- 953 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
HAYALLERİM GERÇEK OLDU
Zamanın birinde kocaman bir şehrin küçücük mahallesinde, içinde mutlu insanların yaşadığı güzel evler vardı. Bu evlerin biri de Elif ve Yahya adında iki kardeşe aitti. Yahya yedi Elif ise dokuz yaşındaydı. İkisinin de sevgi ve iyilik dolu kalplerinde, büyük hayalleri vardı.
Gökteki yıldızlar, ay ve güneş Yahya’nın en yakın arkadaşlarıydı. Her çocuk gibi onun hayalleri, kendine ait özel bir dünyası vardı. Masal ve hikâyeler dinleyerek büyümüştü. En sevdiği kitaplar ise yaşanmış kahramanlık öyküleriydi.
İstanbul’un fethini dinlediği günden beri hayal dünyasının sahibi Fatih Sultan Mehmed olmuştu. Ulubatlı Hasan en çok sevdiği kahramanlardan biriydi. Bir gün Ulubatlı Hasan gibi bayrağı surlara dikerken kanepeden düşüyor, başka bir gün ise kumdan yaptığı kaleleri geçerken her yeri çamur oluyordu. Çanakkale zaferini okuduğu gün ise kesin kararını verdi. O da bir kahraman olacaktı. Bebekken dinlediği güzel masalların yerini, büyüdükçe gerçek kahramanların hikâyeleri alıyordu.
Günlerden bir gün çok heyecanlı bir halde eve geldi. Ayakları titriyor, nefes nefese olduğundan ne dediği anlaşılmıyordu. Bu durumu fark eden annesi Yahya’yı kucağına oturttu. Anlattıklarını dikkatlice dinledikten sonra gülümsedi. Hiç bir şey söylemeden ayağa kalkarak onu banyoya kadar götürdü.
- Lütfen ellerini ve ayaklarını yıkadıktan sonra sofraya gel, dedi ve mutfağa doğru ilerledi.
Yahya kalbi kırılmış bir şekilde mutfağa doğru ilerleyen annesine seslenerek:
- Sen bana inanmadın biliyorum ama geleceğine eminim.
- Sana neden inanmayayım küçük meleğim, diyen annesi, arkasına dönerek Yahya’ya gülümsedi.
Buna rağmen Yahya annesinin kendisine inanmadığını düşünüyordu. Anlattıklarının gerçekleşmesini dileyerek ellerini yıkadı ve yemek için mutfağa gitti. O akşam her zamankinden daha sessiz ve hızlı bir şekilde yemeğini yedi. Annesi ise arada bir ona göz kırpıyor ve gülümsüyordu.
Yahya’nın ablası ve babası, annesi ile aralarındaki gülümsemeyi fark ettiklerinde, ablası:
- Ne oluyor? Bana da söyleyin, dedi ve alacağı cevabı beklerken merak içinde annesine baktı:
- Söyleyemeyiz canım bu bizim sırrımız.
- Madem söylemiyorlar biz de onlara söylemeyiz, diyen babası gülümseyerek kızına baktı.
Yahya annesinin aksine başından geçenleri anlatmak için can atıyordu. Babasına doğru dönerek:
- Kandırıkçılar, sizin aranızda sır yok. Ama çok merak ettiyseniz size de anlatabilirim, derken heyecanını saklayamadı.
Kapının çalınmasıyla Yahya’nın sözü yarım kaldı. Koşarak kapıyı açtı. Gelen en yakın arkadaşı Doruk’tu. Elinden tuttuğu gibi arkadaşını odasına götürdü. Giderken çok oynayamayacağını ama “anlatması gereken şeyler” olduğunu söylüyordu.
Yemek bitmeden sofradan kalkmasını hoş bulmayan annesi yine de onu masaya çağırmadı. Sadece Elhamdülillah diyerek ellerini yıkaması gerektiğini hatırlattı. Arkadaşı yarım saat sonra odadan çıktı.
- Neler olduğunu yarın konuşuruz, dedi. Kapıya doğru ilerlerken Yahya’ya sarılıp “dikkatli ol” demesi evdekileri çok şaşırttı.
Yahya ablasının tüm ısrarlarına rağmen anlatmaktan vazgeçtiğini söyledi. Bir an önce yatsak diyerek etrafta gezinmeye başladı. Ablası hiç uykusu olmamasına rağmen kardeşinin ne yapacağını merak ettiğinden:
- Hadi yatalım, benim de çok uykum geldi, diyerek odasına girdi.
Annesi de mutfağı topladıktan sonra kitabını aldı. Çocuklara “iyi geceler” dedikten sonra odasına girdi. Eşine olup bitenleri anlattı. Her ikisi de çocukların neden bu kadar erken yattıklarını anladılar.
Evet, artık o an gelmişti. Yahya yatağına uzandı. Beklemeye başladı. Biraz sonra kapı yavaşça aralandı. Yahya yatağından fırladı ve heyecanla “Ben hazırım!” dedi. Odaya giren ablası şaşkınlıkla ona baktı “Hazırsan yat hadi” diyerek kitabını alıp odadan çıktı. Yahya kızgın bir şekilde yatağına uzanırken ablasına söylenmeyi de ihmal etmedi. Ablasının planı uyuma numarası yapmaktı. Böylece kardeşinin ne için hazır olduğunu öğrenecekti.
Az sonra kapı yeniden aralandı Yahya“Of abla, rahat bırak da uyuyayım” derken onun sesini duymasıyla ayağa fırlaması bir oldu. Evet, koskoca Fatih Sultan Mehmet, Yahya’nın odasındaydı.
Parkta İstanbul’ u fethetme oyununu oynuyordu. Fatih Sultan Mehmed birden yanında belirerek, akşam yattıktan sonra kendisini almaya geleceğini söyledi. Onu Yahya’ dan başkası görmemişti. Yahya çok şaşkındı. Bunun hayal olmadığına ve geleceğine emindi. İşte buradaydı. Çünkü o verdiği sözde dururdu. Yahya bunu bildiğinden eve gelince olanları annesine anlattı. Annesi de hiç sesini çıkarmayınca gidebileceğine karar verdi. Küçücük kalbi heyecandan duracak gibiydi. Ayakları titriyordu. Yüzü kızarmış bir şekilde kısık bir sesle koca sultana; “Ben hazırım!” dedi.
Fatih Sultan Mehmed, küçük Yahya’yı kucağına aldı. Alnından öptü.
- Hadi küçüğüm, İstanbul’u fethetmeye gidiyoruz, dedi.
Büyük sultan “Allahuekber” diyerek atına atladı. Önüne de Yahya’yı oturttu. Daha sonra odanın ortasında beliren parlak ışığın içine kendilerini atıverdiler. Yahya hem heyecanından hem de düşeceğim korkusuyla adeta ata sarıldı. Evet evet yanlış anlamadınız şu anda atın üzerinde uçmaktalar. Küçük Yahya’nın biraz telaşlı olduğunu gören Sultan Mehmet:
- Sakın korkma küçük kahraman! Ben senin yaşındayken, kararımı vermiştim. İstanbul’ u fethedip sevgili peygamberimizin övdüğü o kumandan olacaktım, dedi. Yahya utanarak da olsa çok merak ettiği bir soruyu sordu.
- Neden İstanbul’un alınması bu kadar önemli?
Büyük sultan Yahya’nın saçlarını okşayarak:
- Sen henüz bunu anlayabilecek kadar büyümedin, derken kendi çocukluğunu hatırladı.
Yahya biraz daha cesaretini toplayıp:
- Ama siz de bu kararı verdiğinizde çocuktunuz, dediği zaman Sultan Mehmed yanındaki çocuğun ne kadar akıllı olduğunu anladı.
- Haklısın ama izin verirsen bu konuyu daha sonra açıklayayım.
Büyük Sultan’ın bunu açıklamak gibi bir niyeti yoktu. Zamanı geldiğinde Yahya’nın kendiliğinden anlamasını istedi. Yahya ise bu soruyu sorduğuna pişman oldu. Padişahın neden cevap vermediğini bilircesine:
- Anladım efendim. İstanbul gibi önemli bir şehir kahramanların olmalıydı.
Bu cevap büyük padişahı bir hayli neşelendirdi. Atı uçsuz bucaksız gökyüzünde daha hızlı uçmaya başladı. Yahya yüzünü Sultan Mehmed’ in yüzüne çevirdi, ona bakınca utandı. Bunu fark eden büyük sultan gülümseyerek:
- Unutma seni benden başkası göremez. Benim yanımdan da çok uzaklaşma. Aksi takdirde uçsuz bucaksız vadilerde kaybolabilirsin. Eğer kaybolursan bil ki Allah’ı düşündüğün her yerde o senin yanındadır. Ben her zaman böyle yaptığım için Allah hep yardımcım oldu, dedi ve Yahya’yı alnından öptü.
Heyecandan olsa gerek Yahya’nın gözleri karardı. Aşağıya doğru düştüğünü zannederek kocaman bir çığlık attı. Büyük padişah onu tutayım derken gülümsemesine engel olamadı. Onun güldüğünü gören Yahya’nın yüzü, öyle kızardı ki, sessizce:
- Ama çok korktum düşmekten, dedi.
- Korkacaksın ki, hata yapmamak için dikkat edesin ama asla korkularına yenilmeyecek kadar da cesur olacaksın. Zaten öyle olduğun için seni yanıma aldım, diyen padişah, Yahya’ya cesaret verdi.
Yahya padişahın söylediklerinden dolayı çok mutluydu. Heyecan içinde “ İstanbul’a ne zaman varacağız?” diye sordu. Sultan Mehmed, hafifçe gülümseyerek “az kaldı evlat” dedi ve at yavaşça yeryüzüne doğru süzülmeye başladı. Rüzgâr Yahya’nın bedenini okşayarak geçerken, ruhu adeta gökyüzünde kalmıştı.
Her yer karanlık ve çok sessizdi. Padişah Yahya’yı kucağına aldı ve uzakları göstererek:
- Bak oğul tam elli üç gündür İstanbul kuşatması devam ediyor. Gün ağarırken son bir hücum emrimle fetih tamamlanacak dedi.
Demek ki Yahya, kuşatmanın son gününü görecekti. Aslında onun gönlünden geçen mücadelenin her gününü yaşayabilmekti. Padişah ikinci Mehmed bağdaş kurarak yere oturdu. Sonra Yahya’yı da kucağına alarak elli üç gündür yaptıkları mücadeleyi ve karşı tarafın direnişini tek tek anlattı.
İkinci Mehmed genç yaşına rağmen çok cesur ve akıllıydı. Kuşatma esnasında kullanılan toplar, surlara yaklaşmak için yapılan kuleler ve gemileri karadan yürütmek gibi dâhice fikirlerin hepsi ona aitti. Yahya hayran olmuş gözlerle ona baktı.
- Gencecik yaşınıza rağmen bunları nasıl başardınız? Derken sesi titredi.
Yaklaşık yüz bin kişilik Osmanlı ordusu İlk olarak 23 Mart 1453 günü Edirne’ den Kostantin’ e doğru hareket etti. On üç gün sonra İstanbul yani o zamanki adıyla Kostantin önlerine ulaştı.
Bu on üç günün ardından kuşatma başladı. Kuşatma heyecanla devam ederken, Bizans ordusu karşılarında hiç ummadıkları bir şey gördü. Kendilerine yöneltilen devasa topa dehşet içerisinde baktılar. Şahi adlı bu top savaşın kaderini değiştirecekti. Bizanslılar Haliç’ in deniz tarafındaki girişini kalın zincirlerle ve gemilerle kapatınca, Osmanlı’ ya engel olabileceklerini düşündüler. Yahya kendini tutamayarak:
- Boşuna uğraştılar. O zincirler hiçbir işe yaramayacak, dedi.
- Evlat sen her şeyi biliyorsun. Acaba anlatmasam mı?
- Hayır hayır! Ne olur devam edin, diyen Yahya hayranlıkla padişahı dinlemeye koyuldu.
Bizans ordusu bir sabah, Osmanlı donanmasının surlara dayandığını gördü. Haliç’ in önündeki gemiler ve halatların aynen durmasına rağmen bunun nasıl gerçekleştiğine inanamadılar. Büyük Sultan dehasıyla, gemileri karadan kızaklarla çektirip tarihe adını altın harflerle yazdırmıştı
Yahya bunları dinlerken aniden “Allahuekber” diyerek ayağa fırladı. Karşısında düşman askerleri varmışçasına heyecanla ellerini sağa sola salladı. Tebessüm ederek onu izleyen padişah ellerinden tuttu:
- Hele durasın evlat! Otur da dinlemeye devam et, dedi.
Yahya, padişah kendisini oturtana kadar, ayağa kalktığının farkında bile değildi. Yahya birden mahzunlaştı. Gözlerinden birkaç damla yaş süzüldü. Padişah bu gözyaşlarının fetih sırasında hayatını kaybeden askerleri için olduğunu anlamıştı:
- Oğul, bilesin ki şehitlerin ardından gözyaşı dökülmez! Neden mi? Onlar bizden daha diridirler. Kendileri için hazırlanmış cennet yurdunda hiç ölmemiş gibi ebediyen mutlu yaşarlar da ondan dedi
Yahya bunu öğrendikten sonra yüreği ferahladı. “Keşke ben de şehit olabilsem” diye içinden dua etti. Sultan Mehmed sesli bir şekilde “amin” dedi. Yahya hayretle padişahın kendisini nasıl duyduğunu düşündü.
O sabah namazdan sonra büyük padişah ve küçük Yahya ellerini açarak Allahtan, yani her şeyin kendisinden istenebileceği tek varlıktan zafer dilediler. Yaptıkları dua Yahya’yı heyecanlandırdı ve “haydi gidelim!” diyerek ayağa fırladı. Padişah Yahya’nın başını okşayıp “haydi evlat bugün zafer günüdür” sözleriyle onu atının üzerine oturttu.
Hızla ilerlediler. Nasıl olduğunu anlamadan Yahya kendini savaşın ortasında buldu. Her yerden “Allahuekber!” sesleri yükseliyor, her Osmanlı askeri, Allah için, vatan için ölmek adına birbirleriyle yarışıyordu. Karşı taraf da askerleri ve ateş toplarıyla direniyordu. Ne kadar çabalasalar da Osmanlı ordusunu durduramayacaklardı. Koca Sultan, Yahya’yı bir kayanın üzerine bıraktı. Kendisinden başkasının onu göremeyeceğini hatırlatarak askerlerinin arasına karıştı.
Sultan bir yandan savaşıyor bir yandan da mevzileri dolaşıp askerlerine moral veriyordu. Yahya da boş durmayarak, kuşatmanın bu son gününde fethi nasip edecek olan Allah’a sürekli dua etti. Yahya’nın gözleri savaş meydanındaki bütün o kahramanların içerisinde özellikle birini arıyordu. Şu anda olmak istediği yer onun yanıydı.
Tam bunları düşündüğü sırada birden olduğu yerde zıplamaya, “Allahuekber!” diyerek sevincini haykırmaya başladı. İşte oradaydı. Karşısındaki kalenin burcunda kahramanını, Ulubatlı Hasan’ı gördü. Kalbi adeta yerinden fırlayacak gibi atmaktaydı.
Aman Allah’ım buna inanmak ne mümkün. Yahya biliyordu ki, eğer kulu çok isterse Allah istediği her şeyi oldurur. Zaten bütün bu yaşadıkları da ancak böyle açıklanabilirdi. Ulubatlı Hasan’ın yanındaydı. Surlar çok yüksekti. Ulubatlı Hasan’ın yaralanmış vücudundan kanlar akmaktaydı. Fakat hiçbir şey Yahya’yı korkutmadı.
Ulubatlı Hasan, o kahraman asker yaralarına rağmen doğruldu. Kalenin burcuna zafer bayrağını dikti. Bayrak dile gelerek “Artık bitti, Kostantin bizimdir!” diye haykırdı.
Bayrakla beraber dimdikti Ulubatlı Hasan. Fakat yaraları onun yavaşça yere yığılmasına sebep oldu. Artık şehit olabilirdi, vazifesini tamamlamıştı. İşte o anda Yahya bu kahraman askerin kendisini görebildiğini fark etti. Usulca yanına çömeldi ağlamamaya çalışarak, şehidinin başını tuttu.
Büyük sultan, bu günden sonra adı Fatih olacak ikinci Mehmet, ona “şehitlerin ardından ağlama asıl geride kalanlara onlar ağlasın” demişti. Ulubatlı Hasan son nefesini verip şahadet getirmeden önce, gülümseyerek yerden aldığı küçük bir kaya parçasını Yahya’nın avucuna bıraktı.
O andan sonra Yahya için bilinmeze doğru bir yolculuk başladı. Oldukça aydınlık bir boşlukta uçarcasına kaydı kaydı… Sevdiği bütün kahramanlar yanı başından akıp geçti, o ise hiç birine dokunamadı. Nasıl ve nerede olduğunu anlamamıştı. Elinde sıkıca tuttuğu kaya parçası parladı. Ona baktıkça korkusu azaldı. Diğer yandan da dua ederek Allah’ tan yardım istedi. En sonunda vardığı yer ise hiç ama hiç tanımadığı bir yerdi. Birden elindeki taşın artık parlamadığını ve her nedense karnının çok acıktığını hissetti.
Her çocuk anne ve babasının prens ve prensesi, en değerli varlığıdır. Elif de dokuz yaşında güzeller güzeli bir prensesti. O akşam bütün çabalarına rağmen kardeşinin kendisinden sakladığı şeyi öğrenemedi. Kardeşinin odasına kitabını almak bahanesiyle girdi ama onu yatarken buldu. Neden “hazırım” dediğine ise hiç anlam veremedi.
Tıpkı Yahya’nın olduğu gibi Elif’in de hayalleri vardı. Ailesiyle beraber sohbet ettikleri bir gün konu hayal kurmaktan açıldı. Elif uzun zamandır merak ettiği bir şeyi sormak için annesine bakarak:
- Anne senin de hayalin var mıydı? Bir de sadece çocuklar mı hayal kurabilir? Diyerek annesinin vereceği cevabı beklemeye başladı.
. – Hayır kuzucuğum benim hayalim değil hayallerim vardı.
Annesinin verdiği bu cevap onları hem neşelendirdi hem de meraklarını arttırdı.
Yahya şaşkınlık dolu bir ses tonuyla:
- Yoksa sen de uçup bulutlarda oturmak mı istiyordun, dedi ve hayretle annesine baktı. Annelerinin de hayal kurmuş olması onları çok mutlu etti. Üstelik bir değil birçok hayal.
Anneleri sevgi dolu bakışlarını onlara doğru çevirip:
- Her çocuk hayal kurmalı çünkü hayaller çocukların en büyük zenginliğidir. Büyüdükçe hayaller bırakır insanı ve hayallerin terk ettiği insan, herkesin gerçek adını verdiği dünyada yeniden çocuk olabilseydim diye söylenir. İşte bu yüzden çocukken çocuk olun. Kendinize büyüdükçe ve çocukluğunuzu hatırladıkça mutluluk duyacağınız güzel bir dünya kurun. Hatta gerçek dünyadan sıkıldığınız zaman çocukluğunuzda kurduğunuz dünyayı hatırlayın. Bu sizi hep mutlu edecektir.
Annesi de ne zor şeyler söylüyormuş, anlayamadık dediğinizi duyar gibiyim. Büyüdükçe anlarsınız aman acele etmeyin! Siz şimdilik sadece hayal kurun.
Yahya ve Elif merak içinde annelerini dinlerken babaları:
- Şimdilik annenizin hayallerini bir kanara bırakalım, siz anlatın bakalım neymiş hayalleriniz, dedi.
Yahya bu soruyu bekliyormuş gibi hayal ettiği her şeyi bir nefeste anlattı. Kim bilebilirdi birkaç gün sonra bazı hayallerinin gerçek olacağını? Söz sırası Elife geldiğinde:
- Ben hep uçtuğumu hayal ediyorum. Daha sonra gitmek istediğim yerlere gidip, yapmayı planladığım şeyleri yapıyorum, dedi.
Herkes Elif’ in neler yapmak istediğini merak etti. Babası kızının saçlarını okşayarak:
-Tamam da güzel kızım, nereye gidip ne yapacağını çok merak ettik, dedi.
Elif omuzlarını anlatmam der gibi yukarı doğru kaldırarak hafifçe gülümsedi.
Bu konuşmanın üzerinden bir haftaya yakın bir zaman geçmişti. İşte o gece Yahya, hayallerinden bir kısmını yaşarken, Elif de kardeşinin kendisinden sakladığı şeyi merak ederek biraz zaman geçmesini bekliyordu. Tam bu sırada Yahya’nın odasından bir ses geldi. Bu ses onu korkuttu. Annem bakar diye düşündü. Fakat o gece anne ve babası da erkenden uyumuşlardı. Elif Yahya’ nın yanına annesinin gitmediğini fark edince yatağından kalktı. Kalbi yerinden fırlayacak gibiydi. Odanın kapısını açması ile gözlerini kamaştıran ışığın içerisinde kayboldu.
Bir yandan “anne, baba!” diye bağırıp, bir yandan da dualarla yardım istedi. Elif cesaretini azıcık toplayıp da sıkıca yumduğu gözlerini açtığında:
- Yardım edin düşüyorum! Dedi ve yeniden gözlerini sıkıca kapadı.
İnce ve yumuşacık bir ses “lütfen korkma sen bizim güzel prensesimizsin” dedikten sonra gözlerini açmasını istedi.
Elif elini kalbinin üstüne koydu:
- Allah’ ım sen çocukları çok seversin ne olur beni koru, diyerek yavaşça gözlerini açtı.
Başını aşağı doğru eğdiğinde hala gökyüzünde olduğunu fark etti. Evet yanlış anlamadınız Elif gökyüzündeydi. Hiç kımıldamadan etrafına bakındı. Gözleri az önce kendisiyle konuşan sesin sahibini aradı. Kulağının kenarında küçük bir yıldız olduğunu fark etti.
Yıldız küçücük ama etrafına yaydığı ışık kocamandı. Elif ellini uzatsa, ona dokunabilecek kadar yakın olduğunu düşündü. Yıldız sanki göz kırpar gibi parlayıp sönerek:
-Hiç korkmadan dokunabilirsin, sana asla zararım olmaz, dedi
Elif duyduğu sesin yıldızdan geldiğine emindi. Fakat bu onu ne şaşırttı ne de korkuttu. Zaten içinde bulunduğu durum yeterince inanılmazdı. Yıldızın konuşuyor olması bu sebepten garip gelmedi. Yaşadıklarının rüya olduğunu düşünerek daha da rahatladı. Gözlerini yeniden yumdu kollarını çimdikledi. Sonra saçlarını çekip, elini ısırdı. Fakat gözlerini açtığında hala oradaydı. Yıldız yeniden parlayıp sönerek:
-Hayır küçük prenses rüya görmüyorsun. Sen bizim misafirimizsin, dedi.
Elif yaşadıklarının rüya olmadığını anlayınca, yüreği yeniden hızla çapmaya başladı. Daha birkaç gün önce en büyük hayali uçmaktı ve şu anda gökyüzündeydi. Hava ne kadar karanlıksa yıldızlar da o kadar parlaktı. Küçük bir yıldız ise aklından geçenleri dahi cevaplayabilecek kadar ona yakındı.
- Artık korkmayı bırak ve uçmaya çalış, dedi küçük yıldız.
Elif “buraya neden ve nasıl geldim?” diyerek başını yıldıza çevirdi.
Parlak yıldız süzülerek Elif’ in önüne geldi. Öpücük kondurmak ister gibi Elifin yanaklarına küçük bir parıltı gönderdi
- Şimdi yapman gereken soru sormadan hayallerini gerçekleştirmek. Hem zamanı geldiğinde neden burada olduğunu anlayacaksın. Hadi kendini gökyüzüne bırak, diyerek gülümsedi küçük yıldız.
Elif her yıldızın üzerinde melek olduğunu düşündü. O melekleri, melekler de onu çok severdi. Elif uzun zamandır yıldızı tanıyor gibiydi. Onu kendine çok yakın hissetti. Yıldıza güvenmemesi için hiçbir neden yoktu. Aklındaki bütün soruları bir kenara bırakarak uçmaya karar verdi. İçinden besmele çekip oturur vaziyetteki ayaklarını aşağı bıraktı. Kalbi kulaklarında atıyor gibiydi. Midesi bulanırken başı da dönmeye başladı.
Küçük yıldız o kadar güçlü parladı ki, Elif in ayaklarının altına ışıktan bir yatak serildi. İki yıldız ellerinden, iki yıldız da bacaklarından tutup destek oldu. Elifin aklından geçen de buydu. Onların yardımıyla uçmayı başarabilirdi. Elif aklından geçirdiklerinin gerçekleştiğini fark etti. Cesaretini toplayıp parlak dostlarının yanlara doğru kaldırdığı kollarını tamamen açtı ve kendini ileri doğru itti.
Neredeyse büyüklerin yaptığı gibi mutluluktan ağlayacaktı. Kendini bu karanlık ama yıldızlı gecenin ılıkça esen rüzgârına bıraktı. Sağa, sola, öne, arkaya istediği her yöne uçtu. Yıldızlarla oyunlar oynadı. Elif neşe içinde uçarken, küçük yıldız konuşmaya başladı:
- Ben artık dönmek zorundayım.
Elif olduğu yerde donakalmıştı ağlamaklı bir sesle:
- Neden gidiyorsun? Yanlış bir şey mi yaptım?
Küçük yıldız güzel prensesinin üzülmemesi için:
- Hayır, seninle bir ilgisi yok. Yolculuğunun bundan sonraki kısmında benim yerime dönmem gerekiyor. Sen bunu yapabilecek kadar inançlı ve güçlüsün. Unutma burası senin dünyan, diyerek Elif’ i cesaretlendirdi.
Elif yalnız kalmak istemediğinden emindi. Son kez şansını deneyerek “senin de dünyamda kalmanı istiyorum” dedi. Küçük yıldız artık kendi yerine gitmeliydi.
- Unuttun mu? Senin hayallerin vardı onları gerçekleştirmelisin, diyerek Elif’ e neden burada olduğunu söylemiş oldu.
Elif ısrarla yanında kalmasını isteyince küçük yıldız:
- Anlaşılan sen benim kim olduğumu hala anlamadın! Ben hep seninleyim sadece ait olduğum yere döneceğim, dedi.
Elif şaşkınlık içinde kalbine doğru süzülen yıldızı seyrederken, onun kalbindeki iyilik olduğunu anladı. Kısık bir sesle birbirlerine “hoşça kal ve yeniden merhaba” dediler.
Elif’ in üzüntüsü geçince, aklına üzerinde pijamaları olduğu geldi. Kendi kendine “üzerimde masallardaki prenseslerin giydiği elbiselerden olabilir mi?” diye sordu. Aman Allah’ ım! Bunu düşünmesiyle üzerindeki elbiseler birden değişti. Hatta ayakkabıları Külkedisi’ nin, o gece baloda giydiği ayakkabıların aynısıydı.
Elif artık masal dinlemeyecek kadar büyüktü. Annesi kardeşini ve onu eski masallarla büyüttü. İçinde bulundukları dünyanın, çocuklara kabul ettirdiği çirkin kahramanlardan ve hiçbir iyiliğe sahip olmayan yeni prenseslerden hep uzak tutmaya çalıştı. Hiç biri pamuk prenses kadar doğal, külkedisi kadar iyi; Haydi gibi hayat dolu değildi. Yeni hikâyelerde kötülük hiç son bulmuyordu.
Elif bu güzel masalları hiç unutmadı. İyilik ve mutluluk en yakın iki arkadaştı. Eğer onları kalbinde yaşatmayı başarırsa başına ne gelirse gelsin sonsuza dek mutlu olabilirdi. Elif bunları düşünürken kalbinden gelen ses “şimdi iyilik zamanı “diyerek onu kendine getirdi.
Elif’ in şu an için tek üzüntüsü anne ve babasıydı. Sabah uyanıp da yatağı boş gördüklerinde çok endişeleneceklerdi. Bu düşünce ile meşgulken, uzaklardan bir yıldızın kendine doğru yaklaştığını gördü. Elif de ona doğru uçtu. Hiç soru sorma ihtiyacı hissetmeden, yıldıza:
- Merhaba benim adım Elif, dedi.
- Biliyorum, sen bu gecenin misafirisin ama vakit dolmadan hayallerini gerçekleştir, diyen yıldız Elif’ in yanından hızla uzaklaştı.
Elif şaşkın bir halde yıldızın arkasından bakarken:
- Dur lütfen gitme! Diye bağırdı.
- Gitmek zorundayım sen de acele et! Diğerleri gibi geç kalma, diyen yıldız gözden kayboldu.
Elif aklında beliren sorulardan da kurtulmaya çalıştı. Sadece kısık bir sesle “demek başkaları da buraya geldi” dedi.
Artık eğlenmeyi bırakıp vazifesini yerine getirmeliydi. İçinden yıldızlarla dolu bir sepet diledi. Dilediği sepet anında kolunda belirdi. Avuçladığı yıldızları neredeyse topuklarına kadar uzamış simsiyah saçlarına serpiştirmeye başladı. Az sonra gerçekleştirmeyi düşündüğü hayalleri için bu yıldızlara ihtiyacı vardı.
Güneş doğmaya, yer ve gök aydınlanmaya başlarken, Elif’ in saçındaki yıldızlar hala parlamaktaydı. Görevlerini yerine getirmek için sabırsızlanıyor gibi bir halleri vardı. Elif küçücük yüreğinde büyük hayaller ve umutlar saklıyordu. Bunların çoğundan sevdiklerine bile bahsetmezdi. Neden mi? Çünkü büyüklerin bile bir şeyler yapmaya gücünün yetmediği bu dünyada o zayıf ve narin bedeniyle ne yapabilirdi? Şimdi ise kendi dünyasında ve çok güçlüydü.
Elif gözlerini sıkıca kapayarak gitmek istediği yerleri söyledi. Gözlerini açtığında ise kendini oralarda buldu. Acının, açlığın ve susuzluğun bir de savaşların yaşandığı ülkeleri teker teker dolaştı. Her şey o kadar hızlı olup bitti ki adeta masallardaki periler gibiydi. Saçına serpiştirdiği yıldızlardan bir tane alıp, kalbindeki sevgi, dua ve heyecanla yeryüzüne bırakıyor, düşen her bir yıldız beraberinde mutluluk, sevgi ve bereket getiriyordu.
İşte Elif’ in en büyük hayali yeryüzünde yaşanan acılar adına kendi üstüne düşeni yapabilmekti. Bir gün annesiyle konuşurken:
-Anne dünyada acı çeken, açlık içinde yaşayıp haksızlığa uğrayan insanlar için ben ne yapabilirim? Diye sordu.
Annesi ne diyeceğini şaşırmış bir halde:
- Yeryüzünde yaşanan her acı diğer tarafta rahat yaşayan insanların sorumluluğudur. Allah onları acılarla bizi de merhamet ve gayretimizle sınavdan geçirir, derken Elif daha iyi anlayabilmek için:
- Yani o insanlara yardım etmezsek sınavı geçemeziyiz öyle mi? Diyerek endişeli gözlerle annesine baktı.
Yahya içerideki odadan konuşmalarına kulak misafiri oldu. Ablasının sorduğu soruya yeni bir soru daha eklemek için hızla yanlarına geldi:
- Ama anne, biz daha çok küçüğüz ne yapabiliriz ki? Dedikten sonra dudaklarını büzdü.
Çocuklarının yüzündeki üzüntüyü görün anneleri:
- Şu anda yaptığınız şey sizin adınıza yeterli. Onlar için üzülüp dua etmenizden daha önemli hiçbir şey olamaz. Büyüdüğünüz zaman mutlaka bir şeyler yaparsınız, diyerek işini yapmaya koyuldu.
Bu konuşmaların ardından, dua ederken ihtiyacı olan insanları hiç unutmadılar. Hayallerindeki dünyada haksızlığa ve kötülüğe yer yoktu. Elif de nerede olduğunu ve nasıl bunları yaşadığını bilemese de hayallerini gerçekleştirdi.
Yapmak istediği birçok şeyi yapmış olmanın mutluluğuyla gökyüzünde salındı. Arada bir kıyafetini ve ayakkabılarını değiştirip masallardaki prenseslerin şekline bürünerek eğlendi. İlerleyen zaman Elif’ in kalbinde hiç korku bırakmadı. Sanki doğduğundan beri gökyüzündeydi. Tek düşüncesi daha önceden olduğu gibi ailesinin onu merak etmesi idi. Bunu düşündüğü anda garip bir ses “merak etme onlar senin yokluğunu anlamadan sen onların yanında olacaksın” diyerek gökyüzünde yankılandı.
Gökyüzü güneşin parıltısıyla ışıldarken, bu sesi çıkarabilecek hiçbir varlık yoktu. Elif birkaç defa “siz de kimsiniz?” diyerek sesin sahibine seslenmiş; fakat yanıt alamamıştı. Kalbi tekrar korkuyla doldu. Neden bu kadar korktuğunu kendi de anlamadı. Ailesini özlediğini hissetti. Gözlerini güneşe doğru çevirip:
-Sesin senden geldiğini biliyorum, beni kandıramazsın! Diye bağırarak, gözlerini kısmış bir şekilde gelecek cevabı bekledi. Havada esen ılık rüzgâr Elif’ in kulağına:
- Seninle konuşan benim. Şimdi yeniden gözlerini kapat ve sakın ben söylemeden açma diyerek fısıldadı.
-Nereye gideceğimizi sorabilir miyim?
Rüzgar yumuşacık eserek Elif’ in etrafını sardı. Kocaman bir yatak olmuş, Elif’ in uykuya dalmasını istiyordu.
-Yapman gereken son bir görevin kaldı. Sakın korkma sadece kalbinin sesini dinle. Şimdi yavaşça gözlerini kapat, diyerek Elif’ i sıkıca sardı.
Elif gözlerini açtığında kendini büyük ve güzel bir sarayın içinde buldu. Yolculuğu boyunca ilk defa hayal etmediği bir yerdeydi. Daha sonra üzerindeki elbise dikkatini çekti. Şimdiye kadar giydiği elbiseler bu elbisenin yanında çok basit kaldı. Bütün bunlar yetmezmiş gibi ilk defa acıktığını hissetti. “Allah’ ım bana yardım et ve neden burada olduğumu anlamam için yol göster” diyerek merak içinde sarayı gezmeye başladı. Her yer parlak taşlarla süslüydü. Böyle bir sarayı masallarda dahi okumamıştı.
Sarayda sayamayacağı kadar çok oda vardı. İçlerine girmeyi çok istemesine rağmen korktu. Bütün kapıların üzerinde anahtar vardı. Sadece bir tanesinin üzerinde anahtar olmasına rağmen, hafifçe aralık olduğunu fark etti. Kalbi yerinden fırlayacakmış gibi atmaya başladı. Elini kalbinin üzerine koyduğunda, kapıdan girmesi gerektiğini düşündüren bir hisse kapıldı. Dua ederek aralık olan kapıyı tamamen itti.
Gözlerine inanamadı. İçerideki kocaman masanın üzerinde bütün sevdiği yiyecekler vardı. Gözüne ilk çarpan masa olmasına rağmen odanın ne kadar güzel olduğunu da içeriye girince anladı. “O kadar açım ki acaba bu yemeklerden yesem mi”? diye kendi kendine düşünürken, odanın kapısı hızla kapandı.
Attığı çığlığa rağmen başka birinin de bağırdığını duydu. O anda istediği tek şey oradan kaçmaktı. Fakat artık aklından geçenler gerçekleşmiyordu. Çaresizce koltuğun arkasından gelen sese doğru ilerledi. Koltuğa yaklaştıkça arkasındaki kişinin nefes seslerini daha da iyi duymaya başladı. Arkadaki her kimse çok korkuyor olmalıydı, aksi takdirde ortaya çıkıp kendini gösterirdi. Elif koltuğun arkasına geldiğinde küçük bir çocuğun, başını dizlerinin arasına sıkıştırmış bir halde oturduğunu gördü. O anda Elif in şaşkınlığını anlatmak imkânsız. Karşısındaki çocuk kardeşi Yahya’ dan başkası değildi.
-Yahya! Benim ablan, derken yerinde donakalmıştı.
Yahya hızla kafasını dizlerinin arasından çıkardı. Koşarak ablasına doğru sarıldı.
-Sen buraya nasıl geldin? Dedi.
Elif büyük bir şaşkınlık içinde başından geçenleri anlattı. Yahya da yaşadığı olayları anlattıktan sonra cebinden çıkardığı küçük kaya parçasını ablasına gösterdi. Bunlar Ulubatlı Hasan’ ın avucuna bıraktığı kaya parçasıydı.
Yahya uzun bir boşlukta kaydıktan sonra kendini bu sarayın içerisinde bulmuştu. Tıpkı ablası gibi aralık olan kapıdan içeriye girip, kapı hemen arkasından kapanınca da koşarak koltuğun arkasına saklanmıştı. Daha sonra kapı yeniden açılmış olmasına rağmen hiç kımıldamadan beklemiş ve nihayet ablasıyla buluşmuştu.
Yahya elindeki taşı gösterirken gözü ablasının saçındaki parlak bir şeye takıldı.
-Abla senin saçındaki şey ne?
- O bana yıldızlarımdan küçük bir armağan.
- Peki ama neden o kadar parlak?
- Çünkü onun içi iyilik ve merhametle dolu.
- Saçından hiç çıkarmayacak mısın?
- Tabi ki çıkarmayacağım. Sana bir sır vereyim mi?
- Çok merak ettim ne olur hemen söyle.
- Saçımdaki bu özel taşı ancak yüreğinde iyilik olanlar görebilecek.
Yahya bunu duyunca parlaklığı fark edebildiği için çok sevindi.
-Bak kardeşim sen de elindeki taşa çok iyi sahip çıkmalısın. Unutma o sana hem hediye hem de emanet.
-Abla sence yaşadıklarımız rüya mı?
-İnan bana hiç bilmiyorum. Uyanmak için çok uğraştım ama olmadı. Bence bunu hiç düşünmemeliyiz. Neden burada olduğumuzu bulmamız lazım.
-Abla ben çok acıktım.
-Ben de, hiç bu kadar acıktığımı hatırlamıyorum.
Her ikisinin de sevdiği bütün yemekler masada onları bekliyordu. Önce yiyip yememek konusunda tereddüt ettiler. Bilmedikleri bir yerde ve kimin olduğunu bilmedikleri bir masa kuruluydu. O kadar açtılar ki daha fazla dayanamayıp, bismillah diyerek yemeklerden yemeye başladılar. Kendilerini yemeye kaptırıp, birbirlerine dahi bakmadan önlerindeki yemeklerin çoğunu bitirdiler. Daha sonra yemekten bitkin düşmüş bir halde, Elhamdülillah deyip kanepeye uzandılar. Birleriyle dahi konuşmaya fırsatları kalmadan ağır bir uykuya daldılar.
Uyandıklarında ise üzerlerindeki elbiseler yırtık ve pis bir haldeydi. Kocaman ve güzel sarayın yerini eski ve küçücük bir ev almıştı. Birbirlerine korku dolu gözlerle baktılar. En azından hala birlikteyiz diyerek el ele tutuşup kapıdan dışarı çıkmaya karar verdiler. Kapıya doğru ilerlerken kötü bir kokunun burunlarını yaktığını hissediyorlardı. Evin içerisinde bir şeyler yanmıştı. Yahya yanlışlıkla elini duvara dokundurdu. Eline bulaşan çikolata lekesine hayretle baktılar. Aslına bakarsanız içerisinde bulundukları evi de tanıyor gibiydiler. Merak ve korkuyla kapıyı açtıklarında gördükleri manzara küçücük kalplerine çok ağır geldi. Elif kardeşine doğru baktı ve yanına çömelerek:
- Biliyorum biz daha çok küçüğüz ama şunu sakın unutma buraya gelmemizin bir nedeni olmalı, bunu bulmalıyız. Daha sonra da evimize döneceğimize inanmalıyız. Hatırlasana annemiz“eğer inanırsanız istediğiniz her şeyi başarabilirsiniz” derdi.
- Tamam ablacığım. İkimiz de o kadar güzel olaylar yaşadık ki şu anda gördüklerimiz, bizim geçmemiz gereken bir sınav.
- Aferin! Şimdi gidelim ve onlarla konuşalım. Onlar için yapabileceğimiz bir şeyler varsa elimizden geleni yapmaya çalışalım.
Elif ve Yahya evin kapısından çıktıktan sonra, kapkara ve pis kokulu bir dumanın etrafı kapladığını gördüler. Gözleri dumana alışıp görmeye başladıklarında ise kalpleri korku ve acıyla doldu. Şimdiye kadar bildikleri bütün masal kahramanları küçük kafeslerin içinde ölüme terkedilmişlerdi. Aklınıza gelebilecek bütün kahramanlar oradaydı. Kötü cadılar bile kafeslerin içinden, acı ve hüzün dolu gözlerle bakmaktaydı.
İki kardeş ürkek adımlarla onlara doğru yaklaştı. Önce Pamuk Prenses, Sindirella, güzel ve çirkinin güzeli Bel, kurbağayı öpen güzel prenses Tiana, uzun zamandır uyuyamadığı belli olan Uyuyan Güzel ve Rapunzel gibi prenseslerin konulduğu kafeslerin yanına geldiler. Prensler ayrı bir yerde, kötü cadılar onların biraz arkasındaki kafeslerdeydi. Masallardaki o güzel huylu hayvanlar zincirlerle bağlanmıştı. Zavallı Pinokyo’ nun burnunda küçücük bir tahta dahi yoktu. Ya yedi cüceler! Bir kafesin içinde üst üste yığılıydı.
Elif ağlamamak için kendini çok zor tutarak konuşmaya başladı:
- Neden buradasınız size bu kötülüğü kimler yaptı?
Pamuk prenses ağlamaklı bir sesle:
- Söylersek çok üzülürsünüz. Siz onlardan değilsiniz, öyle olsaydınız bizi tanımazdınız. Bu arada saçındaki tokanın ne güzel bir pırıltısı var.
Elif kafasını biraz çalıştırıp bu soruların cevabını kimden alacağını buldu. Kardeşinin elinden tutup, kötü cadıların kafeslerine doğru ilerledi:
-Söyle bakalım kötü kraliçe siz neden buradasınız?
Kötü kraliçe, bu soruyu yıllardır bekliyormuşçasına heyecanla “sizin yüzünüzden” dedi. Fakat orada bulunan iyi yürekli kahramanlar:
-Hayır, lütfen onarı üzme onlar küçücük birer çocuk! Diye bağırmaya başladılar.
-Bırakın anlatayım bize ancak iyi yürekli çocuklar yardım edebilir.
Bunun üzerine etrafı derin bir sessizlik kapladı ve kraliçe sözlerine” biz burada tutsağız çünkü sizler bizleri unuttunuz” diyerek devam etti.
Elif ve Yahya duydukları bu kelime karşısında şaşkınlık içerisindeydi.
-Hayır, biz hepinizi tanıyoruz, ailemiz sizlerin masallarıyla bizleri büyüttü. İyiyi ve kötüyü, güzel ve çirkin davranışları bu masallardan öğrendik, diyen Elif kızgın bir şekilde kraliçeye baktı.
Kötü kraliçe sözlerine devam edecekti ki Rapunzel telleri zayıflamaya başlamış saçlarını arkaya doğru atarak çocuklara seslendi:
-Lütfen buraya gelin ben size olanları anlatacağım. Kötü kraliçe kalbinizi kırabilir.
Bunun üzerine Yahya ve elif ona doğru ilerliler. Elif:
- Ne kadar güzelsin! Bak saçlarımı seninki gibi uzasın diye hiç kesmiyorum. Annem “kes şu kızın saçlarını” diyenlere hayır! Saçları “Rapunzel gibi uzayacak” der. Kısacası biz sizleri unutmadık, annem bile hatırlıyor, dedi. Yahya diğerlerine doğru dönerek:
-Ben ablamdan iki yaş küçüğüm, hepinizi tanıyorum. Sizleri böyle gördüğüm için de çok üzgünüm. Biliyor musunuz? Kendimizi burada bulmadan önce Fatih Sultan Mehmed’ in yanındaydım. Keşke onun gibi büyük bir kahraman olup sizleri kurtarabilsem, dedi. Yahya’nın bu sözleri herkesin gözlerini yaşarttı. Rapunsel kısık ve sevgi dolu bir sesle:
-Biliyoruz çocuklar. Sizler bizi unutan çocuklardan olsaydınız burada olmazdınız. Bazen bizleri bilen çocuklar tıpkı sizler gibi buraya gelirler. Onlara olan biteni anlattıktan sonra yardım edeceklerini söyler, geldikleri yere dönerler. Hepsi de bize çok yardım etti. Verdikleri sözde durmasalardı bizler tamamen yok olurduk.Elif :
- Nasıl yardım edeceğiz? Lütfen söyleyin dedi.
Bunun üzerine az ötedeki Polyanna ve Haydi onlara seslenerek:
-Gelin onu da biz söyleyelim, dediler.
Yedi cüceler ve yakışıklı prens de onların yanındaydı. Çocuklar onlara doğru ilerledi, Polyanna:
-Biliyor musunuz? Sizler gibi çocukları gördükçe çok mutlu oluyorum. Mutlu olmak en sevdiğim şeydir. Bizler birer masalız; ne gerçek ne de yalanız. Çocuklar büyüyüp hayata atılmadan önce onları eğlendirerek, doğruyu, yanlışı, iyiyi kötüyü; güzeli, çirkini, mutluluğu ve acıyı öğretiriz. İçimizdeki kötü karakterler de kötü olmanın, üzücü bir son olduğunu gösterdikleri için mutludurlar.
Sözün burasında yakışıklı prens araya girdi.
- Bizlerin masallarıyla büyüyenlerin çoğu bu masalları çocuklarına anlatmayı unuttu. Külkedisi’ne saf, Pamuk Prenses’e akılsız, Uyuyan Güzel’e tembel diyerek dalga geçti. Zaman ilerledikçe mürekkeplerimiz kurumaya başladı. Bizler geriye kalanlarız, bazımız tamamen silindi. Bizim tek isteğimiz masallarımızla tertemiz bir dünyaya misafir olmanızdı.
Pinokyo küçücük kafesin içinden, kısılmış sesiyle“ lütfen bakar mısınız?” Diye seslendi. İki kardeş gülümseyerek, yakışıklı prensin yanından ayrıldı. Pinokyo’ nun yanına geldiklerinde Yahya gözyaşlarını tutamadı.
- Lütfen benim yüzümden ağlama, dedi Pinokyo
Yahya gözyaşlarını silmeye çalışarak:
- Ben burnunun olmadığını görünce çok üzüldüm, dedi.
- Benim arkadaşım olur musun? Yahyacığım
- Tabi ki, bunu çok isterim.
Aralarında geçen bu konuşmadan hemen sonra Pinokyo’ nun burnu geri geldi. Yahya ve Elif sevinç içinde birbirlerine sarıldılar. Pinokyo burnunu tutarak, küçücük kafesin içinde “şükürler olsun” deyip zıplamaya çalıştı.
- Teşekkür ederim, beni sevdiğin ve arkadaşım olduğum için, burnuma kavuştum.
- Peki ama bu nasıl oldu?
-Çocuklar beni yalancı olarak tanıdı. Yalan söylerseniz Pinokyo gibi burnunuz uzar dediler. Her çocuk ufacık da olsun kandırıkçılık yapar. Sonra bu çocuklar, burunlarının uzamadığını görünce yalan söylemeye devam etti. En acısı benim hikâyemden yanlış ders çıkardılar. Benim anlatmaya çalıştığım; yalanı hayatımızdan çıkarmadıkça hem başımızın beladan kurtulmayacağı hem de sevdiklerimizi sürekli üzecek olmamızdı. Bir süre sonra hikâyem de burnum da anlamını kaybetti. Sen burnum yokken bile beni tanıdın ve arkadaş oldun.
Pamuk prensese, Elif’ e yaklaşmasını işaret etti. Ellerini uzatarak tutmasını istedi. O sırada Yahya da yanlarına geldi. Prenses sevgi dolu bir sesle:
- Bizlerin masallarında iyiler ve kötüler vardı. Sonunda iyiler sonsuza dek mutlu olur; kötüler ise sonsuza dek cezasını bulurdu. Fakat size anlatılan ve izletilen yeni hikâyelerde kötüler cezasını bulamadan yeniden canlanıyor. İyiler hep savaştıkları için hiç mutlu olamıyor. Savaşın olduğu yerde mutluluk olur mu?
Sindirella yani Külkedisi yandaki kafesten elini uzatarak Elif’in saçlarını okşarken:
-Süper güç de kuvvet de insanın kalbinde taşıdığı iyiliktedir. Kalbimizdeki iyilik bizleri güzelleştirir. Süslü elbiseler, güzel ayakkabılar eskir gider. Kötüler pişman olmalı ve dersini almalı ki mutluluk yaşansın, diyerek neden yaşamaları gerektiğini anlatmaya çalıştı.
Elif prenseslerin neyi anlatmaya çalıştığını anlamıştı kardeşine dönerek:
-Sürekli dünyayı kurtarmaya çalışan çirkin kahramanlardan ve bir de hiç yenilmeyen, dersini almayan kötülerden bahsediyor, dedi. Yahya da “kızların, sevdiği prenseslerin hiç biri gerçek prensesler kadar güzel değil. Sürekli kılık değiştirip süper güçleriyle kötülerle savaşıyorlar, diyerek ablasının fikrine katıldı.
Yapmaları gereken tek şey bu masalları yaşatmaktı. Çocukların garip yaratıklarla kirletilen dünyalarını temizlemekti. Onlar iyi yürekli çocuklar oldukları için buradaydılar. Gidecek ve kalplerindeki iyiliği paylaşarak büyüteceklerdi. Her ikisi de aynı şeyleri düşündüklerini anlamışçasına birbirlerine bakıp gülümsedi. Daha sonra masal kahramanlarına:
-Sizler gerçek olsanız da olmasanız da hiç önemli değil. Önemli olan bize anlattığınız güzellikler. Biz bunları yaşatmak için elimizden geleni yapacağız, dediler.
Elif bunları söylerken Yahya da her birine bakarak gülümsedi. Hatta kötü cadılara bile gülümsemeyi ihmal etmedi. Artık gitme zamanının geldiğini anladılar. Elif’in saçındaki yıldız gözlerini kamaştırırcasına parladı. Yahya’nın elindeki kaya parçası herkese “hoşça kal” der gibi yıldızla beraber parladı. İki kardeş birbirlerine sarıldıkları sırada “hoşça kalın sakın bizi unutmayın” sesleri arasında gözden kayboldular. Yahya, en son Fatih Sultan Mehmed’ in çok uzaklardan kendisine gülümsediğini gördü.
Sabahleyin annesi Yahya’nın odasına gittiğinde onu yatağında bulamadı. “Yine ablasının odasına gitmiş” diye söylenerek Elif’ in odasına gittiğinde çok şaşırdı. Elif de Yahya da orada değildi. Daha sonra seslenerek diğer odalara doğru ilerleyen anneleri gördüğü manzara karşısında, odanın kapısında duruverdi.
Elif ve Yahya annelerinin sesiyle gözlerini açtıklarında kendilerini misafir odasındaki kanepede buldular. Her ikisi de gülümseyerek birbirine baktı. Çocuklar mutluluk ve huzur içinde, odanın kapısında şaşkınlıkla kendilerine bakan annelerine koşarak sarıldılar. Annesi Elif’in saçlarını okşarken saçında parlayan bir şey olduğunu gördü. Buna benzer bir toka almadığına emindi
Merak içinde nasıl olup da burada uyuyakaldıklarını sordu. Cevap vermeden önce Yahya elini cebine attı, cebinden çıkan taş parçası onu o kadar mutlu etmişti ki büyük bir sevinçle ablasına baktı. Olanlara hiçbir anlam veremeyen anneleri çocuklarını kanepeye oturtarak, anlattıklarını dinlemeye başladı.
YORUMLAR
Ders alınması gereken o kadar çok masallar vardı ki, çocukluğumuzda okuduğumuz...
Şimdi neler oldu?
Saçma sapan çizgi film karakterleriyle doldurdular çocukların körpe zihinlerini.
Her türlü şeytanlıkların sergilendiği, adeta şeytanlık dersine dönüşen dizi filmler yetişkinlerin zamanının büyük bölümünü çalar oldu...
"Keloğlan" filminin afişini görünce büyük bir umutla gitmiştim Mehmet Ali Erbil'in baş rolünü oynadığı filme. Umudum çocukluğumda okuduğumuz o sevimli, bazen saf bazen de uyanık, ama hep iyi huylu o kahramanı yeniden görebilmekti...
Ama saçmalıklarla dolu, insanın gülmeye bile utanacağı bir filmle karşılaştım...
Kültürümüz çok değerli bir hazinedir. Hadi kitapçılarımız unuttular, bari filciler yaşatsa...
Ama nerede!
Güzel paylaşım için teşekkürler...
Hayal gücünüz çok mükemmel.
Bence kitap yazmayı deneyin derim.
Sevgiyle ve sağlıcakla kalın...