azaltılmasına ilişkin âyetlerden çıkarılan bir yargı olarak verilmektedir.
Diğer taraftan, benzer bir ikilik (düz mantığın ikiz yorumu); seferî olanın namazını kısması yönündeki gerekçedir. Bu, daha ileri bir yorumdur; çünkü bir tek olayın hikmetinde bile ikilik vardır. Kutsal kişi, bir keresinde namazını kısa tutmuş ve yoluna devam etmiştir, Başka bir keresinde ise hiç gerek olmadığı (tüm günahlarının affedildiği) bir durumda ise namazı çok sevmiş, uzatmış ve şükretme olarak yorumlamıştır.
Namazı kısa tutma uygulamasına ilişkin bir yorumda; eğer namazı kısmak, insana verilmiş bir ruhsat (ikram) ise ve insan bunu kullanmazsa, bir edep hatası yapmış olur (Hanefî). Buna bakıldığında, insanların güç durumlarında namazı kısma izni verildiği bilinmekle; ancak bu ortam da bile kendisini herhangi bir güçlük içinde hissetmediğinde, seferî iken daha uzun namazlara meyledenin; aslında doğru mantığı kullandığı anlaşılır. Yani güçlük varsa, izin verildiği ölçüde ‘ruhsat’ kullanılır. Hiç bir ruhsat, sevabı artırma dileğini engelleyici değildir; tam tersine tümü de zorluğu azaltıcı (şükretmeyi artırıcı) niteliktedir. Ancak bu harama yasaklayıcı yöndeyse, ruhsatların yanlış algılanmaması gerekir. Yani küçük hataların bağışlanabileceği bilgisi, onları bilerek yapmayı gerektirmez; tam tersine tekrar yapılmamasını amaçlar, mühürlenmiş bir kul gibi görülmemekle, inanç için çalışmayı güçlendirir.
Mantık Yanlışları ve Sonuçları:
Kutsal kişinin uygulamalarına yönelik olarak yanlış yorumlar yapılırsa, yine kutsal kişinin farklı olaylarda çelişik davrandığı sonucuna bile götürür. Çoğu yorum hataları, diğeri göz ardı edilerek, sadece bir tek uygulamaya dayanarak yapılıyor. Oysa bir tek uygulamanın hikmeti; diğeri ile karıştırılmadan değerlendirilmelidir. Farklı iki uygulamada aranacak ortak hikmetse, değişken durumlarda daha geneldir ve yorumun yönü de yapıcı olmalıdır. Yani uygulamanın değişkenliği, temelde değişmeyen ve güçlendirilmesi gereken bir inanç bütününe nasıl bir etkide bulunduğuna bağlı olarak yorumlanmalıdır.
Burada verilen örneklerden de görüldüğü üzere, bir uygulamanın ardındaki hikmeti doğru yönde değerlendirmemenin sonuçları, ek hükümler ekletebilir veya sahih hükümlere ters davranışları da doğurabilir. Bazen ters yorumlar, sınırları katılaştırır; ruhsatla sağlanan değişkenliği bile kısıtlar. Bazen de ters yorumlar, sınırları olumsuz yönde değişken duruma sokar; hangi zeminin doğru taraf olduğunun algılanması bile zorlaşır; bu şekilde bir müslüman (islâm yolundaki kişi), imânı güçlendirme sonucuna erişemez.
Aslında akıl, birkaç farklı ortamın özellikleriyle ortama bağlı olarak yapılan uygulamaların ilişkilerini / gerekçelerini çözecek kadar yetkindir. Ancak insanları ‘düz mantık’ yürütmeye zorlayan nedenlerin başında; ‘olayların tümü üzerinde ayrıntılı düşünme ve sonuçlar çıkarma tembelliği, bunu başkalarının yapmasını beklemesi ve sonuçta da geniş açılı görmeyi bırakarak, dar çerçevede yaşamakla, daha muteber (yüce) olmaktan uzaklaşarak, aklını kullanma yetisini köreltmesiyle sonuçlanmaktadır.
‘Düz Mantık’:
‘Aristo Mantığı’ olarak tanımlanır. ‘Doğru-Yanlış Mantığı’ ya da ‘(0-1) Mantığı’ da denir. Bu mantığa göre bir şey doğru değilse yanlıştır. Yani ‘kestirip atmak’tır (straightforward logic / plain logic / simple logic). ‘Kuantum Mantığı’ (‘fuzzy mantığı’ / ‘saçaklı mantık’); bir şey siyah değilse beyazdır denemez. Yani ‘doğru’ ile ‘yanlış’ arasında çok uzun bir mesafe vardır. ‘Diyalektik Mantık’; bir şey, bir şeyden ya küçüktür ya da büyüktür ya da eşittir. Ancak dördüncü bir durumun olabileceğini de kabul etmek; çelişmezlik değil çelişebilirlik durumunu benimsemek gerekir.
Gerçekte ise doğadaki nesnelerin asla dik açılı olmaması gibi, her şeyin biraz ovallaşmasına benzer olarak; gerçekleştirilmesi ‘yüzde yüz doğru’ (kesin) olgular bulunmaz. Hiçbir kimyada net bir ölçü bulunmaz, çünkü moleküllere farklı / tek sayıda bağlanan atomlar vardır. Yönetişimde, iki eylemi uzlaştırmak zorunda kalırsınız; iki işi aynı anda yürütmek için ödün vermeye mecbursunuz. Çünkü gerçek denge, pratikte erişilemez bir noktadır; terazinin dengeye geldiği noktayı bulmak güçtür. Yaklaşımların ‘yeterince doğru’ sonuçlar verdiğini gördüğünüz zaman, ‘adâlet’ sürecini durdurursunuz ve artık ‘doğru’ iş yaptığınızı (hakkâniyetle davrandığınızı) hissedersiniz, çevrenizde de sonuçlar açısından kabul görürsünüz, takdir edilirsiniz.
Yani, ’bütün dünya düz ovalardan oluşmaz’ demeli miyiz?
Kör At:
‘Nâdir olan şeyler değerlidir’ hükmü (önermesi), ‘Aristo mantığı’ diye de bilinen düz mantığa itiraz için kullanılır. Peki, “Nâdir olan şeyler değerlidir, kör at da nâdir bulunur, o halde kör at da değerlidir” mantığının yanlışlığı nasıl bulunur?
Bir değişim gördünüz çevrenizde; derhâl üzerinde düşünülmesi gereken esas soruyu bulmalısınız: yani bu olay için bir düşünme süresi biçmelisiniz. Değişimin daha önceki duraklarına bakıldığında, ‘düz mantık’tan kaçınan birinin, duyduğu kuşkularına hak verdirecek özellikleri açık seçik görebileceğini anlarsınız. Örneğin; size, garip geliyor mu bu durum, bildiğiniz mantık kurallarını zorlayan bir tarafı yok mu? Acaba ilk elde tartışmasız ‘doğru’ gibi görünen bu denklemler ‘yanlış’ olamaz mı? ‘Akla da, mantığa da aykırı olmasının, sizi derin düşünmeye yönlendirmesi gerekirdi zaten. Demek ki; ‘değerli’ diye ‘kör atı’ mı sokuşturuyorlar gündeme? (Fehmi KORU).
Yuvarlak Mantık:
Belki de çevremizde cereyan eden onca olguyu irdelediğimizde, yanlış sonuçlara ulaşıyor olabilirdik. Belki de dayatılan işlerde, iknâ etmenin bir yoluydu bu; günlük hengâmenin içinde boğuşan kitlenin, derin düşünme için zaman bulamayacağını bilenlerin taktiği idi. Sadece ‘Aristo mantığı’ için akşam haberlerini izleyecek kadar zaman ayırdığınızda; ‘doğru’ olan bir eyleme, ilk tepkimizi hatırlayın: ‘Lânet olsun, başımıza taşlar yağacak!’ Yahut derince düşünüldüğünde ‘yanlış’ olduğu ortaya çıkacak olan bir eyleme: ‘Bravo, yapıyorlar abi!’ demez miyiz?
Tam tersine, oldukça basit bir mekanizmaya sahip bir sürecin içinde de, hiç olmadık ‘akıl oyunları’ bekleriz. ‘Komplo teorileri’, bunun için biçilmiş kaftan gibi, duvarda asılı durmaktadır. ‘Derin düşünme’ alışkanlığında olanların düştüğü bir tuzak gibidir belki; bu kez her şeyin altında bir ‘buzağı’ ararlar. Oysa olay, bir ‘bebeğin ağlaması’ ve ‘altının ıslaklığı’ bilgilerini birleştirip, sonuç eylemininse ‘bezini değiştirme’ gibi ‘doğru’ bir hareket olması kadar kısa ve açıktır. Yani bu eylem, ‘derin devlet’ veya petrol tröstlerinin işi olamazdı; bebeğin sırtında ‘süpermen’ damgası olmadığı sürece.
Bazen de olayın tümü birden kurgulanmış ve servis edilmiştir. Mütefekkürlerin (derin düşünme müptelâlarının) kuşkuculuğunu doyurmanın yolları da açılmış, birbirini destekleyen kurgu bilgilerle, yargıların da nereye ulaşacağı belli olduğu bir süreçle, güdümlü bir akıl yürütmeye çağrılırsınız. Önemli olaylar için bu kurgunun maliyeti, faydalarına göre oldukça düşük görüldüğünden; bunun için ofisler bile açılır. Yani aklın satrancı zaten oynanmış, ‘vezir’i tutan eliniz bile, aslında ‘piyon’ rolünü kapmıştır.
Yani, ’dünyada dağlar, denizler de var’ demeli miyiz?
Kutsal Kitap, Düz Mantığı Reddeder.
"Kur’an’a; "çok okunan" anlamı verildiğinde malumdur ki nesne kabul edilmiş olur. Özne ise onu okuyan kişidir ve nasıl anlamak istiyorsa öyle anlar veya anlamlandırır. Anlamlandırma veya anlama çabası, aldığı eğitim ve elde ettiği düşünce süreğinin bir sonucudur. Bu nedenle Kur’an o kişinin düşünce dünyasının bir delili ve meşruiyetinin dayanağı haline dönüşür. Örneğin düz mantık/Aristo mantığı ile eğitim almış ve onu içselleştirmiş biri, Kur’an’ı bu mantıkla yorumlar/anlamlandırır. Her ne kadar "Kur’an ile düşünüyorum." iddiasında da olsa, metni; düz mantığın önermeleri, gramer bilgisi ve sözlük dizgesiyle zihninde canlandırır. Sonuçta Kur’an kişinin aklî dizgelerinin, önermelerinin delili haline dönüşür.
Kur’an’da hiç kuşkusuz düşünmek, tefekkür etmek anlamına gelen ayetler bulunmaktadır. Ancak düşünmek, inançlı bireyden beklenilen tek şey değildir. Her zaman övülen bir yönü yoktur. Hatta Kur’an, tefekkür etmenin her zaman insanı doğruya götürmediğine işaret eder; ’O düşündü ve kararını verdi. Canı çıkasıca ne biçim takdir (karar verdi) etti.’ (Müddessir:18-19). ’Sonra arkasını döndü ve büyüklük tasladı. Bu, dedi, başka değil öğretilegelen bir sihirdir. Bu, sadece bir insan sözüdür.’ (74/23-24) bu tanrının sözüdür diyenleri akla getirir birden. Zira düşünce dünyamız neye göre formatlanmış ve biçimlenmiştir? Okuyucuyu kişisel yargılarının mahkûmu olmaktan kurtarıp; tekdüze, alışa geldiği, ezberlediği düşünce kalıplarından çıkarıp, yeni bir düşünce dünyası kazanmasına işaret etmektedir." (Kur’an Üzerine Bir Tefsir Denemesi, Hayati Esen).
Diğer taraftan, “Kur’an’dan doğru bir hüküm çıkarmak için bilinmesi gereken iki önemli gerçeğe dikkat etmek gerekir. Birincisi okuduğumuz ayetin iniş sebebidir. Yani hangi şartlardaki konu hakkında inmiştir. İkicisi ise, aranan konu hakkında kesin hükmün, o konuya ait en son inen ayetlerde olmasıdır. Bu iki esasa dikkat edilmezse başka bir konuyu açıklayan bir ayet, ilgisi olmayan bir konu hakkında hüküm olarak değerlendirilme yanlışına düşülebilir. Savaş meydanlarında inen bir hükmü, barış ortamlarındaki bir hüküm olarak kullanmak gibi bir durum buna örnektir.” (İlhan Akkurt).
Sonuç ve Kanaât
Görüldüğü üzere bazı ‘yan’ (destekleyici / anlamlandırıcı) bilgiler olmadıkça, salt metinlerin, farklı yönlere çekilebilen yorumlara mazhar olduğu açıktır. Yani özellikle kutsal yazıların derin olduğu bilindiğinden; düşünceyi anlam çokluğuna götürebilir. Oysa tefekkür (derin düşünme), sadece bir yargı ile yetinmeyen, bilgi demetini bir arada yorumlamaya çalışan bir zihinsel eylemdir.
Öte yandan, tüm bilgilerin katılması suretiyle aklın kullanıldığı süreçlerde, ‘doğru’ sonuçlara varmak mümkün iken, yarım bilginin tefekküre dadanması; insanı, tam tersine ‘yanlış’ (köreltici / kuşkulandırıcı) yargılara da bulaştırır.
YORUMLAR
Aslında akıl, bilgi olmaksızın içi boş olarak işleyen bir makine, üretimi olmayan bir değirmen gibidir.
Bilgiyi noksan olarak ele alır ve aklederseniz; çıktılarınız mantık dışı kalabilir.
Bazen de bilgiler tam olarak elinize gelir; yarım-akılla değerlendirirsiniz çoğu şeyi. Hele bu bilgiler, birbirine oldukça yakınsa ve farklı durumlarda farklı sonuçlar üretiyorsa, o zaman akıl yürütmenin sorumluluğu alabildiğine artar..
İşte tam burada, düz mantığın tehlikelerine değinmeden geçemezsiniz. Bazılarının 'Aristo Mantığı' dediği mantık yürütme biçimi; basit olgularda geçerli olabilir, ancak karmaşıklaşan neden ve sonuçlarda işlemez. Yanlış sonuçlar üretmeye başlar ve bunun sonuçlarının da, hiç ummadığınız sorumluluklara yol açtığını üzülerek görürsünüz.
Bu makale, dost ortamlarında genellikle tartışılan ve ayaküstü verilen hükümlere karşı, daha derinine irdelenmiş bir süreci anlatmaya çalışıyordu. Öte yandan başkalarınca çağlar önce yürütülmüş akılların ve bunların ardındaki hikmetin yanlış yorumlanabilirliğini de dikkate alınmasını öneriyordu.
Çünkü aslında akıl yürütme, çağlar öncesinin sararmış kâğıtlarında olsa da, doğru olmayabilirdi. Ayrıca mantık, bilgileri doğru yorumlamayı gerektirir; gizli başka bilgilere de dayanmadığı sürece, kişiye veya birilerinin deneyimlerine bağlı değildir.
Bu açıdan bakıldığında uygulamaların çeşitliliğinin altında yatan gerekçe (hikmet); kuşaktan kuşağa geçen bilgilerin, akıl yürütmeden, süzgeçten geçirilmeden aktarıldığını gösterir. İnsanların çoğu toplumsal olayları yaşamasının, birbirleriyle çelişmesinin nedeni de bundan olsa gerektir.
Katkılarınız için çok teşekkürler.
Bir dost diyor ki:
"Hikmet için bir dolu tanım var tabi ki ama akla en yatanı benim gözümde ''Eşyanın hakikatini kavrayabilme becerisi.'' diyebilirim. Hikmeti aramak tabi ki önemli daha önemlisi bulabilmek her arayanda bulamıyor netice olarak. Bazı bulduğunu zannedenler de yanılmış olduklarını daha sonra anlıyorlar.
Gelelim fıkıh konusuna ki İslam hukukudur kısaca açıklaması verilen kaynaklara bakılarak hüküm verilebildiği gibi, sonuçta hüküm verenlerde hata yapma, yanlış hüküm çıkarma gibi sonuçlarda olmaktadır...
Allah dışında ki her varlığın zıttı ile kaim olduğu gerçeği de güzel vurgulanmış, buradan tabi ki Allah'ın tek ve benzersiz olduğu gerçeğini göz ardı edemeyeceğimiz ortaya çıkıyor. Çeşitli ayetlerde de belirtilmiştir zaten. Eğer bir çok Tanrı bulunsaydı birbirleri ile çekişirler ve kainatta düzensizlik olurdu diye de geçer ayet de.
Devam eden bölümlerde mantık ve felsefeye de değinilmesi gayet güzel. Kur'an mutlaka sürekli olarak okunmalı, ancak bilgiler başka bilim kitapları da yanında okunarak sağlamlaştırılmalı ki daha bir faydalı olsun kanaatimce.
Derinliği olan güzel bir yazı kaleme almışsınız yine Orhan bey kutlarım..."