İLM-İ LEDÜN-insan-ı kamil
Tarih:31 Ekim 2012 Çarşamba 21:28:54
13. bölüm - İLM-İ LEDÜN
Bismillahirrahmanirrahiym
Allah adı ile kaim olan o yüceler yücesi zat’a hak ettiği şekilde hamdolsun.
Salât ve selam âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed aleyhisselâma, aile efradına ve ashabının cümlesine; ayrıca İslamiyet’in gelişinden günümüze kadar gelmiş geçmiş cümle evliya, ulema ve şühedâ üzerine olsun. Âmin.
Azizim;
Bu çalışmada Cenâb-ı Allah bizi ve sizi başarılı kılsın.
Ki, bu mübarek ilmi, layık-ı veçhile anlama ve anlatma işinde; anlaşılması, uygulaması kolay bir eser haline gelsin.
Çeşitli kaynaklardan yararlanarak ve kendi tecrübelerimizi de ekleyerek ortaya koyacağımız bu eser; öğrenilmesi ve elde edilmesi haslara mahsus, hazineler hazinesi, sırların sırrı, İLM-İ LEDÜN’dür.
Öyle bir açıklıkla anlatalım ki, inşallah, içine Hakk’tan başkası karışmamış olsun. Öyle bir açıklıkla kayda geçirelim ki; teviller yoluyla celâlin tuzağına düşme riski en aza indirgenmiş olsun. Geçmişte, birçok sebepten dolayı, kapalı tutulan ilm-i ledün ile ilgili kapıları mümkün olduğu kadar aralayalım.Özele hitap olduğunu unutmadan yazalım ve okuyalım...Âmin.
İNSAN-I KÂMİL
Bilesin ki Azizim;
O… Yani insan-ı kâmil, özde, Resulü Kibriya Muhammed Mustafa sallallahu vessellem Efendimiz Hazretleridir.
Hikmetullâh’ın icabı olarak, her devirde, nûr-u Muhammed’in vekili ( Hz. Hüseyin radıyallahu anh Efendimiz soyundan) bir zât bulunur ki, bu zatlar için dahi, aynı tabir kullanılır. Çünkü bu zâtlar, hem Peygamber Efendimizle, hem de sıfatullâh’la tevhit olmuş, “Zât Evliyaları”dır.
Hz. Muhammed Efendimiz aleyhisselâmın dışındaki soylardan ve Hz. Hasan radıyallahu anh Efendimiz soyundan gelen evliyalar, sıfat evliyalarıdır. Hanımının konumundan dolayı, bu soydan zat evliyası gelmez.
Bilindiği gibi; Hz. Hasan radıyallahu anh Efendimiz, eşi tarafından zehirlenerek öldürülmüştür.
Bu nedenle o mübareğin soyundan gelenler sıfat mertebesinde kalırlar. Öteye geçemezler… Aradaki fark ileride anlatılacaktır.
İnsan-ı kâmilin özellikleri ile ilgili yeterince bilgi verildikten sonra, nûr-u tevhit kavramı üzerinde de ayrıntılarıyla duracağız.
Tevhidin mahiyeti nedir?
Tevhide nasıl ulaşılır?
Tevhide ulaşan her veliye Mühr-ü Resulullah verilir mi?
Mührün mahiyeti ve yetkileri nelerdir?
Bu eserin yazılma nedeni; esasen bu ve benzeri binlerce soruya cevap vermektir.
Bu sırları, verilen izin nispetince bildirmek istiyoruz. Bu konuda iki kaynaktan ziyadesiyle yararlanacağız. Aslında bu iki eseri şerh edeceğiz desek daha doğru olur.
Birinci eser:
Esrâr-ı Hikmet: El yazması. Hafız Hüseyin Sertyeşilışık Gaddese Sırrı hu Hazretleri.
İkinci eser:
İnsan-ı Kâmil: Abdülkadir Akçiçek çevirisi. Yazarı: Abdülkerim Ceylî Hazretleri. Abdülkerim Ceylî Hazretleri, “İNSAN-I KÂMİL” adlı iki ciltlik eserinde şöyle buyuruyor; “O, yani İNSAN-I KÂMİL; ‘Hem Hakk’ın mukabili, hem halkın mukabilidir.’”
Bilesin ki;
Bu bölüm, kitaptaki bölümlerin umdesidir(özüdür-temel fikridir). Hepsinin dayanak noktasıdır. Şöyle söylemek de mümkün;
Bu kitabın tümü, başından sonuna kadar, bu bölümün şerhinden ibarettir.
Sonra…
Bilesin ki;
Bu insan nevinin fertlerinden her biri, diğerinin bir nüshasıdır, örneğidir, sûretidir.
Hem de hiç eksiksiz, kemâl derecesinde…
Birinde ne varsa, diğerinde de aynı şey vardır. Bir arızî durum olmadığı takdirde, “Onlar, karşılıklı duran aynalara benzerler.”
Ancak, onların tamamında eşya bilkuvve(tasavvurî olarak) vardır, seçilmişlerde ise bilfiil(kendi çalışması ile) bulunur. Seçilmişten kastımız zat enbiya ve evliyalarıdır. Peygamberlerin ve veli kulların kâmil olanlarıdır.
(Burada nûr-u tevhide ulaşanlar kast edilmektedir. Bunlara “zat peygamberleri” ve “zat evliyaları” tabiri kullanılır. Sıfatullâh nûrunda tevhide ulaşmış yani miracı yaşamış olanlardır. “Ulu’l azim peygamber” tabiri de bu zâtlar için kullanılır.
Sekiz peygamber bu konumdadır. Bunlar; Hz. Âdem, Hz. İdris, Hz. Şit, Hz. İbrahim sahib-i şeriat ve SUHUF SAHİBİDİR…
Hz. Musa, Hz. Davut, Hz. İsa ve Hz. Muhammed sahib-i şeriat ve KİTAP SAHİBİDİR…
Diğer bütün peygamberler bunlara uymuşlardır ve sıfatta kalmışlardır. Bağlı oldukları peygamberin şeriatına uymuşlar, çağrılarını kendilerinden önceki dine uyulması doğrultusunda yapmışlardır.
Evliyalar için dahi tevhitte bir fark olmadığından, onlar için de “Zat Evliyası” veya “gavs-ı azam”, “kutup el aktab”, ”imam-ı zaman” tabiri kullanılır… )
Kaldı ki, bunlar dahi, kemâl derecelerinde değişik durumlar alırlar. Bazıları bazılarına göre daha kâmildirler.
İnsanlık geliştikçe öz aynı kalmakla birlikte, dinlerde değişim ve gelişim olmuş, hükümler değişmiştir. Ta ki Kur’an’la din kemâle ermiş, Allah-û Teâlâ “Dininizi tamamladım” buyurmuş, peygamberliğin yeni şeriat getiren bâbı kapanmıştır. Velayet yanı, kıyamete kadar devam edecektir…
Hazreti Muhammed Mustafa aleyhisselâm bunların ekmelidir, en kâmilidir. Allah’ın cc. bütün esmalarıyla, miraçta kâmilen tevhit olmuştur. Diğer enbiya ve evliyalar ise; bir veya birkaç esmasıyla bilfiil, diğer esmalarıyla bilkuvve tevhit olmuşlardır.
Bu nedenle;
Bütün kâmil peygamberler ve kâmil veliler, Resulullah aleyhisselâm Efendimize katılmışlardır. Ama kâmilin ekmele katıldığı gibi. Öncekiler ve sonrakiler olmak üzere, bütün kâmillerin Efendimiz aleyhisselâma bağlılıkları vardır.
Amma;
Bu bağlılık faziletlinin en faziletliye bağlanması şeklindedir. Bu nedenle mutlak İnsan-ı Kâmilden murat, Hz. Resulü Kibriya Muhammet Mustafa aleyhisselâmdan başkası değildir.
Diğerleri ancak onun cüzü, vekili mesabesindedirler. Esasen O, kendisinden sonra gelen vekillerini, Hz. Hüseyin Efendimiz soyundan, o zamanın gavs-ı azamı vasıtasıyla veya bilfiil kendisi yetiştirir ve göreve tayin eder.
Hz. Muhammed Efendimizle tevhide ulaşmadan, hiç kimse Cenâb-ı Hakk’a ulaşamaz. Efendimizle tevhidin nasıl olduğunu ulaşınca anlarsın. O mübarek sana bildirir. Yeter ki sen O’nu yeterince sev; O da seni kendisine ulaştıracak kadar sevsin. Ve elinden tutup seni de Cenâb-ı Allah’a ulaştırsın.
Âmin.
Allah’ın izni ile O’nun mührü olmadan, kâinata kimse söz geçiremez. Bu konuda söz söyleyen herkesin edebi bu çerçevede cereyan eder.
Allah’a karşı edebimiz nasıl ise, Allah’ın bütün esmalarıyla bilfiil tevhit olmuş Efendimize edebimiz de aynı olmak durumundadır.
Bilesin ki;
Allah seni korusun. Anlayışını artırıp, izzetinden izzet versin.
İNSAN-I KÂMİL; öyle bir kutuptur ki:
Cümle vücut semaları onun üzerinde devresini tamamlar.
Önünden sonuna kadar bu böyledir.
İNSAN-I KÂMİL; daima birincilik makamının sahibidir. Bu durum, varlığın oluş tarihinden başlayıp, ebediyete kadar böyle devam eder. Âdem aleyhisselâm ile başladı, kıyam efâlini yapmakla görevli son vekil ile tamam olacak.
Sonra…
İNSAN-I KÂMİL: Çeşitli vasıflara bürünür. Çeşitli yerlerde zuhur eder. “O, her an bir şendedir.” Kendisi hangi sıfatta görünüyorsa, o isme itibâr edilir. Diğer sıfatları kuvvede (sözde fikir bazında) kalır.
MÜBAREKLE BULUŞTUĞUM AN...
Bu fakir,
O mübarekle buluştu, tanıştı.
O, sûret olma yönü ile her sûrette mekân tutabilir.
Edeb ehline düşen odur ki, “O’nu hayatta olduğu şekilde görürse, o zamanki adını söyleye...”
O mübareği, dünya gözüyle görme işi, 1973 yılında, kimlikte yirmi dört, aslen yirmi altı yaşımda iken, Allah’ın bir lütfu olarak, Konya ili Ilgın ilçesi Çavuşçugöl kasabasında, öğretmenlik yaptığım sırada gerçekleşti.
Bir tevafuk sonucu hocam, mürşidim, Hacı İsmail Fidan ile tanışmıştım. Tanır tanımaz, aramızda olağan üstü bir bağ oluştu. Hocamı her gördüğümde, gönlüm huzurla dolar, onunla birlikte iken kendimi asr-ı saadette, Rasulullah’la birlikteymiş gibi hissederdim.
Aklım, o olmadığını bilirdi tabii... Ama gönlüm öyle hisseder, öyle hayal ederdi...
Hocamın mübarek nazarına mazhar olduktan hemen sonra; olağan üstü bir çabuklukla Allah ve Peygamber âşkı bütün benliğimi sarmıştı.
Verdiği ilk görevi tamamladığımda, nûr görmeye başlamıştım.
Önderimin tesirine girdiğimin ikinci yılında idi.
Evimde, arkam kıbleye dönük olarak, Resulü Kibriya Efendimizi tefekkür ediyordum. Ona âşık olmuştum. Onu düşünmeden bir dakikamı bile geçiremiyordum. Herhangi bir şey onu düşünmekten bir an için alıkoysa, kendimi sevdiğine ihanet etmiş biri gibi hissediyor, suçluluk duyuyordum. Günlük yüzlerce salâvat-ı şerife getiriyordum. Yetmiş beş gündür aralıksız “Esselamü aleyke ya eyyühennebiyyü ve rahmetullahi” okuyordum. Çoğu zaman salâvat getirirken ağlıyor, hıçkırıklara boğuluyordum.
O gün mu’tad(âdet edilen iş) ibadetlerimi yapmış, yeterince salâvat getirmiş, kendisini görmek için yanıp tutuşan, bağrı yanık biri olarak, arkam kıbleye dönük, dizlerimin üzerinde oturmuş vaziyette tefekkür ediyordum. O sırada;
Karşı duvarda, nokta büyüklüğünde, yeşil bir nûr (zat nûru) doğdu. Son zamanlarda çok sık görmeye başladığım zat nûrunu seyredip, feyizlenirken, mübarek nûr genişlemeye başladı.
Tahminen otuz, otuz beş santimetre çapa ulaştığında, birden gözlemlediğim yeşil nûr yerine Efendimiz aleyhisselâmın mübarek yüzü belirdi. Sadece başı görünüyordu. O mübarek olduğunu hemen bildim. Eski bir tanıdık gibi… Sevinçle gülümsedim. O da gülümsedi. Sanki “sürprizzz” der gibiydi. Gözlerimin içine baktı, baktı, baktı... Gözlerime bakıyordu ya bütün bedenime nüfûz ediyordu. Kendisinden öyle bir feyz, öyle bir enerji yüklendim ki, bedenimin her hücresinin kutsandığını, o nûrla dolup taştığını hissettim.
Yaşadığım hâlin insana kattıklarını anlatmak, kelimelere dökmek imkânsız bir şey...
Yaşanmadıkça anlaşılamaz. Ruhumda öyle bir rahatlık, huzur ve güven tesis edilmişti ki, bu olağan üstü hali en tabii hadiselerden bile daha doğal karşılamıştım. Bu karşılıklı etkileşim en az üç, belki beş dakika kadar sürdü. Bu süre içinde alınması gereken alınmış, verilmesi gerekenler verilmişti...
Hasret gidip, huzur tesis edilince, o mirat-ı mücellayı (nûrdan aynayı ) yeniden, yeşil bir nûr perdeledi. Açıldığı hızla yavaş yavaş küçüldü. Bir nokta büyüklüğüne indirgendi, kayboldu.
O ana kadar kendisine duyduğum, bütün varlığımı yakıp kavuran âşkın yerini, anlatılması imkânsız bir huzur kapladı.
Daha sonraki özlemlerimde, aynı ateşi bir daha asla hissetmedim. Hep rahmet duyguları ile görüşme gününü bekledim. Şu anda bu satırları yazarken, o günlerin hatırasına aynı şekilde ağlıyorum. Ve bu duyguları yeniden yaşatan Mevlâ’ya, hesapsız şükürler ediyorum.
Dört beş yıldır, kendisini açık bir şekilde göremiyorum...
Mutlaka gücendirmiş olmalıyım...
Geçim derdinden dolayı tefekkür etmeyi de salâvat getirmeyi de ihmal ettim...
Rahmetinden mahrum bıraktım kendi kendimi...
Salâvattan asla geri kalınmamalı!
Yapılan salavat hem Peygamberimize, hem geçmiş evlatlarına ve hem şu anda yaşayan bütün Mü’min’ler ve evlâd-ı Resule gider.
Mademki o günlerdeki gibi yeniden ağlayabiliyorum, inşallah şu anda yanı başımda nazarı üzerimdedir. Bu âcizini affetmiştir ve yeniden, görüşmeye biizniAllahu Teâlâ, karar vermiştir.
Gece gündüz; ümmeti için yakarmalarım devam ediyor. Her türlü dünya işini bıraktım. Günün yirmi dört saati, uykuda bile ibadet halindeyim.
Hayretten biizniAllahu Teâlâ kurtuldum sayılır. Sonunda otuz beş yılın ardından, celâlden yakamızı kurtarmış olduk.
Ne yapacağımı nasıl yapacağımı, her gün biraz daha iyi anlayarak devam ediyorum.
Nasıl oldu da bu zamana kadar celâlden kurtulamadım; bilemiyorum.
Meğer bu ilm-i ledün, hikmeti gereği, hep böyle tam mesai istiyormuş.
Bir an bile gaflet edilmemesi lazımmış...
Her yaptığımız hareket, her söylediğimiz söz tecelli ediyormuş...
Dünya ile ilgilenmek zâtlara göre değilmiş...
Dünya ile ilgilenmek, işlerini doğru yapmalarına mani oluyormuş...
Neden bilinen bunca evliya mazbut bir hayat sürmüş sorusunun cevabını kesin bir bilgiyle, öğrenmiş olduk.
Sürekli celâl fırsat bulup, olmadık tecellilerle bizi uğraştırırmış...
Şükürler olsun, artık gözümün önü az da olsa açıldı.
Bir görev biter bitmez, yenisine başlıyorum.
İnşirah suresini sürekli okuyorum.
İşlerimin sürekliliğine katkısının çok büyük olduğunu keşfettim.
Hem ülkemin, hem ümmetin ihtiyacı o kadar çok ki, biri bitmeden birkaçının planını birden yapıyorum. İki bin yedi yılı, 30 Ekimi 31 Ekime bağlayan gece 01.33 saatinde bu satırları yazdım.
Halen sürekli olarak gördüğüm o yeşil nokta büyüklüğündeki nûrun zat nûru olduğunu çok sonraları, Hocam Hacı İsmail Fidan Hazretlerinden öğrendim. Esrâr-ı Hikmet Kitabında, Hafız Hüseyin Kemal Hazretleri de bu zat nûru için “âlemlerin yaratıldığı nûr” tanımını yapıyor.
"Tevhit durumuna göre,
Kemâlî - yeşil,
Cemâlî - beyaz,
Celâlî - kırmızı olarak görülür.
Zât makamına ulaşan seçilmişler görebilir” denilmektedir.
Bu hadiseyi, o kadar sıradan bir olay olarak değerlendirmiştim ki, yıllar sonra önemini kavrayabildim. O tecellinin manevi sarhoşluğunu sıfatullâh’la, yeşil nûr içinde, kâmilen bir oluncaya kadar anlayamamıştım. Mecnun’un Leylasını tanıyamaması buymuş, meğer.
Daha sonra gerçek rüyalarda Efendimizle defalarca buluşmak nasip oldu. İleride bu buluşmalardan bahsedeceğiz inşallah.
Bu nevi buluşmalarda; O Hazretin, gerçek kimliği ile isimlendirilmesi söz konusudur. Ancak O’nun için yukarıda söylediğimiz gibi her sûrete girme yetkisi ve yeteneği vardır.
Sûretlerden herhangi biri gibi göründüğünde, Muhammed aleyhisselâm olduğunun bilindiği hallerde, göründüğü sûretin ismiyle hitap edilir. Bu böyle olmasına rağmen, verilen isim, doğrudan hakikat-i Muhammediyeye gider.
Zat görevi gereği yapmak zorunda olduğu işleri yaparken, O’nun maneviyatına yakınlaşıp uzaklaştığı olur. Uzaklaşma durumlarında hakiki yüzüyle buluşmak mümkün olmaz. Tevile ihtiyaç duyulacak şekilde görüşülür. Ehli bu durumu bilir. Yapılan görüşmelerin ışığında hizmetini sürdürür.
Hele Şibli’nin durumuna bir bak:
Rasulullah aleyhisselâm onun sûretinde göründüğü zaman, talebesine şöyle dedi.
— “Şahidim ki ben; Rasulullâh’ım.”
Talebe, keşif sahibi biriydi...
Meseleyi anladı ve cevap verdi;
— “Ben de şahidim. Sen Rasulullâh’sın.”
Öze /le ÇAĞRI
I. PERDE
Bilesin ki;
Allah (cc),
‘yâr ve yardımcın olsun’
ancak, sıfat ve isimleriyle bilinir
zatı, bir emirden ibarettir.
huzurunda divan dur / eğil
isim ve sıfatlar O’na dayanır
ancak / özdedir,
vücut olarak değil...
herhangi bir şeyin
varlığıyla dayandığı zat
isim ya da sıfattaki / özdür
özün sıfattan talebi / akıl edip bulsun
zat tabirini kabul eden şey
isterse var / mevcut
ister / Anka olsun.
Süphan olan
Allah’ın zatı yüce
bir ve tek
kendi nefsiyle kendine yârdır,
öyle ki
her var ve yok / yalnız O’nunla vardır...
zira O, nefsiyle kaimdir
halkı kendi nûrundan var etmiş
kimliğinde / özü, isimleri
sıfatları birbirine yâr etmiş.
Ezelden ebede böyle olunca
O yüce zat;
her sûrette / sûret olup görünmüş
her sıfatta / türlü vasfa bürünmüş...
II. PERDE
Sayıya gelmez / kemâlleri
hadsizdir / hudutsuzdur
kendi kendine / bürünmüş,
perdelenmiş...
Cüz akıl, küll’ü idrak edemez.
bil ki / bu konuda idrâk,
idrâksizliği idrâktir.
öze miraç olmadan
kul celâli bilemez
kemâli ancak / kemâl bilir.
Anla ki / Allahu Teâlânın zatı
örtülü / âlemlere perdeli
tekliğinden ibarettir / deriz.
O sultan, aziz olan zat’a
imanı /göz görmeden ederiz.
Şeyin bilinmesi,
anlaşılmasıyla olur...
anlaşılmak olunca gaye
şey şeyi münasip, dengiyle
yahut ,kâmil zıddıyla bulur.
Vayy, böyle iken iş
ne kalır kulun eline...
zıt yok ki, zatına denk
kıyas edip, biline...
her kuş bu meydanda ötemez,
dinleyen hem
izinle
söz söyleyen susar.
fehimler teslim olur / diz çöker.
davalara girişmez
ilim Sübhan Allah’a
zati yönden ilişmez.
III. PERDE
bu böyledir dedi
lütfedip
mukaddes kuş
ve
uçtu yüceler yücesi zat derinliğine...
Bütünde eksiksiz yüzüp /gezdi.
kainatta kayboldu / göçtü
her zerre’de ve küll’de
müsavi hakikati bulmakla,
ayan beyan açık halde olmakla
isim ve sıfatta araladı perdeyi.
bildirdi ki
mutlak / bir vücut gerekli.
ancak
zatiyle asla bilinmez
“olsa da olur
olmasa da” denilmez.
basiret dediğin şu iş
tendeki bu gözedir
bir yitirilmiş varsa / yâr
O’na değil
bizedir.
IV. PERDE
Duymalısın ey nefsim
Kur’an sana seslendi
cennet, cehennem / sende
bütün aleme halife, sen
duy /duy çağrıyı lütfen
sensin muhatap dendi.
maksat sensin
ya sin
************
Azizim;
Bu öyle bir iştir ki;
İnkâr götürür yanı yoktur.
Bu mana şuna benzer;
Uyuyan kimsenin rüyasında, bir şahsı bir başka şahsa benzer görmesi gibidir.
Keşfin bir mertebesi de, uykuda olan bir şeyin ayık halde olmasıdır.
Ancak uyku ile keşif arasında farklar vardır.
Şöyle ki;
Muhammed aleyhisselam rüyada görülür; aynı isimle anılır. Ancak, ayık halde aynı isim verilmez.
Zira misal âlemi tabir tutar.
Amma keşifin durumu böyle değildir.
Hakikat-i Muhammediye, sana keşif yolu ile ayık halde geldiği zaman, âdemoğlu sûretlerinden biri gibi gelir. İşte o zaman; hakikati Muhammediye, o sûretin ismi olur.
Sana lazım gelen de budur.
O takdirde sana düşen; Rasulullah aleyhisselâm Efendimize karşı edebin nasılsa, o görülen sûretin sahibine de edebin aynı olmalıdır.
Zira keşif sana şu ihsanı yapmıştır: Muhammed aleyhisselâm o görülen sûrette görünmüştür.
İşte; o zaman, o sûret sahibi ile olan muamele şeklini değiştirmen gerekir.
Onunla önceki gibi olmak senin için caiz olmaz.
Benim için hocam, Hacı İsmail Fidan’ı (gs) ilk tanıdığımda bu keşif oluşmuştu.
O zaman, keşiften, böyle bilgilerden haberim olmadığından, bu şekilde tevil etmedim.
Ancak; kendisine ilk görüşmemizden itibaren öyle bir sevgi besledim ki “Rasulullah böyle biri olmalı” diye düşündüm.
Bazı günlerde bu hâl hocamdan kalkıyor, sıradan biri olarak beliriyordu. Sonra o hâl yeniden oluşuyordu.
Bu değişimin hocamdan mı benden mi kaynaklandığını şu anda bile kesin bilgi ile bilebilmiş değilim. Ancak şu kadarını söyleyebilirim. Ne zaman inançlarıma bir saldırı oldu, hemen hocamın görünüşü Efendimize benzerdi… Ben öyle hissederdim. İnançlarım yeniden tazelenir, büyüyüp serpilirdi. O nedenle;
Hocama, O mübareğe saygı duyuyormuş gibi saygı duydum hep... Hiç bir konuda muhalefet etmedim. Her gün onlarca kerametini görüyordum.
Arkadaşlarımda aynı etkilenme görmüyordum. Yaptıkları birtakım hatalı duruşlarını da anlamıyor; “küçük büyüğü, öğrenci öğretmenini kapsayamaz” diyerek izaha çabalıyordum. O davranışı veya sözü ne amaçla söylediğini doğru sezip sezmediğimizi, her zaman ihtiyatla karşılamak gerektiğini iddia ediyordum. Nitekim ne demek istediğini on bir sene sonra iş başa düşünce anladığım çok oldu.
Başkalarının yanında bile yalnız benim görüp sezdiğim olağanüstü haller oluyordu.
Birçoğunun hocam bile farkına varmıyordu. O nedenle olup bitenleri hocama bile bildirmiyor, sır olarak saklıyordum. Unutmaktan korktuğum olayları bir deftere not ediyor, bazılarını şiir halinde yazıyordum. Bunlardan bir örnek;
Tecelli
Sardı altı yönden, çepeçevre
Parlak, kar beyazı, ilâhi
Mini mini nûr taneleri
Götürdü cümle varı nâ mekâna
Lâ zamana
Hüznün deli dolusuna
İdrakin müntehasına
Aklın acze düştüğü o yerde
Her şey safi nûr
Seven nûr, sevilen nûr
Sevginin aslı Nur’un âlâ nûr.
Yaşayan mıyım, yaşatan mı?
Orda burda, nârda - nûrda
Belli değil
Tam orta yerde mi muttasıl
Anlaşılmaz ebediyyen, anlatılmaz
Kim sûret kim asıl
Hayy Hakk…
Yaşamın sabitesi
Sonsuzluk kadar çözümsüz
Akla
Her şey görece
Her şey izafî
Belli değil kim ölü kim diri
Diri bilinen Hakk’tan bîhaberler mi?
Öldü bilinenler mi?
Vasıtasız yüzyıllar ötesinden
Çağları kucaklayanlar mı?
Peygamberler, âlimler, şehitler mi?
Kurulmuş mahkeme-i Kübra…
Ezelde verilmiş hüküm.
İnfaz yapılıp durmada an be an
Diriler şahitler mi? …
Hor görme hiçbir canı
Hiçbir zaman
Aman
Sakın, sakın
Farklı farklı her birinin yazgısı
Cebr-i hâl denizinde yüzmedeler
Cümlesi hâlinden bîhaber.
Ayaklar köstekli, eller kelepçeli
Acz içinde, makam-ı cüzde her biri
Aç gönül gözünü gör, bak
Vahye sütkardeş her tecelli.
Diz bağları çözülmüş
Çökertilmiş dimağları
Niçin varsa onunla uğraşta eşya
Hara düşmüş can binaları.
Akıllar sarhoş, gönüller sarhoş
Orda - burda, nârda - nûrda
Emanet kendilerine canları
Alınlar her hâlde secdede
Biteviye zikirde dilleri
Yürekler hâvf içinde benizler uçuk
Can, bedenlere dizili boncuk boncuk.
Bütün zamanlar Kahhar yaratanın yedinde
Cümle mekânlar teslimiyet hâlinde.
Görüleni görüldüğü gibi anlatamam
Anlatsam okutamam
Kaygılanırım
İstimdat Ya Rasûlullah
Orda - burda, nârda - nurda
Şefaatin olmasa yargılanırım.
Öyle bire bin vermek âdetullah
Ben verebildiysem bire bir bari
Ohh yeter
Dünyadan, ahiretten, sevgiden yana
Özrümü kabil etmezse, ay yüzlü sevgili
Ebediyyen vah bana, vahlar bana.
**************
Şimdi her olayı yazmadığıma hayıflandığım oluyor. O zamanlar kendime gereğinden fazla güven duyuyormuşum. Unutmam sandığım birçok olayı ve özellikle keşfi ya unuttum ya da duygu yanı kayboldu. Bugün yazsam bile yalın olur, etkisi olmaz.
Daha sonra ilişkimiz ilerledikçe, “hep Efendimiz önünde ders alıyorum, o beni eğitiyor” olarak tahayyül ettim.
Gerçek yüzünü merak ettiğimde ise yukarıda anlatıldığı şekliyle, can gözüyle, ten gözüyle görmek nasip oldu.
Öbür âleme yürümüşlerin bu âlemi görebildiklerini biliyordum. Çeşitli kaynaklardan duymuştum. Ancak; bu âlemdekilere, ahiret âleminin dünya gözüyle görülebileceğini, o keşifle anlamış oldum.
Sakın ha, bu anlatılanlardan tenasüh, yani ruh göçü manasında bir şüpheye kapılmayasın.
Allah için böyle bir şey asla olamaz.
O, her sûrette sûretlenendir.
Herhangi bir tecellisini tekrar etmekten münezzehtir. Ancak;
Rasulullah aleyhisselâmın her sûrette bir sûret bulma makamı vardır. Yukarıda beyan edildiği gibi; O aleyhisselâm cümle esma ile tevhit oldu. Hâl bu ki, Efendimizden sonra gelmiş geçmiş evliyaların en büyüğü, hocamın hocası, Hafız Hüseyin Kemal Sertyeşilışık bile beş esma ile tevhit olmuştur.
ESRÂR-I HİKMET kitabında beyan eder.
Bu beş esma Ayet’El-Kürsü’ deki beş esmadır.
Bu fakir dahi üç esma ile tevhit oldum.
Allah, Rahman, Rahim esmalarıdır. Yani, “Bismillahirrahmânirrahiym” ile tevhit oldum. Bu nedenle, içinde bulunduğumuz zamanda ism-i azam, her zamankinden daha çok, besmeledir. Bu öyle bir lütuftur ki diller anlatamaz. Bu zor çağda Mü’min’ler besmeleyi yeterince okur ve işlerini samimiyetle Allah’a bağlarlar ise duaları kabuldür.
NÛR-U TEVHİT
Ilgın -1993
Bütün nefislerde bir feryat;
Söyler, adımız yokluk, ya Nûr.
Rabbimizsin, Rahiymsin, Sen, Sen.
Be’de bir noktadır bu evren.
Rab kulundan razı, kul Rab’den
Hayret yok oldu, geldi huzur.
Var olan, Hayyul Kayyum’sun Sen.
Hayy Hakk, gören Sen, görünen Sen.
Mahlûk yokluk gömleği giymiş.
Külli renkler yeşil tek bir nûr.
Nûrun tamamı Sensin, Sen, Sen.
Nûrdandır gören ve görünen.
Tevhit idrâkin mümtehâsı.
Akıl orda yanar yok olur.
Birleşirken elimle elim;
Bismillahirrahmânirrahiym.
Ben ben’i alır ben’in içine,
Gayri ben yok, ’nûrun âlâ nûr’
Kün deyince oluşur evren,
Tespihim ben’de Sen, Sen’de Sen.
*****************
Allah ismi, cümle isimleri cem etmesi cihetiyle, ileride çok şey bekliyorum. Ancak şu anda Rahim esmasından, Rahmana yürümekteyiz. Bizim ezeli nasibimize, besmele ile tevhit olmak düştü ki, besmele çeken ism-i azamın nimetinden, kolaylığından, rahmetinden faydalanır. Ayrıca bunun böyle olmasının başka hikmetleri vardır ki zamanı geldikçe şerh edilecektir.
Bir hadisi şerifte;
‘’Kur’an Fatiha’dan, Fatiha besmeleden ibarettir.’’ buyrulmuştur.
(Bu kavle göre, bizim tevhidimiz Kur’an’ın tümü iledir ki, inşallah bu, KUR’AN-I KERİMİ yeniden ihya ile görevlendirildiğimiz anlamına da gelir.
Kur’an’ın yeniden ihyası başlı başına bir kitap konusudur.
Kur’an’ın hayatımıza yeniden dâhil edilmesi gerekmektedir.
Uygulamadan neredeyse kalkmış hükümlerinin ihyası görevi, zat evliyalarına düşen, vazgeçilmez bir vazifedir. Geçmişte yapılan efâller, okunan dualar nedeniyle bu sapmalar oluşmuştur. Geçmişi eleştirmek değil, kastımız. O şartlarda öyle gerekmiş, bilerek veya bilmeyerek o dualar okunmuş ve netice bugünkü durum tecelli etmiştir.
Zât evliyaları yaptıklarından sorumlu tutulamazlar. Bütün sıfatullah ile tevhit olduklarından hiçbir konuda hacir altında değillerdir. Kur’an-ı Kerimde “onlar sorumlu tutulmazlar” ifadesi vardır.
Diledikleri şekilde hizmet verirler. Esas olan Kur’an-ı Kerime sadık kalmaktır. Geçici tecellileri değiştirmek yine zamanın zatlarına düşer. Tam yetkilidirler. Aldıkları ilhâmlarla esasen hep Allah’ın dilediklerini tecelli ettirirler. Okudukları esmalar esmaullah, yaptıkları efâlleri efâlullahtır. Bu sıfatullah nûrlarıyla tevhit konusu, Abdülkadir Geylani hazretlerinin Gavsiye risalesinde şöylece dile getirilir. ‘Ve dedi ki, Ya gavs- A’zam;
İttihat öyle bir hâldir ki onu lisan anlatamaz. Kim ona iman ederse makbul olur ve kim reddederse o hali, küfretmiş olur. O kapı kendisine kapanır.
Kim tevhide ulaştıktan sonra ibadeti beşeriyetiyle irade ederse, Allah’a şirk koşmuş olur.’ Bu ifadenin yüzlerce yılın insanına bu kadar açık anlatılabilmesine hayret etmek abes olmasa gerektir. O zatın efâli efâlullahtır, esması esmaullâhtır. “O, zamanın çocuğudur” denir, “zamanın sahibidir” denir, “kendini Allah’a gelin eden nefis” denir. Allah’tan bir anlık bile gafil değildir...)
Rasulullah’ın ve Allah’ın sünneti, âdeti böyledir.
O, her zaman,
zaman halkının en kâmilinde,
Nûr-u Muhammedi olarak yaşar.
Âdetullah böyledir.
Sebebi;
O zatların makamlarını yüceltmek, onların eksik yanlarını tamamlamak, hizmetlerini kâmilen yapabilmelerinin temininden ibarettir.
Zira onlar, Rasulullah’ın, zahirdeki halifeleridirler.
Batında ise, onların hakikati kendisidir.
Bilesin ki;
İNSAN-I KÂMİL;
Zatı ile mevcudun tümünü karşılar.
Letafeti ile ulvi hakikatleri karşılar.
Kesafetiyle süfli hakikatleri karşılar.
O yüce zat,
Kalbi ile arşa karşı durur.
Bu manada Rasulullah aleyhisselâm şöyle buyurdu:
‘’Mü’min’in kalbi, Allah’ın arşıdır.’’
Daha hangi yönleri ile hangi şeylere karşıdır “İnsan-ı Kâmil” adlı esere bakılabilir.
*************
Bizim kastımız, “İnsan-ı Kâmil, hangi ilimle, nasıl hizmet eder?” sorusunun mahiyetini ayrıntılı bir şekilde anlatmaktır.
Böylece, gelecekteki, zatların, hatasız, hizmet vermelerini sağlamaktır.
İnsanlığa ve Mü’min’lere doğru hizmet için yardımcı olacak, kaynaklarda mevcut ilmi ve kendi tecrübelerimizi aktarmaktır. Bizden öncekilerin tecrübeleri olmasaydı, insanlık bu seviyeye gelemez, dinler inkişaf edemezdi.
Tevhide ulaşan zatlar ilmi toplu alırlar.
Tafsilatta tecrübe devreye girer. Kur’an-ı Kerim, Rasulullah’ın hizmetlerinin ve tecellilerinin ürünüdür.
Geleceğe rahmettir. Allahu Teâlâ Cebrail vasıtasıyla Resulünü, açıktan destekleyerek, hakikatin özünü kullarına ulaştırmıştır.
Ancak ondan dahi yararlanmak kolay değildir. Hakikat, Kur’an-ı Kerim yedi tayf üzere anlamlandırılır. En derin anlamı ilm-i ledün bilgileridir. İşte ilm-i ledün dediğimiz ilim, o tafsilattır ki önü ve sonu yoktur. En zor ilimdir.
Rasulullah’ın;
-‘’Bana üç ilim verildi. İkisini bildirdim, birini gizledim.’’
Buyurduğu ilimdir.
Bu asırda, Müslümanların içinde bulundukları zor durumdan çıkabilmesi için, çok ihtiyaç olduğundan, Allah’ın Mü’min’lere, bir ikramı olmak üzere, Hafız Hüseyin gaddese sırrı hu Hazretlerinin tecrübeleri sonunda, Peygamberimizin şefaatiyle, zahire çıkmış, kayıt altına alınmış, geleceğin hizmetine sunulmuştur. Bu eser ve nüshalarından başka hiçbir kaynakta olmayan açıklıkla yazılmış bir ilimdir. Ezeli takdir ile bu çağın nasibidir.
İki cihan savaşı yapmış olan bu büyük zat, Allah’ın izniyle ve Resulü Kibriyanın şefaatiyle bize bu ilmi bırakmış ki, hakikat yok olmasın. Bu ilimle hizmet verildiğinden, insanlık yirminci yüzyılda bu kadar mesafe almıştır. Aya çıkılacak teknolojiye sahip olunmuştur. Dünyada savaşlar asgaride tutuldukça ilerleme devam edecektir. Umulur ki en kısa zamanda yıldızlara çıkıp, artan dünya nüfusu göç ettirilebilir.
Zira Peygamber Efendimizin vefatından başlamak üzere, yapılan hizmetlerde hatalar başlamış, bu günkü günlere gelinmiştir.
Örneğin;
İslam’ın temel prensiplerinden biri olan Cumhuriyet terk edilerek, Saltanat vücuda getirilmiş ve bin dört yüz yıl, zahirde gelişmelerin önü kesilmiştir. Sonunda gayri Müslimler, teknolojik üstünlüğü ve zenginliği ele geçirmişlerdir. Çünkü evliyalar hayır zannıyla şerre dua etmişler. Kur’an’da kesinlikle yasaklanmış efâlleri yapmış, okunmaması gereken isimleri İslâm topraklarında okumuşlardır. “Benim güzel isimlerimi okuyun” diye emir olmasına rağmen, Allah’ın kötü ismi olmaz hükmüyle her ismini dualarına yanlış tertiplerle almış, gelecek nesillere vird olarak tavsiye etmişlerdir. Ve yüzyıllardır bu yanlış tertiplerle dualar edilegelmiştir. Hâl bu ki, anlam bakımından negatif esmalar ‘lâ’ takısıyla okunması gerekir. Örneğin; Mü’mit esması ‘Ya Mü’mit’ şeklinde okunursa ölüm getirir. ‘Lâ’ takısı ile okunursa ölümü erteler.
Hafız Hüseyin gaddese sırrı hu Hazretleri Esrâr-ı Hikmet kitabıyla öyle bilgileri kayıt altına almış ki bu sayede, kendisinden sonra görev alan Hocam Hacı İsmail Fidan Hazretleri zamanında Türkiye her türlü savaş tehlikesinden korunmuş. Tarihinde ilk defa bu kadar savaşsız bir dönem yaşanmıştır.
Rahmetli bununla sık sık, övünürdü. Haksız da değildi. Bu sayede yüzlerce yıl sonra Türk çocukları dedelerinden masal dinleme şansına sahip oldular.
Allah’ın tecellileri asla sınırlanamaz. Çağa göre ortaya çıkan problemlerin çözümü için sürekli içtihada gerek duyulacaktır. İçtihadı ise, “millet iradesi”, günün ihtiyacına binaen yapacaktır. O nedenle İslâm’ın ön gördüğü yönetim biçimi en başından, “demokrasi”dir. “Yöneticilerin seçimle iş başına gelmesi”dir. Bireyin iradesini ve yeteneklerini rahatça insanlığın hizmetine sunabilmesidir. İslam insanı hür kılmak için vardır. İslam inancında her türlü ilahı ‘lâ’ ile reddetmek varken, devlet; firavunların uygulamalarını geri getirerek kişilik haklarını ( İslâm’a aykırı olarak) kısıtlamıştır. Bunun sonucu olarak bireyler yeteneklerini uygulama fırsatı bulamadan, insanlığa yeterince katkıda bulunamadan ömürlerini tamamlayıp gitmişlerdir. Devlet ve millet yetiştirdiği her ferdinden azami verimi alması gerekirken, istibdat neticesinde bundan mahrum kalınmıştır. Bunu becerebilen gayr-i Müslimler çağın gelişmiş toplumları olmuş, İslam âlemini sömürge haline getirmişlerdir. Bütün bunların temelinde yönetim şeklinin İslâm’a uygun olmaması yatar.
Ulemanın yönlendirmesi, bilgilendirmesiyle hüküm verecek olan, kamuoyudur.
Bu hakikati en kâmil haliyle bilen Peygamberimiz, uygulamalarında, gerek yakın çevresine danışmak suretiyle ve gerekse büyük biatlerle bunun örneklerini vermiştir.
Bu söylediğimizin yüzlerce örneği İslâm kaynaklarında mevcuttur.
Bu kitabın konusu her söylenilene bir örnek getirmeye uygun değildir. Bir örnek vermek gerekirse, Hz. Hamza’nın ısrarları neticesinde ‘Müşriklerle savaşın’ ayetinin inzali verilebilir.
Her ihtiyaç duyduğunda vahiy imdadına yetiştiği halde, çevresine en önemli konularda bile danışmış. İstişareyi İslâmî kaideler arasına yerleştirmiştir. Hendek savaşında, hatta Uhut savaşında ashabın katkısı açıklıkla kayıtlara geçmiştir.
Bilesin ki;
Yüce Hakk’ın sûreti, Rasulullah aleyhisselâm Efendimizin şu hadisi şeriflerinden anlaşılır.
O, şöyle buyurdu:
—“Allahu Teâlâ Âdem’i Rahman sûreti üzerine yarattı.’’
Diğer hadislerinde ise şöyle buyurdu:
-“Allahu Teâlâ Âdem’i, kendi sûreti üzerine yarattı.”
Bunun oluşu şöyledir:
Allahu Teâlâ diridir. Âlimdir, güçlüdür, diler, işitir, duyar, konuşur. İnsan dahi öyledir.
Diridir, âlimdir…
Sonra...
İnsan; yüce Allah’ın hüviyetini, hüviyeti ile benliğini, benliği ile zatını, zatı ile şümulünü, şümulü ile hususiyetini, hususiyeti ile karşılar.
Ayrıca;
O’nun bir başka karşılaması daha vardır ki:
“O, zata bağlı hakikatleri ile Hakk’ın mukabilidir.”
Bilesin ki;
İNSAN-I KÂMİL;
Zata bağlı bütün isimleri ve sıfatları hak etmiştir.
Çünkü nûr-u tevhitte hakikatte tevhit olmuştur.
Tevhidin mahiyeti ile ilgili bilgi ilerleyen bölümlerde bütün yönleriyle açıklanacaktır.
O makamda ve daha sonra beşeriyete intikâlde;
“İNSAN-I KÂMİL yüce Hakk’ın aynasıdır.
Ve dahi Yüce Hakk İNSAN-I KÂMİL’İN aynasıdır.”
Kaldı ki;
Yüce Hakk, kendi zatına vacip kıldı ki:
İsim ve sıfatları ancak İNSAN-I KÂMİL’DE görüle.
Bütün bu anlatılanlar, şu ayet-i kerimenin manasıdır;
“Gerçekten biz, emaneti yere, göklere ve dağlara arz ettik; onu taşımaktan çekindiler. Ondan korktular. Ve onu, İNSAN YÜKLENDİ. Zira o zâlim ve cahil idi. (33/72)”
Yani o nefsine zulüm etti.
Bulunduğu derecesinden indi.
Çünkü kendi durumunun ve Hakk’ın câhili idi.
Zira İlahi emanetin muhatabı olduğunu anlayamıyordu.
Bilesin ki;
İNSAN-I KÂMİL açısından isim ve sıfatlar ikiye ayrılır.
Sağına düşenlere;
“Cemâl esma ve sıfatları” tabiri kullanılır. Hayat, ilim, kudret, irade, işitme, görme vb.
Soluna düşenlere ise;
“Celâl esmaları ve sıfatları” tabiri kullanılır. Ezeliyet, ebediyet, kahhar, cebbar, müntakim vb.
Allah’ın isim ve sıfatlarından bazıları hem sağa ve hem sola düşer ki; bu tür isim ve sıfatlara da “Kemâl sıfatlar ve esmalar” tabiri kullanılmıştır. Kâmil, rahman, kadir, âlim vb.
Allah’ın isimleri sayısızdır...
Ancak Kur’an’da geçen esmaları, 99 tanedir denilmiştir.
Bu isimlerden;
33 tanesi cemâl,
33 tanesi celâl
ve 33 tanesi ise kemâl esmâlardan oluşur.
İleride, hangileri cemâl veya celâl, hangileri kemâl esmalarıdır ve aralarında ne gibi farklar vardır, genişlemesine anlatılacaktır. Bu arada, Esma el Hüsna’dan (güzel esmalar) ne kast edilmişken, yanlış anlamak suretiyle ne büyük hatalar yapıldığını da anlatacağız.
Bütün bu anlatılanlar dışında; İNSAN-I KÂMİL için, sâri bir lezzet daha vardır.
Buna; ULÛHİYET LEZZETİ derler. Bu lezzeti, zat, vücudunun tümünde bulur. Hem de yaygın bir şekilde. Bazı veli kullar, bu halin içinde, salınıp gezmeyi, dalıp gitmeyi temenni ederler.
Sakın ola ki...
Bu zümreyi kötüleyen nasipsizler seni aldatmasın.
Zira insanların birçoğunun bu makamlara dair hiçbir bilgileri yoktur.
İNSAN-I KÂMİL, bazen bütün bağlantılarından boş kalır. Öyle zamanlarda, bütün isimlerden, sıfatlardan, hatta zattan dahi sıyrılır, mücerret kalır.
Bu halinde o;
Yakîn ve keşif hükmüyle, varlıkta kendi hüviyetinden başka bir şey olmadığını bilir.
Varlığın tamamını, önden sona, aşağısını ve yukarısını kendinde müşahede eder.
Şu vücut işini, çeşitli yollardan bilir, görür, yaşar.
Onun bu görüşü ve yaşayışı, birimizin, hatırına gelenleri, gerçekleri görüşümüz, fark edişimiz gibidir.
Ancak O zat, hatıraların açığını da kapalısını da, kendi özünden söküp atmaya kadirdir.
Hatta kul hakkı hariç, isterse, Mü’min’lerin kalbinden her türlü kötü hatıraları silebilir.
O sayede, bir ikram olarak, Allah’a yakınlaştıkça, Mü’min’ler, kin ve nefretten, kıskançlık ve benzeri kalbi hastalıklardan arınırlar.
Sonra Azizim;
İNSAN-I KÂMİLİN eşyaya tasarrufu, bir şekle bürünmeye, bir alete, bir isme, bir resmiyete bağlı değildir.
Herhangi birimiz yemesinde, içmesinde nasıl tasarruf ediyorsak, o dahi eşyada öyle tasarruf eder. Bu tasarruf hem kahır makamında, hem lütuf makamında böyledir. Bir şeyi dilemesi yeter. O şey hemen olur.
Zat makamının sahipleri için, üç berzahtan söz edilir.
Hattı zatında sayısız olan berzahlar üç isim altında toplanır.
Bu berzahların sonundaki makama;
Hitam…
Adı verilmiştir.
Burası; CELÂL VE İKRAM… Makamıdır.
Dilerse;
Celâl sıfatlarıyla hükmeder, bu hakikat âlemini kıyamete sürükler.
Dilerse ikram sıfatlarıyla celâlini en aza indirgeyerek dünyayı cennete çevirir. Tarihleri yazanlar onlardır. Onların fermanı olmadan, umumu etki altına alan bir tecelli olamaz.
Bundan sonra bir makam kalır ki o;
“KİBRİYA”dır.
Bu bir nihayettir ki: Onun için bir son düşünülemez.
Bu makama varan zatların durumu da değişiktir.
Kâmili vardır. Ekmeli vardır.
Fazılı vardır. Efdâli vardır…
Allah. Hak söyler.
Bu yola hidayeti nasip eden Allah’tır.
Toplu olarak bu kadar bahisten sonra İLM-İ LEDÜN bahsine girebiliriz. Ancak bu konuda Muhiddin-i Arabî hazretlerinin açıklamalarını da izleyelim.
Fütühat-ı Mekkiyye isimli kitabından, İsmail Hakkı Bursavi’nin Türkçeye kazandırdığı, Sayın, Abdülkadir Akçiçek’in sadeleştirerek günümüz Türkçesine kazandırdığı ‘’Özün Özü’’ isimli risaleden:
ÖZÜN ÖZÜ ve SIRRIN SIRRI
Hazreti Şeyhin Fütühat-ı Mekkiyye’sinde anlatmak istediği husustan bir tanesi şudur:
- İrfan sahibi, eğer kendi özündeki gerçeği anlasaydı; belli bir itikada bağlanıp kalmazdı.
Şöyle ki; bir irfan sahibi, zatındaki varlığın mahiyetini tam manasıyla anlamış olsa, belli bir inanç içinde kısılıp kalmaz, iman çerçevesini daraltmazdı. Bir heyula gibi olur; kendisine eğiticisi tarafından hangi şekil verilirse, kabul ederdi.
Cümle itikatların özüne vakıf olup, kabuğa değil öze itibar ederdi. O itikatların dışta giyindiği kisvelere takılıp kalmadan bizzat aslına ererek her yüzden gerçeği müşahede eder, ârif-i billâh olurdu.
‘Tecelliyât-ı Huda iledir, her iki cihan;
Ârif ol Hakka nazar eyle, dilediğin yandan.’
HER ŞEYDE SEN VARSIN
Ilgın-1993
Ağaçta, çiçekte, kuşta sen varsın.
İlkbaharda, yazda, kışta sen varsın.
Yediğim ekmekte, aşta sen varsın.
Senden gayrı âlemde var olan yok;
Senden gayrı gönlüme yar olan yok.
Akşamda, sabahta, tanda sen varsın.
Sokakta, otelde, handa sen varsın.
Kemikte, ilikte, kanda sen varsın.
Senden gayrı âlemde var olan yok;
Senden gayrı gönlüme yâr olan yok.
Varlıkta, yoklukta, zayda sen varsın.
Dünyada güneşte, ayda sen varsın.
Cilvede, cümbüşte, cayda sen varsın.
Senden gayrı âlemde var olan yok;
Senden gayrı gönlüme yâr olan yok.
Melekte, şeytanda, cinde sen varsın.
Bitkide, hayvanda, inde sen varsın.
Günahta, sevapta, dinde sen varsın.
Senden gayrı âlemde var olan yok;
Senden gayrı gönlüme yâr olan yok.
Sevdiğim her şeyde, nûrda sen varsın.
Yerdiğim şeylerde, nârda sen varsın.
Annede babada, yârda sen varsın.
Senden gayrı âlemde var olan yok;
Senden gayrı gönlüme yâr olan yok
*****
Bu hal bir hadis-i şerifte şöyle anlatılır:
—Cennetlik kimseler, makamlarına kavuştukları zaman; Yüce Hakk, azametini ve kibriyasını gizleyen perdeyi aralar ve:
— “Ben sizin Yüceler Yücesi Rabbinizim” buyurur.
Birçoğuna Hakkın bu tecellisi, olmaz iş gibi gelir; inkâr ederler.
—“Haşa ki sen bize Rab olasın! ! !” derler.
O anda tecelli üç defa değişir. Her defasında onlar, yine inkâr ederler. Sonra, Yüce Hakk onlara:
—“Rabbinize dair aranızda bir işaret var mı?” diye hitap eder.
— “Evet, var.” cevabını hep bir ağızdan verirler.
Artık o andan itibaren; herkese zannı, itikadı, anlayışı nispetinde ayrı ayrı tecelli olur. Bu tecelli sonunda:
— “Sen bizim Yüceler Yücesi Rabbimizsin.” deyip cümlesi kabul ederler.
Bu müşahede için Hazreti Rasulullah aleyhisselâm şu hadis-i şerifi irat etmişlerdir.
— “Siz Rabbinize mehtaba bakar gibi, bakıp seyre dalacaksınız.”
Hâl böyle iken; dünyada Hakk’ı müşahede eden ehl-i irfan, yüce Hakk’ı ilk tecellide tasdik ederler. Çünkü onlar, cümle itikadı benimsemiş; her tecelliye yetenek kazanmışlardır.
DIŞARIDA ARAMA BENİ
Ilgın -1994
En uçlarda, her yaprakta ben varım;
En uç benim, yaprak benim, dal benim.
Havada, toprakta, suda ben varım;
Evvel benim, ahir benim, hâl benim.
Düşülecek her oyukta ben varım,
Üşünecek her soğukta ben varım,
Sığındığın her koğukta ben varım,
Hem düşen, üşüyen, sığınan benim.
Başlarda, yazmada al nakış benim,
Sevenler arası ilk bakış benim,
Gönülden gönüle o akış benim,
Hem yazma, hem bakan, hem akan benim.
Kulda ayıplama, karama beni,
İlaç edin sürün yarama beni,
Nefsinden dışarda arama beni,
Hem kullar, hem ilaç, her nefis benim.
Doksan dokuz boncuk ile diz beni,
Üçer beşer zikir eyle gez beni,
Gece gündüz fikir eyle sez beni,
Esma benim, sıfat benim, zât benim.
‘Burda her kim görür yârin
Görecek onlardır yarın
Orada ne anlar sevgiliden
Olanlar burada körlerden.’
Hazret-i Kur’an’da şöyle buyuruldu:
“Bu âlemde kör olan, öbür âlemde dahi kör olur. (17 / 72)”
*****
Bu âleme gelmekteki gayeyi şu kuts-i hadis, bize anlatır:
—“Küntü kenzi mahfi… Bilinmez bir hazine idim, bilinmek istedim; âlemleri yarattım”
Bu emir böyle, ancak Hakk’ı bilmek kolay iş değildir. Ta ki kişi nefsine ârif ola:
— “Nefsini bilen, Rabbini bilir” hadisi bu sırrı ifşa eder.
CANDAN İÇRE
Ilgın- 1994
Sûre misin, ayet misin hat mısın?
İsim misin, sıfat mısın, zat mısın?
Câhillere söylemezsin, tat mısın?
Bilmek için, hazan olup solduğum,
Candan içre, can içinde bulduğum.
Yokuş musun, düzlük müsün, çöl müsün?
Pınar mısın, ırmak mısın, göl müsün?
Sevda mısın, bülbül müsün, gül müsün?
Görmek için, hazan olup solduğum;
Candan içre, can içinde bulduğum.
Nere baksam her gördüğüm sen misin?
Ruhum musun, nefsim misin, ten misin?
Yoksa bende, ben dediğim, ben misin?
Olmak için, hazan olup solduğum;
Candan içre, can içinde bulduğum.
Meğer kula, can olan can, sen misin?
Sevenlere canan olan, sen misin?
Hem bulunan, hemi bulan, sen misin?
Bulmak için, hazan olup solduğum;
Candan içre, can içinde bulduğum
*********
Aksi dahi böyledir. Ehli ne demek istediğimizi anlar. Bu hadis-i şerife havas ve avamdan birçokları, akılları yettiği kadar, mana vermişlerdir. Havas katında verilen manaya göre bunun yedi mertebesi vardır. Aşağıda bu yedi mertebe anlatılacaktır.
KENDİNİ BİLMEK
I.
Bir kimse, kendi cisminde, cesedinde olan cüzi ruhu anlarsa
Ki buna:
—“Konuşan nefis” tabir edilir. Bu, ilk mertebedir.
Bu makama “terakki” adı verilir.
Vahdet ehline göre, nefis, kalp, ruh, akıl, sır hep birden, tek şeydir. Ancak değişik şekiller aldıkça, ayrı ayrı itibar edilir; farklı isimle isimlendirilir.
O konuşan nefsin cismi ve canı yoktur. Cesedin hem içinde ve hem dışında bir yönetici, tasarruf edicidir. Ne mekânı ve ne nişanı vardır. Hiç bir özel yere sahip olmadan, nereye parmak basılsa külli olarak orada vardır. Bölünme parçalanma gibi şeyler onun için düşünülemez.
Şahsın;
Elinde tutan, gözünde bakıp gören, dilinde söyleyen, ayağında yürüyen, kulağında işiten ve cümle duygu ve düşüncesinde tasarruf eden odur.
Bedende bizatihi tümüyle mevcuttur. Bütün bedeni kuşatmış, ihata etmiş olarak, her şeyden münezzeh ve müberradır. Bedenin herhangi bir azasında eksilme olsa, kesilse, kopsa ona bir eksiklik gelmez. O merkezinde aynen var ve kaimdir. Cesedin cümlesine bir fenalık gelse, ona ne yokluk olur ne zeval. Bunu anlatmak için, hesaba gelmez manalar vardır. Kitabımızın özet olması nedeniyle bu kadarla yetiniyoruz.
CAN ÖLÜR MÜ HİÇ
Bazen makam-ı kulluk kölesi,
Bazen kâinatın efendisi.
Yeterince düşündün mü, nedir,
Ben, ben deyip durduğun nefsi.
Gör ki hafıza bandı bilinç,
Yaşlıda da gençteki gibi dinç.
Külli ruh’un cüzü olan bu can,
Ceset öldü diye ölür mü hiç?
Sarayönü -1977
II.
İkinci: kişi için nefsini bilme makamı;
Kişi; ufuklara bakmalı. Yani dışına, afaka... Bütüne… Külli nefse nazar etmeli. Buna;
—“Aklı külli, izafi olan külli ruh” denilir. Allahu Teâlâ’nın halifesidir.
Bu ruh cisim ve cisme bürünmüş değildir. Yerin ve semanın dışında dahi değildir. Bütün mevcudatı kendi nefisleriyle kuşatır; onlarda senin nefsinde bildiğin şekliyle, her nefiste tedbir ve tasarruf eder.
Onun için üstünlüğün en üstünü ile altın en altı eşittir. Her mertebede zatı ile mevcut olur. Parçalanmaya ve bölünmeye gelmez, bütündür. Gök yıkılsa yer çökse onda herhangi bir şey eksilmez.
İşte o ruha sahip olan zat, afaka nazar ettiği zaman, bu hâlleri bilirse, ikinci mertebeyi anlamış demektir.
III.
Bu makama yükseliş elde eden için gerekli olan: Cüz’i tabir edilen ruhunu, bu külli ruhta, fani, yok kabul etmek suretiyle, izafi ruhta zinde ola. Yani ruhun külli ruh, aklın külli akıl olduğunu hakk’al yakîn olarak müşahede ede;
Sonra “Cüz’i” deyimleri ata. Her şeyin bütüne ait olduğunu tam anlamıyla idrak ede.
MEĞER TÖVBE GİZLİ ŞİRKMİŞ
Ilgın- 1993
Yıpranan anı defterim, satır/ satır ibret kokar.
Alır gider bilincimi, kaderimi ummana sokar.
Satırlarda mahkûm bekler, yıllarca çektiğim ahlar.
Soluk resimlere tutsak, acısı tükenmiş vahlar.
Geçmişteki hatalarım, çaresini bulur muydum?
Acıları çekmeseydim, bugünkü ben olur muydum?
Doğru-yanlış hangisidir, yaşamasam bilemezdim.
Bu yazgı benim yazgım, istesem de silemezdim.
Yaşadığım geçmiş zaman, kesin kader biliyorum.
Hak yazgımın kaleminden, son kez özür diliyorum.
Kül iradenin yanında, cüz irade n’olacakmış.
Tedbirlerde kaderdenmiş, yazılanlar olacakmış.
Hakk’ın ezel kitabında, her işi kul işler imiş.
Cüz irade dedikleri, kül iradenin cüziymiş.
Kader sırrına erince, rıza denizine yettik,
Meğer tövbe gizli şirkmiş, tövbeye de tövbe ettik.
IV.
İnsanın kendini bilmesi:
Sonra insan terakkiye yani bu makamda yükselmeye devam ede; kendi ruhunu izafi ruhta yok olmuş bula.
İzafi ruhu ise, Cenâb-ı Hakk’ın zatında mahvolmuş göre. Parçalardan ve bütünden dahi kendisini kurtarmış ola. Bütün işleri Cenâb-ı Hakk’ın fiilinde; bütün isim ve sıfatları, Hakk’ın isim ve sıfatlarında, ayrıca bütün zatları da Hakk’ın zatında yok olmuş göre…
Bu görüşlerinde sağlam bir inanca ulaşınca, ilm-el yakîn tabir edilen, tam müşahede haline erer.
Anlar ve kabul eder ki:
Âlemlerde;
—Ondan başka varlık yoktur.
—Varlık cübbesinde ondan başkası yoktur.
Manalarını da hâl edinerek, tadarak yaşar anlar.
Ayrıca:
—“Bugün mülk kimin? Vahit Kahhar olan Allah’ın (40 /16)” ayet-i kerimesindeki manaya da anlayış peyda ettikten sonra, dışta Hakk’tan gayri şeylerin mevcut olmadığını irfan yolu ile anlar.
Evet…
Azizim;
Allah yâr ve yardımcın olsun…
Anlayış nasip etsin…
Bilesin ki;
Buraya kadar dört kademeyi anlatmış olduk.
Bunlar;
a. Enfüsi — iç varlık
b. Afaki — dış varlık
c. İç ve dış varlığın bir olduğunun idraki
d. Anlatılanların hepsinin, Yüce Hakk’ın zatında eriyip yok olması.
V.
İnsanın kendini bilmesi:
Buraya kadar ulaşmış insan için bu makam öyle bir makamdır ki, şu ana kadar anlatılan dereceleri birleştirip, hepsini bir kabul edip, müşahede etme yeridir. Bu makama erene;
—“İBN’ÜL VAKİT” denir.
VI.
İnsanın kendini bilmesinin 4. mertebesi:
Bu makamı bulan zat, her şeye ayna olur. Bu makamın yolcusu, yolunda zatından başkasını göremez. Her şeyi kendisine bağlı bulur.
Ve
—“Cübbemin içinde Allahtan gayrı yok; İki cihanda benden başkası olabilir mi?” der.
Yani, Her şey ona bir ayna, o her şeye bir ayna olur. Belki, ayna, aynadaki boya, yansımanın kendisi ve yansıma dahi kendisi olur.
Bundan önce, İBN-ÜL VAKİT MAKAMINDA; “Allahtan gayri mevcut yok” diyordu… Bu makama erdikten sonra:
—”Yalnız ‘ BEN ‘varım” der.
Şimdi buna;
—“EB’ÜL VAKİT” tabiri kullanılır.
( Bu makama erenlere verilen isim çoktur. “İmam-ı zaman”, “Kut bel aktab”, “Gavs-ı Azam” vb...
Biz bu makam için ZAT EVLİYASI ve ZAT tabirini kullanacağız. )
DIŞARIDA ARAMA BENİ
Ilgın -1994
En uçlarda, her yaprakta ben varım;
En uç benim, yaprak benim, dal benim.
Havada, toprakta, suda ben varım;
Evvel benim, ahir benim, hâl benim.
Düşülecek her oyukta ben varım,
Üşünecek her soğukta ben varım,
Sığındığın her koğukta ben varım,
Hem düşen, üşüyen, sığınan benim.
Başlarda, yazmada al nakış benim,
Sevenler arası ilk bakış benim,
Gönülden gönüle o akış benim,
Hem yazma, hem bakan, hem akan benim.
Kulda ayıplama, karama beni,
İlaç edin sürün yarama beni,
Nefsinden dışarda arama beni,
Hem kullar, hem ilaç, her nefis benim.
Doksan dokuz boncuk ile diz beni,
Üçer beşer zikir eyle gez beni,
Gece gündüz fikir eyle sez beni,
Esma benim, sıfat benim, zât benim.
VII.
İnsanın kendisini tanımasında VII. makamı:
Bu devrede salik, tam bir fena hali ile yokluğa karışır. Sade bir hiçliğe erer.
Bundan sonrası beka içinde bekadır. Artık onun için, hâl ve makam lafı edilemez. Orada ne müşahede ne de marifet kalır.
Buralarda olup bitenin tabir ve izahı mümkün değildir. O sırra ermemişler için orası tam bir yokluk sayılır. Anlaşılır bir makam olmadığından, anlatılmasına da ne imkân vardır ne de gereklilik. Her devirde bir kişi o makamın sahibi olur. O; birinin Hakk’a yürümesi durumunda, bir alt makamdan Hakk’ın nasiplisi bir başkası geçer.
Bu makam için “MAKAM” kelimesi dahi, anlatmak içindir. Zira bu makamın sahibi ne makam, ne de nişan bilir. Ancak zevk ehli tadış yoluyla anlar.
Arif bu makama erince, cem-birlik âlemine geçmiş olur. İNSAN-I KÂMİL adıyla.
Ayrılma gerekirse ilahi bir varlıkla süslenir.
Kendi hakikatini idrak eder; dolayısıyla Hakk’ı anlar.
Bundan sonra, zahirde anladığımız itikatların herhangi biriyle bağlanıp kalmaz.
O tam muhtardır.
“YAPTIKLARINDAN SORUMLU DEĞİLDİR.” Dilerse kendinden önceki zatın şeriatına uyar, dilerse değiştirir. İslamiyet geldikten sonra yeni bir şeriata gerek olmadığından Kur’an’a tabi olur. Eğer Kur’an-ı Kerim’e aykırı hareket ederse nefsine hizmet etmiş olur. Kendisinden sonra gelen zat o durumu yeniden düzeltir. Bu makama gelenlerin kendi hakikatlerine irfan sağlayamayanları dahi olabilir. Ve / veya iptidalarında yapmış oldukları işler nedeniyle şeriattan sapmalar yaşanabilir. Kâmilen kendine irfanı olan zatlar isterlerse durumu yeniden rayına oturturlar.
Bu arada şeriat-ı Muhammediyeye temelde, özde zarar vermeyen değişimleri de Rasulullah’ın onayını alarak değiştirirler.
Bunlardan bir örnek vermek gerekirse, Türkiye’de medeni hukukun değişmesi gösterilebilir. Ancak ileride bir başka zat gelip ben her şeyi Kuran’a uygun hale getireceğim derse o dahi mümkündür.
Anlatılmak istenen mana budur.
Bir dörtlük;
‘O olmayınca bulamadım yolu Hakk’a
Onunla oldum Hakk’la diri, buldum beka.
Kendimi, kendim yitirdim; yine bulsam kendimi,
Hep olursun, hiç edince, kendi kendini’
ARAYAN BULUR
Batın idi çıktı zahire,
Hikmet deryasını boylayan var mı?
İlm-i ledün öğretecek mahire,
Nasıl ulaşılır soylayan var mı?
Beri gel dostum aranan sensin,
Gerçeği arıyorsan sen bendensin.
Kaç kere üç yüz atmış beşten sonra,
Benden öte ben, sen o bensin.
Hikmet işi çok zor yapar görürsün,
Öyle ki ölmeden önce ölürsün.
Eğer ezelden nasibin var ise,
Öyle ölürsün ki, suda yürürsün.
Sen o kişiysen gör neler oluyor,
İçin dışın bütün nûrla doluyor.
Bu âleme O’nu bilmeye geldik,
Arayanlar Hakk’ı burda buluyor.
Denizi taşırır çekilen çile,
Sebebi pek çoktur celâlde hile.
Kimisi yüzüldü kimi biçildi,
Evliyalardan hem enbiya bile.
Sen o isen Rabbim cesaret versin,
Dünya, ahireti hep terk edersin.
Hacca giden karınca gibi yürür,
Muhammed yoluna can feda dersin.
Bilesin sözümüz latife değil,
İnsanı her şeye sevk eder meyil.
Kişinin içinden uyanan istek,
Bazı melektendir bazısı değil.
Hangisi melekten nasıl bilecek,
Nasipse deryayı âşka girecek.
İnsanlar doğuştan hataya açık,
Hak yolda kalbi o âşk eğitecek.
Ham iken pişecek sonra yanacak,
Hakk’tan tecellide nûra kanacak.
Ene’l-Hakk burda tevhide ulaşıp,
Her saniye kalben Hakk’ı anacak.
Gayri her dileği kabul görecek,
Meleklere emri hep o verecek.
İnsan-ı kâmildir o bu zamanda,
Rabbin emri nûrdan güller derecek.
Mahlûk artık ondan diler el aman,
Kimileri söyler ya gavs-ı azam,
Bir adı da olmuş, kutb-el aktab,
Kimi arif der, imam ez-zaman.
Ilgın/1993
Artık arif olan anlar ki,
gerek enfüs’te, gerekse afakta;
tecelli eden tek zat, tek hakikattir.
Başkası yok.
Varlık, tek varlık, bir can ve bir tendir.
Gören bir / Görünen bir
‘Hakk kulundan intikamını yine kul ile alır
Bilmeyen İLM-İ LEDÜN’Ü anı kul yaptı sanır
Cümle eşya halikındır kul eliyle işlenir
Emr-i Bari olmayınca sanma bir çöp deprenir’
Hakk için halka her şey söylenmiş;
Ben daha farklı ne söyleyeyim.
Gören bir görünen bir azizim;
Göstermez, göremezsen neyleyim.
Sarayönü /1986
*****
O hem Ahat, Vahit hem Camiun isimleriyle isimlenendir.
Bunca görüntü bir yanılsamadır.
O ne bölünme ne parçalanma kabul etmez.
Zahirde görünen her şey onun tecelligâhıdır. Zâhire zuhurudur.
İSİM /esma
I.
Bilesin ki, Azizim;
‘Allah yâr ve yardımcın olsun’
İsim denilen: kelâm
Vara / yoğa ad olan şeydir
Öyle ki
Fehim / varlığı isimle görür
Hayal / sûretlere bürür
Vehim / yakınlaştırır
Fikir /düşündürür
Akıl bilir / hüküm yürür
Ve
Şey
İsmiyle / eşleşir
Şüpheye yer bırakmadan
Özleşir.
Zatın bilincinde / söz
Var / ve yok’un yerini alır
Her halükarda
Bilinçli / bilinçsiz
Gerektikçe
Şey / ismi
İsim / şeyi çağırır.
II .
İsmin kemâli
Bilinmeyeni bildirmesidir
Şeyle aynileşmesidir
Böylece
Demiş olduk ki
Azizim / biiznillahi Teâlâ / anla
O öyle bir kudrete sahiptir ki
Varı bildirmekle kalmaz
Batına dahi / bağırır
Gayrından yardım almadan
Masallardaki dev gibi
Anka gibi
Yoğu varlık mertebesine çağırır
Hatta varı yokluğa gönderen de odur
Öl demek yeter /ölür.
Bu yüzden / mahlûk olan akıl
Halık karşısında aciz
Hem /ebedi hayrette kalır
Ol emriyle
Batın / elle tutulur gibi çıkar da/ zahire
Göz görür
Çift / çift /âlemler
Gümansız / külliyen yer ile yeksan
Kimi celâline / kimi cemâline
Halen / topyekûn secdeye varır.
Cehennem gibi /cennet gibi
Sevgi gibi / nefret gibi
Her var ve yok / nefsini
O; kadir-i mutlak
Bir’den alır.
III.
İşte
Azizim;
O nedenle
Kendi hükmünce
İsim ve sıfatlarla
Bilinen
Sırf varlık olan Hakk’a
Yakîn için
Allah adından başka yol yoktur.
Nebiler tespihinin imamesi
Kâinatın efendisi
Muhammet aleyhisselâm
Diliyle
Kitabullah bildirdi ki
Var ve Bir olan
Allah
Var’a yok’a hükmetmiş
İblis müstesna /melekler
Halef Âdeme secde etmiş...
IV.
Mümküne ol de / bak
Hemen oluyor
Azizim;
A canım
Aymalısın
Hakk’ı her nefisle bir saymalısın.
V.
Duymalısın ey nefsim
Kur’an sana seslendi
Cennet, cehennem / sende
Bütün âleme halife sen
Duy /duy çağrıyı lütfen
Sensin muhatap dendi.
Maksat sensin
Ya sin
*****
Kâinatta bulunan cümle varlığın zerresinden, en büyüğüne kadar, hepsinde
HAKK ESMA VE SIFATLARIYLA TECELLİ EDER. Bu tecelli herkesin itikadına, istidadına ve anlayışına ve işlediği fiillerine göre olur. Her mahalde ve her makamda bir yüz gösterir.
SENSİN İMDADIMIZ
Fırsat verdiğim kadar amel edebilirim,
Sevdirdiğin kadar ancak sevebilirim,
Sevdirdiğin kadar sevmek istidadımız,
Sensin Allah’ım sensin imdadımız.
Fırsat ver, sıhhat ver, gayret ver bana,
Seveyim, kılayım, bulayım, varayım sana,
Bildirdiğin kadarını bilmek istidadımız,
Sensin Allah’ım, sensin imdadımız.
Dilersen sezdirir, âlim edersin kulunu,
Dilersen zatına erdirirsin yolunu.
Verdiğin kadarını almak istidadımız;
Sensin Allah’ım, sensin imdadımız.
Konya-1986
*****
O Allah
İçte ve dışta varlığını gösterebilen; her şeyde sûret bulan, her akılda makul, her gönülde mana, her kulakta işiten ve işitilen, her gözde gören ve görünen O’dur. Bir yüzden tecelli ettiğinde öbüründen de bakar. Bütün bunların manası, yine başta söylenen cümleye gider. Talep edenle edilenin, âşıkla maşukun, itikat edenle edilenin tek şey olduğunu bilen için mana şudur:
Aslında, irfan sahibi itikadın tek olduğunu bilince; kendisini özel bir itikada bağlamaz.
Cüz için KÜLL’ ü idrak zordur. Bunun için eğitim gerekir. Öncelikle inkâra sapmadan, bilenlerin, bildirenlerin söylediklerine inanç yoluyla kapı aralayacaksın. Kur’an-ı Kerimi en derin anlamıyla öğrenip harfiyen uygulayacaksın.
Sünnetullâh’a sıkı sarılacak, yol yordam bilen bir rehber edineceksin.
İtirazsız nefsini eğiteceksin...
Durma/sakın
I. perde
insan
insandır
bildiğinin âlimi
bilmediğinin cahili.
İster evliya ol ister enbiya
ya arifin / ya ulema
kül / hadsiz hudutsuz
kul / derya içinde âmâ...
Katre ne görür
ne alır
ne bilir / bildirir
kitaplıkta tek satır.
Gerçek künyem hiçlik
yokluk düştü payıma
en başından / ancak
deryayı derya anlar / anlatır.
Feryadım bir / tek sen
niyazım senden ulaşır
sana
ey yâr
icabet sana yakışır
iltica bana...
II. perde
Kaldır başını / benim ben
Sen’i / ben’i
bil / bir
iki yok
bildin işte
iznimle
bir den / bire gir.
Başka lezzet arama
yakınlığım lezzetin
aziz ol / aziz kal
ebedi olarak birle
susma / şükret / emanet sende varım
izzetim / izzetin.
Yansıyan cemâlim / müptela ol
bayramın kutlu olsun
habibim
vuslatın mübarek ola
durma / sakın ha durma
çalış / yüz verme sağa sola
doğrusu bu ya
en çok taat yakışır kula.
III. perde
İçin / için
bir‘i iste
gönül
bire dön
canı cananda yok bil.
*****
İrfan sahibinin; kendi hakikatine ârif olması, yani:
Kendi gerçeğini anlaması, özün özünü bilmesi için, saygı ile dinlemesi icap eden beş şeye ihtiyacı vardır. İrfan sahibinin olgunlaşması, ermesi için bunların bilinmesi bir zarurettir.
Bu nedenle onları da buraya sırasıyla alıyoruz ki;
Onlara;
“Hazarat-ı hamse” derler. Yani beş makam…
Azizim;
Bilmelisin ki;
Allah yâr ve yardımcın olsun…
Allahu Teâlâ hiçbir şekilde kayıt altına alınmaz. Zatına ve sıfatına bir son olmadığı gibi, âlemlerinin dahi bir sonu yoktur. Zira âlemler, isim ve sıfatların zuhur yeridir.
Zuhur eden, sonsuz olduğuna göre, zuhur yerlerinin de sonsuz olması gerekir.
“O her an bir şendedir. (55 /29 )”
Ayet-i kerimesindeki mana icabı, Hakk’ın tecellilerine bir sınır ve son yoktur.
O birdir, bütündür.
O’nun kudreti tam, kâmil haldedir.
Bu nedenle hiçbir tecellisini tekrarlamaz. O daima yeni yeni tecelli eder. Yarattığı hiçbir varlık diğerinin aynı olamaz. Yaratmanın başladığı günden bu yana birbirine benzer hiçbir kul yaratmamış; kuluna hiçbir şekilde iki kere ayniyle tecelli etmemiştir.
O’nun kudreti yüce, şanı büyüktür ve O’ndan başka ilah yoktur.
Hakk’ın tecellisi için bir son nokta, tecelli yerleri için de bir bitiş olmamakla beraber; derler ki;
“Bütün olarak on sekiz; tafsılen de on sekiz bin âlem vardır.”
Bu görüşü; Allah ondan razı olsun İbn-i Abbas hazretlerinden rivayet edilen şu hadis-i şerife dayandırırlar:
— “Allahu Teâlâ’nın on sekiz bin âlemi vardır. Sizin şu dünyanız o âlemin ancak biri sayılır.”
Bu günün biliminin ispatları da göstermiştir ki bu bir tabirden ibarettir. Yoksa âlemlerine dahi sayı ile bir sınır getirilemez.
Bütün bu âlemlerini şu anlatacağımız beş mertebe gruplandıracağız:
I - GAYB-I MUTLAK
II - ÂLEM-İ CEBERUT
III - ÂLEMİ MELEKÛT
IV - ŞÜHUD-Ü MUTLAK
Ve
V - İNSAN-I KÂMİL
I - GAYB-I MUTLAK
Bu makama:
Mutlak gayb, lahût âlemi; “hiçbir ölçüye gelmeyen”, “herhangi bir şekle sığmayan”, “hayal dahi edilemeyen”, “lâ tehayyün âlemi”, “mutlak ama”, “yalnız vücut”, “mutlak varlık”, “sırf zat”, “kitapların anası”, “engin bir nokta”, “bilinmezlerin bilinmezi” denilmiştir. “Akla kapalı âlem”, “Anlaşılması ve anlatılması mümkün olmayan âlem” olarak isimlendirilmiştir.
Nitekim Kur’an-ı Kerim’de buyurulmuştur:
—“Gaybın anahtarları onun katında olup onları ancak O bilir.”
Yukarıda adı geçen isimlerin tamamı yalnız bir mertebeye değişik zamanlar ve kişilerce verilen isimlerdir.
Dolayısıyla Yüce Hakk, bu makamda tam bir izzet ve her şeye karşı zenginlikle anılır. Aslında bu makamda, isim, şekil, sıfat ve sıfatlanan sözlerinin hiç biri bir işe yaramaz; ancak anlatabilmek için gerek duyulur.
Bu makamda Zat-ı İlahi, her şeyden tenzih edilir, soyutlanır.
Çünkü esma ve sıfatlanma, yani yaratma mertebesine henüz tenezzül etmemiştir. Bütün her şey zatta yokluğa gömülmüş haldedir.
Bunu henüz yaratılmamış gelecek olarak da tanımlamak mümkündür. Şimdi sunacağımız ayetler de bu manayı anlatan ayetlerdir.
— “Gerçekten Allah’ın âlemlere ihtiyacı yoktur.’’(3/97)
— “İnsan üzerinden bir zaman geçmedi mi ki; o devirde insan, anılan bir şey değildi.’’(76/1 )
— “Rabbin noksan sıfatlardan münezzehtir; vasfını tarif ettikleri her şeye karşı bir izzete sahiptir.’’(37/180 ).
Hadis-i Şerifelerde ise;
— “Allahu Teâlâ öyle bir halde idi ki, onunla beraber hiçbir şey yoktu.”
— “Gizli bir hazine idim…”
Bu ayet ve hadislerdeki cümleler anlattığımız makamın planını çizen ifadelerdir.
Ne olursa olsun, Yüce Hakk’ın zatına ârif olana değişen bir şey yoktur. Evvel zamanda yani ezelde ne idiyse, şu anda da öyledir.
Hz. Ali, “Allahu Teâlâ, öyle bir halde idi ki, onunla beraber olan şey yoktu.’’ hadis-i şerifini işitince:
— “Şu anda dahi öyledir.” buyurdu.
II - ÂLEM-İ CEBERUT
Bu makama, “Ceberut âlemi”, “birinci taayyün”, “ilk tecelli”, “Hakikat-ı Muhammediye”, “izafi ruh”, “külli ruh”, “kitab-ül Mübin” vb. denilir.
Ümm’ül kitapta her şey toplu görüldüğü halde, kitab’ül Mübin’de tafsilata geçilir. Teferruat oluşur. Ümm’ül kitap zattır. Bu makama, “isimler âlemi”, “ayan-ı sabite”, “mahiyet âlemi” ve “büyük berzah” da derler.
III - ÂLEM-İ MELEKÛT
Burası melekût âlemidir.
“Misal âlemi”, “hayal âlemi”, “ikinci tehayyün”, “ikinci tecelli”, “Sidre-i münteha”, “Emir âlemi”, “küçük berzah” ve “tafsilat âlemi” de denir. Başka bir ifade ile ruhlara, nefislere has olan, gizli âlem demektir.
IV- ŞÜHUD-Ü MUTLAK
Bu makama, “Şahadet âlemi”, “mülk âlemi”, “nasut âlemi”, “Halk âlemi”, “his âlemi”, “unsurlar âlemi”, “felekler âlemi”, “yıldızlar ve mevalit” yani “doğuş”, “oluş âlemi” denir.
Bundan murat “fizik âlemdir”. Madenler, bitkiler ve hayvanlar âlemidir. Arş-ı azimi, yani evreni de bundan sayarlar.
Cisimler âleminin tamamı bu makamdan sayılır.
Şahadet âlemi dediğimiz bu âlemin dışında kalan bütün âlemlere topluca; “Gayb âlemi”, “Emir Âlemi” de denir.
Ayrıca Gayb âlemine, “ahiret âlemi” de denilir.
Bu dört âleme, “dört derya” tabiri dahi kullanılır. Daha çok şu dört isimle isimlendiklerini görürsün;
“Âlemi LÂHUT”, “sırf zat âlemi”
“Gizli bir hazine idim; bilinmek istedim ve alemleri yarattım.”
Düsturuna göre; Zat-ı ilahi coşarak, “CEBERUT âlemini” yarattı. Buna “izafi ruh” diyenler de vardır.
Ceberut âlemi coşunca da “MELEKÛT âlemi” zuhur etmiştir.
Melekût âleminin coşmasıyla da “ŞAHADET âlemi” zuhura gelir.
Bir kişi herhangi bir şeye “ol” dediğinde, yani bir esmanın zikriyle, dua ile, bir şey dilediğinde, o dilek önce birinci mertebede nûrlar âleminde tecelli eder. O kişi nûr gören bir kişi ise okuduğu esmâların nûrunu görünceye kadar zikir etti ise, o nûrun gereği olan emir, melekût âlemine gider. Allahu Teâlâ o iş için meleklerine emir vermiş demektir. O iş, göklerde olup bitmiştir. Şahadet âlemine intikali için zatın okuduğu evkatın gerektirdiği süre içinde, fizik âlemde tecelli eder. Melekler o işi insan ve hayvanatın zihnine ilhâm olarak bildirir. İnsan ve hayvanat bu emri ya severek ki adına teshir, dostluk denir ya da oluşan şartların zorlamasıyla, yani cebirle yaparlar.
O iş, nûr doğduğundan itibaren, kader haline gelmiştir. Allah’ın kaderi ya isteyerek ya da zorla, ille de yerine gelir. Ya zamanın zatının umuma ait, küll tecellisi ya da kişilerin cüz tecellileri bu minval üzere olur. Allah’ın ilk yaratmasından bu yana değişmeyen kaderi olduğu gibi
(Fizik yasalarında bir değişme olmaz. Buna tabiat diyoruz. Tabiat kanunları kıyamet gününe kadar değişmeyecektir. Hiç bir şey yoktan var olmaz, var olan bir şey yok olmaz. Bir hâlden bir hâle inkılâp eder.) bir de değişen kaderi vardır. Bu da, “her an bir şendedir” kuralı gereğince varlıkların durumundaki değişimler, gelişimlerdir.
Kişinin dileklerinin, imkânlar âleminde karşılık bulmasıdır.
Bu mana da, Allah için yaratmanın kolay olduğunu şu ayet-i kerime çok güzel anlatır. “İşlerimizin oluşu, bir göz işareti kadar az bir zamanda; belki daha kısa bir andadır.” (16 / 77 )
Mucizelerle bu gerçek insanların faydalanmasına sunulmuştur.
Bu bir emirden ibarettir.
“Ol” dedi ve oldu.
İhtiyaçların için, sen de “ol” de, olsun. Esasen her gün her saat “ol” diyorsun, olup duruyor.
Marifetullâh olarak isimlendirilen ilim, hangi iş için ne şekilde “ol” denileceğini bilmek demektir. Yakınında bulunan birine uygun emri verirsin; yerine getirir. Uzaktakine telefonla, yazıyla talimat verirsin, “ol” denilmesini istediğin şeyin olmasını sağlayabilirsin. İnsana farklı, eşyaya farklı, hayvana farklı şekillerde emir edersin. Karşılık bulursun.
Ayrıca dua ederek bu “ol” emrini bütün sıfatullâha vermiş olursun.
Melekler Âdeme secde etti demek, “insan (dua ile) ne dilerlerse itirazsız yapacaklar” demektir. O emir, doğru esmâlarla, doğru zamanlarda, doğru hareketler, yani efâller yapmak suretiyle verilecek emirlerdir.
Bu ilime “marifetullâh” denir.
Allah yeterince ve usulünce edilen her duayı kabul eder.
Duânın reddine sebep, o duânın şartlarına uyulmamasıdır.
Veya imkân dâhilinde olmayan bir dilekte bulunulmuş demektir. Kaldı ki böyle bir dua bile ahirette karşılık bulacaktır. Çünkü ahirette her dilek yerine getirilecektir.
Gündüz vakti havanın kararmasını veya aksini istemek gibidir. Kışın açık havada üşümemeyi dilemek gibidir.
Tabiata aykırı dilekte bulunmaktan kaçınmak gerekir.
Bir de zamana bağlı bir şeyi hemen istemek gibi. Hakikatte bu bile mümkündür; ancak keramet veya mucize nitelikli bu tür işlerin nasıl yapıldığını bilmek gerekir.
Bilesin ki;
Azizim;
Allah sana seninle imdât etsin…
Olup biten işlerin hiçbiri, yoktan zuhura gelmedi. Hepsi Allah Teâlâ’nın, kendinden kendine, zati inkılabından ibarettir.
“Yoktan oldu” demekten kasıt; “Zatı, zatında saklı iken, irade ve isteği ile açığa çıktı” demektir.
Zira yaratılan her ne varsa O’ndan, O’nadır. Ne var, yok olur; ne yok, var. Hepsi bir inkılaptan ibarettir. Gördüğün görmediğin, ezelde olup bitenler ve gelecekte olacaklar, hepsi bir nûrdan ibarettir. Her tecellisinde bir yeni şekil alır. Arifler katında, önce ne ise, şimdi de odur.
Anlatılan âlemlerin cümlesi, bir nûr denizidir; sürekli dalgalanır. Yeni yeni tecelliler meydana getirir.
—“O her an bir şan alır.”(55/ 29 ) düsturuna göre, o ilahi dalga zattan gelir, yine zata gider.
—“İşlerin hepsi ona döner.”( 11/ 123 )
—“Allah yerin ve semaların nûrudur. İnananları karanlıklardan aydınlığa çıkarır.” ( 24/ 35 )
Ayet-i kerimelerdeki mana maksadı anlatmaya yeterlidir.
Bir hadis-i kutsi;
Resulü Kibriya Efendimiz aleyhisselâm anlatıyor;
— “Bir seferinde Hz. Cebrail aleyhisselâma sordum:
— ‘Ya kardeşim Cebrail; bu getirdiğin haberleri nereden alıyorsun?’
— ‘Bir yeşil nûr perdesinin önünden alıyorum ya Resulullah.’
— ‘Perdenin arkasında kim var?’
— ‘Bana o perdeyi aralamak yasak ya Resulullah…’
— ‘Ben sana izin veriyorum. Bir daha ki sefere bak bakalım’ dedim.
Cebrail sonraki gelişinde, hayret halinde;
— ‘Alan da veren de sizsiniz ya Rasulullah’ dedi.” dedi...
Emir zattan sıfata, tecelli zattan zatadır. Ne ekersen onu biçersin.
Her yapılan duâ zata döner. Zatta inkılâbı yaptıktan sonra sıfata geçer.
‘’Mutlak varlık denizinde çıkınca dalga;
Gizli, açık;
ENE’L-HAKK sırrın söyler halka.’’
Ahh Azizim;
Allah sana, hakikatini sezmeyi nasip etsin.
İşte bu “hakikat denizinin dalgalarına”,
— “Masiva” denir.
“Derya” için,
— “Ezeli ve ebedi varlık” denilmiş;
Dalgalar için ise;
— “Halk”
Sonradan zahire zuhur eden tecellilere de
— “kelimeler”, “olaylar”, “hadiseler” denilmiştir.
Evvel, hâl ve ahir, O yüce Hakk’tır.
Bütün varlık;
Zatından sıfatına tecellisidir.
Zatı sıfatında gizlidir. Bütün mevcut şeyler, mutlak zatın zahire zuhurundan ibarettir. Sıfata zat olan tecelli, bir an kesilse, o anda her şey yokluğa gömülür.
“Bilesin ki;
Allah (cc),
‘yâr ve yardımcın olsun’
sıfat ve isimleriyle bilinir
zatı, bir emirden ibarettir.
Huzurunda divan dur / eğil
isim ve sıfatlar O’na dayanır
ancak / özdedir
vücut olarak değil.
Herhangi bir şeyin
varlığıyla dayandığı zat
isim ya da sıfattaki / özdür
özün sıfattan talebi / akıl edip bulsun
zat tabirini kabul eden şey
isterse var / mevcut
ister / Anka olsun’’…
Bu şiirimiz önceki sayfalarda bütün olarak geçti. Uygun gördük, bu bölümü yeniden aldık.
V - İNSAN-I KÂMİL
İnsan-ı Kâmil bir başka kalemden, özetle anlatılacak.
Bu bölüm, İsmail Hakkı Bursevi’nin mi, Abdülkadir Akçiçek’in mi kaleminden çıktı, tespit edilememiştir. Farklı bir özet olduğu için almayı uygun bulduk.
Azizim;
Bilesin ki;
Anlatılan âlemlerin tamamını bu insan kapsar ve benliğinde toplar. Çünkü bu insan, “nûr-u tevhitte” sıfatullâhla tevhit olmuştur.
Tevhitten murat, miraçtır.
Peygamberlerde “miraç”, velilerde “tevhit” terimi kullanılır.
İnsan-ı Kâmil;
Birleştirici mertebeye sahiptir.
İsm-i Azam makamındadır.
İsmi azam nasıl bütün isimleri bünyesinde toplar ise, İnsan-ı Kâmil de öyledir.
Bütün esma ve sıfat ile bir olmuştur.
“Mülk”, “melekût”, “ceberut” ve “lâhut” âlemlerini zatında toplar.
Zâhirde olsun, bâtında olsun, İnsan-ı Kâmil’in kuşatmadığı hiçbir makam yoktur.
Zati olan bir sirayetle, hepsinde hükmünü geçirir. Hangi şey olursa olsun; onda ayniyle zuhur eder. Nitekim Hazreti Ali şöyle buyurdu:
“Sen kendini sandın bir parça, küçük;
Hâlbuki sen de âlem var, en büyük.”
Yani, “sen kendini ufak bir şey sanırsın; hâlbuki sen dürülü bir âlemsin” demiştir. Bu veciz ifadenin başka versiyonlarına da rastlayabilirsin.
Bir mürşide gider, özüne karşı anlayış alırsan, her şeyi sende ve seni her şeyde var görür; yakinen bilirsin.
İNSAN-I KÂMİL’in büyüklüğünü, üstünlüğünü şöyle tasavvur edebilirsin;
On sekiz bin âlem; bir havan içinde dövülse, hamur haline gelse, terkibi İNSAN-I KÂMİL olur. Bu insan; on sekiz bin âlemi, on sekiz bin gözle seyreder. Her âleme, o âleme has olan gözle bakar. Duygular âlemini, duygu gözüyle; Akılla sezilenleri akıl gözüyle, manaları da kalp gözüyle seyreder. Öbürlerini de buna kıyas et...
Bir beyit;
“Yürü; bir göz bul gafletten hazar eyle;
Bul da, kendinden kendine nazar eyle.”
Gayb âlemini, seyredebilmek için, hakkanî bir göz gerek...
Âlemleri, on sekiz bin olarak hesap edenler için temel veriler şunlardır;
“Külli akıl”, “küllü nefis”(Bunlara levh ve kalem de denir), “arş”, “kürsi”, “yedi kat sema”, “yedi kat yerler”, “dört ana unsur” (anasur-u Erbaa da denir ki toprak, su, hava ve ateşi kast ederler.) ve “üç mevalit”… Bunların toplamı on sekiz eder. Özde on sekiz olan, tafsilatta on sekiz bin olarak bahsedilir. Birçok büyükler böyle derler. Gerçekte ise, âlemler sayıya gelmez...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.