YAĞMUR'da SIĞINMAK bir yere (almanya’da bir sığınmacı ve onun hayatı )
Yağmur
yağıyordu...
Zaman geçti.
Üç yıl geçti.
Birden geçer gibi geçti herşey.
ve zaman.
Yeni bir ismim de oldu burada.
Benim durumumda olanların hepsi aynı ismi alıyormuş.
Aslında bu isim benim sayılmaz.
Bu ismi bana burada verdiler.
Bunu isteyip istemediğim de artık pek önemli değil.
Esas ismim çoktan ikinci sıraya geçti.
Beni tanıyanlar, benden bahsederlerken
“Şu uzun boylu hafif sarışın Asylcü (sığınmacı), var ya“ diyerek tarif ediyorlar.
Belediyeye, Yabancılar Dairesine gittiğim zamanlar,
“Sind Sie Asyl? sığınmacımısınız? diye soruyorlar.
Sığınmacı olduğumu bilmeyen yok, herkes biliyor.
Otobüse binerken, otobüsün şöförü de şüpheli şüpheli bakıyor gibi geliyor bana. Bazen de, aynadan beni izliyor sanki.
Metro ile bir yere giderken, içeri girdiğimde boş bir yer bulursam oturuyorum.
Ama çoğu zamanlar ayakta gidiyorum, ayakta gitmeye alıştım.
Ayakta durup bir köşede tutunuyorum. Hiç kimsenin yüzüne, hele de birinin gözünün içine, kesinlikle bakmıyorum. İçerde doğrudan kimseye bakmadan ayaklarımın ucuna doğru bakıyorum, yine de bu durumda kalabalığı hafiften görebiliyorum.
Kalabalığın cama düşen gölgesinde, hiç kimsenin diğerinin yüzüne bakmadığı belli oluyor.
Hiç kafamı kaldırmadan dört durak giderek inmem gereken yerde iniyorum.
Yeraltındaki Metro durağından yukarı, caddeye doğru koşan kalabalığın temposuna uyarak caddeye çıktığımda, iki adım kenara çekilerek derin bir nefes alıp duruyorum.
Bazen de,
metro ile bir yere giderken, içeri girdiğimde oturma yerlerinden birinde boş bir yer gördüğümde, pencere kenarına oturup camdan dışarıya doğru bakıyorum. Yanıma oturan olduğunda, ona değmemek için kendimi daha fazla kenara sıkıştırıyor ve hiç kımıldamadan duruyorum.
Cama düşen gölgede içeriyi, yanımda oturanların yüzlerini görebiliyorum.
Kafamı sağa sola hiç oynatmadan seyrediyorum.
İçlerinden kendilerine baktığımı bilenler olur diye de az bir şey çekiniyorum.
Hatta bir biçimde sığınmacı olduğum anlaşılıyor diye rahatsız oluyorum.
Sığınmacı olduğumun anlaşılmaması için, içten içe olağanüstü bir çaba sarfettiğimi biliyorum. Baraka odamdan çıktıktan sonra başlayan yeni yaşamımın bütününde bu dikkati sürdürüyorum.
Paragraflarda belirtilen maddelere aynen uyuyorum.
Uymak zorunda olduğum her noktaya uyuyorum.
Temizlik firmasında, günde iki saat çalışıyorum.
Ustabaşı nedense, haftada otuz kırk saat çalışmışım gibi yazıyor.
Ama ben sadece günde iki saat çalışıyorum.
Bu durumu İşbulma Kurumu’na gittiğimde memura; “ben, haftada kırk saat değil sadece on saat çalışıyorum, burada bir yanlışlık olmalı” diyorum.
Memur: “Bu sizi ilgilendirmez!” diyor.
“Neden?” diyecek oluyorum.
Memur emreder tonla: “susun!” diyor.
Başkaları: “Bunda bir hile var” diyor.
Ben, hiçbir şey demiyorum.
Şehrin 30 kilometre çevresini çıkmanın asyllere yasak olduğunu biliyorum. Buna uyuyorum.
Paragrafdaki, belirtilen maddelere aynen uyuyor, yasak sınırını kesinlikle zorlamıyorum...
Ancak Hayimdaki odamda yalnız olduğum zamanlar,
rol yapmadan kendim olabiliyorum. Orada, eskiden yaptığım gibi sesli sesli konuşmayı deniyorum. Benimle tartışan birine karşı kendimi savunuyorum.
Bazen, yardım dairesindeki sert memurla biraz tartışıyorum. Sosyal’e ayda bir zorunlu tutulan, imza atmaya gidiyorum.
Oraya para almak için gitmiyorum.
Çünkü, günde iki saatlik temizlik işinde çalışıyorum. Ayda ... kadar kazanacak bir işte çalışmaya müsade ediliyor.
Orada beklerken, içerdeki memurların, birbirleriyle sohbet edip güldükleri dışarda duyuluyor.
Sosyal yardım dairesinde sıramı beklerken, hemen benim yan tarafımda oturan, ve sığınmacı olduğunu sandığım bir kişi, bana doğru dönerek: “Bu memurların buraya gelenlere karşı tutumlarının bir tesadüf olmadığını, bu görevi tam da böyle yapabilmeleri için eğitilmiş olduklarını“ söyledi.
Bunları bana söylerken adamın sesinde bir korku yoktu.
Adamın iyi Almanca konuştuğu söylenemezdi. Fakat, ben onun söylediklerini anlayabildim.
Onu sadece dinledim ama, hiç cevap vermedim.
“Öyledir, doğrudur“ anlamında kafa sallamayı bile yapmadım.
Orada bulunanlardan bir başkası da onu uyararak: “Beyefendi beyefendi, sözlerinize dikkat edin, her dediğiniz duyulabilir, buranın bir yerinde kamera olabileceğini de unutmayın“ dedi.
Memurlardan bazılarının, ara sıra dışarı çıkarak mutfak gibi bir yerden bir kaç tas kahve götürdükleri de oluyordu. Sonra sıradakini çağıran numaraları gösteren ışıklı tabeladaki numara uzunca bir zaman değişmiyordu.
Böyle zamanlarda dalıp gittiğim de oluyordu. Asyl olduğumu unutuyor, güzel hayaller kuruyordum.
Numara değişirken çalan sesli uyarı sinyallerinin sesiyle yeniden uyanıyorum.
Hayim’de kontene odamda olduğum bazı zamanlar,
kendi kendime yani hiç korkmadan sesli olarak tartışıyorum.
Hayim’de bizleri kontrol eden adam Rusya’dan gelme Alman kökenli biriydi. Rus Alman’dı.
Alman olduğunu göstermeye gayret ediyordu ama adam Almancayı da iyi konuşamıyordu.
Birisine kızdığında, eliyle kapıyı göstererek defol diye bağırırdı. Pratiğinin çokluğundan olacak, bu kelimeyi doğru söylüyordu.
Konuşurken kimsenin yüzüne bakmazdı. Mutsuz ve sorunlu bir insana benziyordu.
Bir keresinde, Afrikalı genç bir siyah Hayimli,
“Sen iyi bir ‘komutan’ olabilirsin, elinde olsa burayı da (kz) toplama kampı yaparsın. Bekle, zaman gelir belki burası da öyle olabilir. Sen de, o güzel günleri komutan olarak yaşarsın ha.ha.ha..” dedi.
O ise, Rusça bir şeyler homurdayarak gitti.
Kaldığım Hayim’de her gün duş yapıp traş oluyorum.
Bu duş yapıp traş olma işi, her şeyi biraz hafifletiyor, az bir şey olsun rahatlık duygusu veriyordu bana. Suyun altında hayal bile kurabiliyorum.
Bu yüzden uzun uzun suyun altında kalıyorum, nerede olduğumu, ne olduğumu unutup rahatlıyorum.
Bu duş yapma işi, burdaki günlüğümde, belki de yapabileceğim en iyi şeylerden biridir diyebilirim.
Uzun uzun suyun altında dururken, su, ruhsal kirlenmişliğimi azaltıyor hafifletiyor gibi geliyordu bana.
Elimden geldiğince temiz ve ütülü giyinmeye özen gösteriyorum. Aslında hafif sarışın olmama seviniyorum ve bazen rahat bile ediyordum.
Gözlerim siyah değil de, mat yeşil olduğundan dolayı, kolay kolay kimse benim bir yabancı olacağımı anlayamaz diye sevindiğim de oluyordu.
Siyah saçlı ve esmer olanların durumlarının benimkinden daha zor olduğunu duydum.
Otobüsle Meto ile bir yerlere giderken, Cafeterya gibi yerlerde otururken, yanımdaki biriyle sohbet ederken, kesinlikle benim yabancılığımı ortaya çıkaracak sembol (Yardım parasi, issizlik, iltica dilekcesil) gibi kelimeleri kullanmıyorum. Bunları kullanmamak gerektiğini, tercübesi olan akıllı bir kişi bana tavsiye ettti.
“Bu tür kelimeler toplumu rahatsız eder, bazı aptallar bu durumun farkında olmadan konuşuyor ve, topluma saygısızlık ediyor“ dedi.
Sığınmacı olarak yaşamaya alıştığımı söyleyemem.
Sığınmacı olmanın da sevinecek bir yanı yok.
Aslında hiç yok.
Bütün bunları kabullendiğim söylenemez.
Bu ismi sevip sevmememin kimseyi ilgilendirmediğini biliyorum.
Çoğuna göre Sığınmacı dilenci, avare, başkasının sırtından geçinen, yeri sağlam olmayan, ayağı her an kayabilecek biri.
Toplumun gözünde de farklı değil:
-Genel politik atmosferden, medyadan yansıyan, bir de benim kendi özel tercübelerimden anladığım kadarıyla: Sığınmacı, suç işlemiş biridir. Katil de olabilir.
Irz düşmanı da olabilir. Kanuna karşı gelmiştir. kutsallığı bozmuştur. Burada para çoktur diye Almanya’ya gelmiş bir sahtekar, kendilerinin devlete ödemiş oldukları vergilerden, haketmediği parayı aldığı için de suçu daha ağırdır. Diğer yandan, ucuza çalıştığı için işsizliğe neden olmaktadır. Bu Sığınmacı genç olanların, sadece yaşlı bayanlarla değil, Alman kızlarıyla da evlenerek Alman devletine sürekli yük olma olasılığı da var ki işte bu en kötüsü.
Çoğu düşünceleri, iddaları, şurada burada bulunduğum sıralar konuşmalardan duyuyorum. Bunlar kesinlikle benim düşüncelerim değil.
Yemin ederim ki, bunlar benim düşüncem değil.
Benim düşüncemin ne önemi olabilir ki.
Hiç önemi yoktur.
Zaten Sığınmacı birisi ne bilebilir ki?
Benim de bir ismim vardı.
Çoktan beri beni ismimle çağıran olmasa da,
unutulmuş gibi görünse de, bir ismim var.
Ben de bir insanım, bunu biliyorum, unutmadım.
İnsanım...
Gerçi, ben insanım diye övünmüyorum.
İnsanım diye hiçbir yerde övündüğüm de yok.
Buna yemin bile edebilirim
Hatta, insan olmanın övünecek bir yanını bulabilmiş değilim.
Bunu sadece aklımdan geçiriyorum, bundan kimseye bahsetmeyi de düşünmedim.
Bunu birilerine söyleyecek kadar aptal değilim.
Hem bu cesaret işi, o kadar da değil, bilgi işidir de aynı zamanda. Benim bildiklerim kendime bile yetmiyor.
Bazen kendi kendime, şu sokakta yürüyenlerden benim farkım nedir gibi, aptalca bir soru ben istemeden geçiyor aklımdan, kendiliğinden. Yemin ederim, bu istemeden oluyor.
Ara sıra, aklımdan geçenlerin fark edilebileceğinden şüpeleniyorum.
Bazen, bir küçük düşünce,
minnacık denecek kadar küçük,
bir çekirdek kadar küçük olan, ciddiye alınacak bir yanı bulunmasa da bir küçük düşünce aklıma giriyor ve günlerce peşimi bırakmıyor.
Şu dünyanın haline bak, kendine haline bak. Çöplükte yaşayan bir fareyi düşün...
Yaşamanın anlamı nedir sence?
Yaşamakta ne buluyorsun? gibi bir soru, üzerinde durmaya bile değmeyeceğini bildiğim, halde, yine de bu rahatımı kaçırıyor
Sonra, başımı yastığa koyduğumda, aynı saçma soru geri geliyor, ben ciddiye almak istemedikçe o beynimin içine iyice yerleşiyor.
Ara sıra, çok az,
kendiliğinden,
hiçbir şeyden korkmadığım bir an geliyor.
O an nerede olursam olayım, kendimi unutuyorum.
Ahhhh ne kadar güzel,
derin derin nefes alıyorum.
Ne varlığım belli ne yokluğum.
Gözümden her bir şeyler siliniyor.
Bütün korkularım uçtu.
bir küçük an içinde yok oldular.
Of oof ooof, ne hoş...
Parasızlık, sorun değil.
Malın mülkün, gelecek planların, kaygıların, hepsi kayboldu.
Hayalimde kurduğum aşk da öyle,
kayboldular
kül olup da havaya savruldular
Var mıyım? Yok muyum?
Yoksa ben rüzgar mıyım?
Ilık ılık esiyorum
akıp gidiyorum.
Hafifim.
Hafif hafif esen rüzgarım
Ah, nekadar hoşum.
Bu hafifliğimle sarhoşum ve ne kadar boşum
Bağırıyorum,
bağırdığımı benden başka duyan yok.
Mavi gökte, küçük beyaz bir bulutum ben.
Uçuyorum sarhoşum, nereye uçtuğumu bilemeyecek kadar hoşum.
Bırakıyorum kendimi boşluğa,
rüzgara bırakıyorum kendimi
Birden,
Ahh ne oluyor?
Bir güç durduruyor beni, gitmemi engelliyor.
“Hey hey, ne oluyor? kim beni öyle tutan?
Kendimi çarşının kalabalık bir caddesinde, tranvay duraklarına bakan kaldırımın kenarında buluyorum.
Cadde de kalabalık insan seli oraya buraya akıyor.
Hızla sağa sola gidip gelenlerin arasındayım.
Bir polis arabası mavi ışıklarını yaktığı halde sirenleri çalarak hızla geçiyor. Bütün arabalar polis arabasının geçmesi için yol açıyorlar. Polisin sirenleri beynimin içinde çınlıyor.
Tranvaylar, otobüsler ardı arkası kesilmeyen otomobiller o yana bu yana hızla gidiyorlar. Her tarafta lambalar var. Yaya lambaları kırmızıdan yeşile, yeşilden kırmızıya geçiyor. Yeraltı yerüstü geçitleri yüzlerce binlerce insanla dolup taşıyor.
Cama vuran güneş gözüme yansıyor.
Şaşkınım.
Köşede dizlerinin üzerine oturmuş, elini gelip geçenlere açmış genç bir çocuğun mutsuz yüzünü görüyorum.
Küçük bir kız çocuğu annesinin elinden kurtulmak için bağırarak çırpınıyor.
Başımın döndüğünü farkediyorum.
İlk sigarayı içmem artık an meselesidir, sigarayı bırakma girişimim yine sonuç vermedi. Yenilgiyi ezilerek kabul ediyorum ve bir sigara almak için yürümeye başlıyorum.
Kim bilir kaçıncı yenilgiden sonra, ilk sigarayı içerken, içim üşüyor, bir duvara yaslanıyorum.
İçten içe hem üşüyor hem yanıyorum.
Yenilgiyi kabüllenmem zor olmuyor,
yenildiğimi biliyorum.
Bir zamanlar, iyi bir işim vardı. “Beyefendi” diye çağırırlardı. Benimle görüşmek için sekreter hanımdan randevu alınırdı. Sekreter hanım bana çay kahve getirir, gülümsüyerek başka bir şey isteyip istemediğimi sorardı. İş görüşmesine firmanın arabasıyla beni şöför götürürdü.
Çalışmanın yanı sıra, bir de insan hakları derneğine gidip geliyordum. Orada ayrım gözetmeksizin insanlara yapılan haksızlığa karşı yazılmış bildirgelere imza atıyordum.
Ne var bunda?
Benim ülkemde: Bir bankayı soyup batırmak değil ama düşündüğünü söylemek karakola götürülüp işkence edilmek için yeterli bir neden olabiliyor.
“Ne ölümden korkmak ayıp,
ne de düşünmek ölümü“ demişti, Nazım hikmet.
Ben korktum.
Ben korkağın biriyim.
Korkağım ben.
Ölümden korktum.
Kaçtım.
Üç yıldır Almanya’dayım.
Önce, Düsseldorf’a gelmiştim.
Almanya’ya ilk geldiğim yer oraydı.
Düsseldorf çok güzel bir şehirdi.
Şehrin en güzel yeri sayılan Königsalle’nin
mağazaları vardı,
vitrinlerde pahalı eşyalar bulunuyordu.
Bir kol saatinin on sekiz bin mark olduğunu orada görmüştüm. Mağazaların çoğunun önü ve pasajların iç kısmındaki yerler mermer döşenmişti, parlaktı.
Beş hafta bu şehirde kalmıştım ve en çok da o güzel mağazaların bulunduğu yerleri gezdim. Yorulduğumda ise hemen on dakikalık yürüyüşle Rhein nehri kenarına ulaşıyordum. Orada boş bir sıraya oturup hayal kuruyordum. Sessizce akıp giden o bulanık suyu seyrederken, bazen geçen bir gemiye takılıp çok uzaklara, adını bilmediğim sıcak bir adaya atıyordum kendimi.
İlk ifadem yine Düsseldorf‘da alınmıştı.
Mahkeme binası, çok eski tarihi bir yapıta benziyordu. Dışarıdan bakıldığında görünümü, çevresindeki binalardan apayrı bir durumdaydı. Önündeki merdiven geniş bir alana yayılmıştı. O heybetli görünümü ve koyu gri boyasıyla bana bir soğukluk yansıtmıştı, nedense.
Oraya yaklaştığımda mahkemenin havlusu önünde merdivenin dibinde tercüman beni bekliyordu. Çok yavaş adımlarla ayaklarımı yere sürtmeden tercümana yaklaştığımda o, belli belirsiz başını öne eğerek, bir sözcük söylemeden beni selamladı.
Gri bir takım elbise giyinmişti ve açık mavi gömleğinin üzerinde siyah çizgili kıravatı vardı. Bağlı siyah ayakkabısı pırıl pırıl parlıyordu.
Aramızda hiç konuşma geçmeden, bekliyorduk.
Tercüman, neredeyse hiç kımıldamadan, mahkemenin giriş kapısına doğru gözlerini dikmiş vaziyette duruyordu. Ara sıra pantolonun sol cebindeki elini çıkarıp, başını hafif yana eğerek saate bakıyor, sonra yeniden elini cebine sokarak aynı hedefe bakmayı sürdürüyordu.
Bir şey konuşmaya, soru sormaya da cesaret edemedim.
Büyük döner kapıdan içeri sadece tek tek girilebiliyordu. İçeride yüksek bir tavan vardı ve ona uygun lambalar asılıydı. Yerler mermer döşeli temiz ve parlaktı. Salonda ellerinde dosyalarla oraya buraya yürüyen temiz giyinmiş bayanlar görülüyordu.
O görünüşün bana yansıttığı büyüklük karşısında, ben de, içten içe hafiften bir titreme başlamıştı. Diğer yandan görünmeyen, ama varlığını hissettiğim bir korku içindeydim.
Üstümde görülmez bir ağırlık vardı.
Salonda yürüyorduk. Ben tercümanın iki adım gerisinden gidiyordum.
İfademin alınacağını sandığım odanın kapısına yaklaşan tercümanı, kapıda duran, yanakları mor, sakallı ve göbekli bir adam, yüksek sesle, emreder bir tonla “iyi günler“ diye bağırarak selamladı ve içeri girmemiz için kapıyı açtı.
Adamın sesi, salonun sessizliğini bozarak yankı yaptı.
İfademin alınması ancak on oniki dakika kadar sürdü.
Bana,
Almanya’ya nasıl geldiniz?
Almanya iyi mi?
Burayı beğeniyor musunuz?
Ülkenizin hangi bölgesinde kalıyordunuz?
Okul durumunuz nedir? İşiniz var mıydı?
Kaç yaşındasınız?
En son, “neden ülkenizi terkettiniz?” diye sordular.
“Çünkü orada hayatın değeri yoktu, belki hiç olmamıştı da.
Yaşamın değeri olmayan bir yerdi orası benim için.
Bir memurun, bir öğrencinin, işsiz bir kişinin, bir ev hanımının, hatta on yaşındaki bir çocuğun hayatı, hayatının sönmesi demek olan işkence, zulüm, hapislik, dört duvar arasında ya da ama, cadde ortasında güpe-gündüz istenildiği an yokedilebilme durumu, ve insanın kendini savunabilmesinin en doğal olabilecek hiçbir hakkının olmayışını; yok edilen hayatların, küçük ve basit,etkisi hiç olmayacak olan bir gazete haberine dahi giremeyişini size nasıl anlatayım.
Ve bütün bunların olabilmesi için, sadece farklı olmak yetebilir“ demiştim.
Sonra, bunları nasıl söylediğimi kendim de anlamayıp şaşırmıştım, hatta az bir şey korkuya kapılmıştım da. Ama yine de bunları söyleyebilmiş olmam sonradan düşününce hoşuma gitmişti.
Başka bir şey de sormadılar.
Tercümanın canı sıkkın ve üzgün görünüyordu. Hakime dönerek, benim söylediğimi Almanca’ya çevirirken, yüzünde, eziklik taşıyan utanmayla karışık anlaması zor bir gülümseme beliriyordu.
Sonra beni Bu eyalete gönderdiler.
Neden gönderdiklerini anlamadım.Bunu sormadım.
Sormayışımı da anlamadım.
Tercüman bana sadece, “Sizin yapacağınız bir şey yok, gereken her şey sırayla yoluna konacaktır. Siz yalnız size söyleneni yapın yeter, korkmayın“ dedi. “Siz sadece size söylenileni yapın” cümlesini, iki defa tekrar etti. Son olarak, “burası bir hukuk devletidir, herkes eşit muamele görür“ dedi.
Bu elayetin bir şehrinde bir heime yerleştirdiler.
Heime vardığımın ikinci gününde, orada bulunan iltica etmiş bazı kişiler bana, “hey arkadaş... seni bu eyaletin geldiğin yere geri göndereceğini bildikleri için buraya yollamışlar, sen bunu daha bilmiyor muydun?“ dediler.
Bu eyalette, kolay kolay iltica kabul edilmezmiş...
İlk bir kaç gün içinde, çeşitli doktor muayenesine tabi tutuldum. Ayrıca kan alındı, dişler konrol edildi.
Üçüncü hafta içinde mahkemeye çıkacağım söylendi.
Mahkeme de:
Bana, yeniden okul durumum, hangi bölgeden geldiğim sorulduktan sonra, en son yine “neden ülkenizi terkettiniz?“ diye soruldu.
Ben, daha önce söylediklerimin aynısını tekrarladım.
Ondan sonra,
Üç ay Würzburg’da kaldım.
Üç ay sora beni bu şehre gönderdiler. Burada, şehrin dışında baraka evlerden oluşan heime yerleştirdiler.
Sozialamt haftada bir haftalık yiyecek paketi ve ayda seksen mark aylık veriyordu. Yiyecek paketlerini kaldığımız heimın idarecilerinden bir Rus-Alman, bürosunun yanında ki küçük depodan dağıtıyordu.
Hausmeister ciddi adamdı.
Üç hafta kadar sağı solu öğrenmeye çalıştım ve bir kaç insan tanımayı denedim. Sonra, birilerinin yardımıyla günde iki saat çalışmak üzere bir temizlik firmasında işe başladım.
Böylece üç ay geçti...
Bir gün, kaldığımız heimın sorumlusu bana kalınca bir mektup getirerek, mektubu aldığıma dair imza attırdıktan sonra verdi. Önce ne yapacağımı bilemedim. Biraz şaşırdım. Şaşkınlığım giderek artıyordu.
Mektubu, barakama gelip oturduktan sonra açıp bakmaya başladım. Hiçbir şey anlamamıştım. Hemen giyindim ve çarşıya gitmek için acele otbüs durağına koştum.
Karşılaştığım ilk tanıdığa mektubu gösterdim ama onlar da kesin anlayamadıklarını ama nedense yine de bunun bir red cevabı olabileceğini söylediler.
En son anlayan biri baktı, bakarken, hepsini de okumadan “senin ilticanı kabul etmemişler, ifadende ileri sürdüğün gerekçeler yeterli bulunmamış“ dedi.
“Ama canını sıkma sen, avukat tutar itiraz edersin ve böylece bir kaç yıl daha sürünürsün bir şey olmaz, bir çokları üç sene, beş sene, dokuz on sene bile bekleyenler var, beklerken kafayı yiyenlerin sayısı az değildir, boş ver sen” dedi ve geri dönüp yürüdü. Giderken de kendi kendine söyleniyordu.
“Sağlam kafayla zaten bu yaşam çekilir mi ki be kardeşim“ dediğini anlayabildim.
Böylece bir kaç hafta geçmişti ve bir girişimde bulunmamıştım.
Aslında ne yapacağımı da tam bilmiyordum.
Bir gün kahvede genç bir adam, yanıma gelerek, neler yaptığımı sordu. Durumumdan haberdar olduğunu belirten adam, bana “mahkemenin cevabı yanında mı?“ diye sordu. Cebimden çıkartıp ona uzattım. Ağzımdan hiçbir sözcük çıkmadı.
Mektuba biraz gözattıktan sonra bana “itiraz etme süren geçmekte, yarın son günün, senin bundan haberin yok mu?“ dedi.
Bir gün sonra sabah,
onunla beraber, iyi olduğu söylenen, yüzlerce iltica davasını başarıyla yürütmüş ve hala da devam etmekte olan “iyi ve demokrat olan“ avukata gittik. O, aynı zamanda benim tercümanlığımı da üslenmişti. Durumun acil olduğunu ve ille de o avukatın bu işe bakmasını üstelediysek de, -bize: o avukatın çok yoğun işleri olduğundan yapamıyacağını, orada bulunan bir bayan avukatın bu davayı yürütebileceğini“ söylediler.
Avukat bayanın bürosuna girdik ve ne istediğimizi anlattıktan sora bir yere imza attım. Avukat bana, hemen şimdi dört yüz mark ödememi söyledi.
Cebimdeki cüzdandan kırışmamış vaziyette duran dört tane yüzlüğü çıkartıp avukata uzattım. Böylece, son anda itiraz yapılmış oldu. Sonradan öğrendiğime göre, o avukat, aslında boşanma davalarına bakan biriymiş.
Ona, iltica davalarını öğrenmesi ve tercübe kazanması için asyl davalarının da verilmekte olduğu söyleniyordu.
Evden ayrılalı üç yıla yaklaşıyor. Ayda bir kere olmak üzere, beşle on dakika arası telefonla görüşüyordum. Durumun belirsizliği onları da şaşırtıyordu. Bana “işkenceden kaçtın da ne oldu? Ordaki yaşantın daha mı iyi?” diyorlardı.
Artık telefon etme işini uzatıyordum. “Ne oldu, ne olacak?“ sorusuna verecek yanıtım olmadığından böyle uzatıyordum.
6 Ay sonra,
Ucuz telefon bürosunda, bir kabineden evi arıyordum.
Telefon dört beş kez çaldı
- Kiim? Kimi istiyorsunuz?
“Baba, benim. Almanya’dan arıyorum. Tanımadın mı beni?
İyi misin baba?
Annem nasıl?”
- Tanımaz olur muyum?...
Senin arkadaşların buradalar daha ve yaşıyorlar. Caddelerde yürüyorlar, parklarda oturuyorlar, güneş giriyor gözlerine...
Sen yoksun.
yoksun sen
Sen yaşamıyorsun artık burada.
“Tamam baba, tamam da...”
- Ne tamam ki?
Hiçbir şey tamam değil anlıyor musun?
Hiçbir şey.
Anneni soruyorsun, Annen yok.
O,gitti artık.
Anlıyamadın mı? Öldü annen. Duyuyor musun? Öldü...
Yağmur yağıyor.
Yağmur yağıyor.
Aralıksız yağıyor yağmur.
Bir daha hiç dinmeyecek gibi yağıyor.
Şehrin duvarına yaslanmışım.
Ne zamandır buradayım bilmiyorum.
Yağmurdan önce miydi?
Sokaklar boş.
Kafeteryalar, fırınlar, bilet kesilen yerler boş
Yer altı yer üstü geçitleri, otobüsler, tranvaylar bomboş.
Tranvaylar yağmurun altında, şıpır şıpır ıslak kapıları açık,
lambaları yanıyor, kendi kendine, yanıp yanıpta sönüyor.
Yağmur yağıyor
Yağmurun üzerime düşmediği bir yerdeyim.
Yağmur hızlanıyor, sonra hafifleyerek devam ediyor,
sonra yeniden hızanıyor,
bunu farkediyorum.
Su damlacıkları yerlere ve ayağımın ucuna doğru dökülüyor.
Ayağımın ucuna yakın yerde gölcükler oluşuyor.
Cama düşen gölgem suya yansıyor.
Suyun içine kirlilikler birikiyor.
Yüzümü suyun içinde görüyorum.
yüzüm suyun içinde.
Suya düşen yüzüm karışık.
Karışıklık dalga dalga sallanıyor o yana bu yana.
Kirlilik, gittikçe artıyor.
Sigara izmaritleri, balgamlı tükrükler, çiğnenmiş sakızlar, yüzüyorlar suyun içinde
Yağmur sürükliyerek götürüyor kirliliği yavaş yavaş,
Kirlenmişlik kanala doğru ilerliyor.
Kımıldamadan duruyorum.
Hiçbir yere gitme isteğim yok.
Hafif üşüyorum, hafif titriyorum.
Vakit öğle sonrasını geçiyor,
Tranvay durağında ki saati görebiliyorum: Saat 16.40
Karanlık olmaya başladı.
Buradan, hiçbir yere gitmeyecek gibi duruyorum.
Öyle duruyorum.
Bir daha kımıldamayacağım...
Bulunduğum yerlerde konuşmuyorum.
Zorunlu olmadıkça, hiç konuşmuyorum.
Garson bana, “bir şey ister misin“ diye sorduğunda, başımı sallayarak yanıtlıyorum.
Orada bulunan gazeteyi alıp masada açıyorum.
Bir şey görmeden, hiç okumadan sayfaları çeviriyorum.
Bazen konuşmaları duyuyorum.
Küfürler...
İyileri kötüleri sayıp sayıp, kötü denilene küfrediliyor.
Birisi, “aslında iyi kötü diye bir şey yoktur arkadaş, hepsi de aynı, iyisi de aynı bok, kötüsü de, hepsi uydurmadır işte“ derken bir diğeri: “Olmaz olur mu hiç, iyi de var kötü de, ama, herkesin iyisi de kötüsü de başkadır” diye yanıtlıyordu.
İşte sorun da orada ya...
Hiç konuşmuyorum.
Bir daha, konuşmayacak gibi suyuyorum.
içim konuşuyor kendi kendine
kendi kendine konuşuyor yüreğim .
Çok konuştuğum zamanlar geçti artık, anlıyor musun?
İyiyi kötüyü ayırt edebildiğin zaman geçti
İyiye sevdalıyken çok konuşurdun.
İyilik sarhoşluğuyla coşar mutlu olurdun.
Mutluluk duygusu, damarına vurulmuş bir morfin gibi rahatlatırdı seni. Daha fazla daha fazla, iyi olma sarhoşluğuna kaptırırdın kendini.
Ahhh... ahhh...
Etrafında iyiler azalınca, paniğe kapılırdın.
Sarhoş halinle, yeni iyiler aramaya koyulurdun.
İyisiz nasıl yaşanır? Nasıl?
Aslında onlar vardı,
her yerde vardı onlar...
Onlar vardı da, iyilik onlarda değildi.
Bazen, en sevdiğin canın biri,
En güvendiğin can dostun
aahh...
Rüyanda boğazını kesmek isterdi.
Zor kurtarırdın canını.
Geceyarısı sıçrayarak uyanırdın.
Kahve de sokakta, hep onlar üzerine konuşuluyordu.
“Şu Sığınmacılar ne kadar pis be, hepsi orosbu çocuğu.
Alman devleti ne yapsın?
Bunların yüzünden bizim saygınlığımız da kalmadı.
Saygınlığımız bitti anlıyor musunuz?
Toplum bize de pis diyor artık.
(eskiden bu kadar sesli söylenmiyordu,) Sığınmacılar’se, beleş ekmek yiyip kaçak işlerde çalışıyorlar, ohhh beee...
Bütün temizlik firmaları onların elinde,
Saat ücreti beş altı mark, kaçak çalışarak çok para kazanıyorlar.
İş pazarının içine ettiler, bunlar biliniyor.”
Her hareketimiz biliniyor.
Bizi bizden daha fazla biliyorlar.
Kahve de sokakta, hep onlar üzerine konuşuluyordu.
“Bu durumlar böyle devam ederse...
hımmm...
Almanlara yeniden Adolf’u getirtecekler.
Adolf zaten uzak değil, o hic ölmedi aslında...
Adolf gelecek ve hep beraber “temizliğe“ başlanacak. Düzensizliği kaldırıp yerine yeni düzeni yerleştirecekler.
Alman temizliği başkadır.
Bütün dünya bunu bilir.
Böyle isteyenler az değil.
Her kesimden var. Profösör öğrenci, öğretmen ev kadını.
Alman komşum, Bayer bey vakti buldukça gelir gider bize, oturur çay içeriz, samimiyiz.
Bay Bayerin evi, büyük bir bahçe içerisinde villa gibi bir ev.
Bay Bayer lisede direktör olarak çalışıyor.
İkinci kattaki evimizin penceresinden baktığımda onların büyük bahçe içindeki evlerini görebiliyorum. Adam alçak gönüllüdür, bizim gibi biriyle konuşmayı dahi küçümsemiyor...
“ Asım bey, politika iki yüzlüdür“ der o.
“Bizlerse küçük insanlarız. Hep de küçük domuzlara günah işletilir ya.
Yukardan gelen her şeye inanma alışkanlığımız var.
İki yüzlü alışkanlıklar yaşama her alanda yansıyor.
Küçük insan günahsız değil. Hiç değil.
Küçük insan büyük günah işlemiştir.
Küçük insan korkaktır.
Korkuyoruz.
Korkudan korkuyoruz, korktukça küçülüyoruz.
Küçüldükçe az görüyor, az duyuyoruz.
Sonunda, acı bir bulanık su olup da akabiliriz.
Küçük domuzdan büyük domuz olmak ve kirli işler yapmak da var...
Anlıyor musunuz Herr Asim?
Evet Herr Bayer, evet, doğrudur Öyledir diyorum.
Ne dediği biraz karışık ama, yine de anlıyorum.
Zaten iyi bir adamdır, çok aydın ve bilgilidir.
Herr Bayer kötü niyetli de değil.
“Anladığım kadarıyla Adolf olmasa da, onun yerini tutacaklar vardır. Adolf’un da iyi yanları vardı” demek istiyor.
Adolf memleketini seven biriymiş, Almanya’ya temizlik ve düzen getirmiş, yol yaptırmış, iş sahası açmış...
Ben bunu Almanlardan çok duydum...
Sonunda biraz hata yapmış, hepsi bu...herkes hata yapabilir. Ne var bunda?
Ben, Adolfun nasıl bir hata yapmış olduğunu tam anlamadım ama...
Komşum bilgili bir adamdı...
Kahve de sokakta, hep onlar üzerine konuşuluyordu.
“Neymiş? Ülkede işkence varmış, dayak varmış. Öyle mi?
Kim bilir? Ne bok yemişsindir?
Ha ha ha.
Sonra iki tokat yediler mi, kaçıyorlar.
Akıllı durana kimse bir şey yapmaz arkadaş.
Öyle mi, öyle değil mi?
Gecenler, bir de yürüyüs düzenlemisler, tesadüfen gezerken rasladim, iclerinde alman olanlar bile vardi.Tasidiklari bir pankart da aynen söyle almanca söz yaziyordu. “Biz burdayız, çünkü siz bizim ülkemizi mahvettiniz." Anliyorsunuz değil mi?
Buraya gelip de utanmadan cennet ülkeyi kötülüyorlar.
Bunların yüzünden utanır hale geldik valla.
Almanya’ya geldiklerinde, her şey güllük gülüstanlık olacak sanıyorlar. Alman devleti enayi mi, bilmez mi?
Bilmez mi, sizin ne bok olduğunuzu...
İnsan hakları, Alman devletini ne ilgilendirir? Ha ha ha...
Atıyorlar hepsini heimlara, orada fareler gibi yaşayıp da sürünüyorlar.
Oh be.. Sen o cennet ülkeyi beğenmiyeceksin öyle mi?
Üç beş sene ne olacağı belli olmayan fare yaşamları sonucu, bazıları kafayı bile üşütüyor.
Ha ha ha...
İşkenceden, tokattan kaçarsın öyle mi, haaa?
Kaç... kaç sen...
Bir başkası
Ben Almanyayı iyi tanırım“
Almanyada otuz senemi doldurdum.
Sığınmacılar çoğalmadan önce
Eskiden, bu kadar Nazi‘lik yoktu arkadaş.
Öldürme yakma eylemleri tek tük olurdu. Önemsizdi.
Medya, pek üzerinde durmaz önemsemezdi.
Başka ufak tefek bir şeyler vardı ama, bundan bahsetmeye bile değmez.
Örneğin, Almanlar, alman olmayanlar için pis yabancılar derlerdi.
Ne var bunda?
Alman çocukları, okullarda,
çocuk yuvasında, pis oldukları gerekçesiyle yabancı çocuklarla oynamazlardı.
Yuvada, bir Alman çocuğu kızdığı zaman sadece, pis yabancı derdi.
Ne var bunda?.
Bizim küçükler biraz abartırlardı bunları,
ben gülerdim.
Ha ha ha...
Arada bir de, öğretmene bu konuda sohbet etmek için giderdim. Öğretmen demokrat ve aydın biriydi ve beni de çok severdi. Bana: sen hiç Türke benzemiyorsun, derdi... Hoş bir adamdı.
İşte öyle küçük bir şey için, öğretmene gittiğimizde.
Herr Müller, “Sakin olun Herr Kaya, sakin olun ..
Almanlar da böyle düşünce var evet, bunu biliyoruz.
Ne var bunda ki? Önemli bir şey değil,
isteyen istediğini düşünmekte özgür.
Sizin değerinizi bilen bilir Herr Kaya siz aldırmayın ...
Hakikaten de doğruydu.
Herr Müller‘in söyledikleri doğruydu
Bizim değerimizi bilenler vardı.
Örneğin: TV’de ara sıra bizi övücü yayınlar olurdu.
Bunu çoğu kez gözümle gördüm.
Yabancıların Almanya için faydalı olduklarını, onların da
insan olduklarını söylerlerdi.
Onlar olmasa ne olurdu programında:
Sunucu: onlar olmasa bakın ne olurdu? dedikten sonra
şu görüntüler geliyor.
Çöpler sokaklarda birikmiş, tuvaletlere pislikten girilemiyor, gece vardiyelerine gelen yok, akort işleri de iyi gitmiyor.
Karstat, Kaufhof da, C&A. gibi yerlerde:
textil eşyaları birikmiş, alan yok...
En iyi karşılıyanlar avukatlar.
Asyllerin avukatı hep de demokrat olur.
Böyle olunca daha iyi.
İnsanın halinden en iyi onlar anlar.
Demokrat demek: olumlu, ılımlı, insancıl demek anlamına geliyor.
Eskiden Asyllerin avukat masrafını devlet üsleniyormuş.
Bu durum, sonradan ortadan kalkmış.
Ahh, zavallı avukatlar.
Bazılarının Mallorca’da yaptırmakta olduğu Villa daha tam bitmediği bir sırada...
Ya da, Adriatik kıyısındaki yatın yapımı daha tamamlanmadan.
Bodrum’daki otele daha yeni başlanmışken...
Paragraf değişikliği olmuş.
Yani artık sadece parası olan avukata gidebilecek. Almanya’ya Asyl olarak gelmek isteyenler, avukat paralarını da beraber getirmeleri gerekir.
Yoksa gelme, kim zorluyor seni ki?
Avukatta, önce para sonra işlem...
Parası olmayanı avukat ne yapsın?
Adalet istiyorsan parayla gel.
Parası olmayana adalet yoktur.
Bu kadar basit.
Kapıyı açan,
Avukatın uzun boylu, fiziği düzgün, mini etekli sekreterinin parfümü bütün salona yayılmıştı.
Bu parfüm avukatın sevdiği cinsten olmalı.
Bir saat kadar bekledikten sonra sekreter gelerek,
Peygamberin odasına, odanın kapısına kadar götürür.
Çalışmaktan yorgun düşmüş avukat,
yumuşak deri koltukta neredeyse uyuyacakken
içeri girdiğimde, zorla yerinden kımıldayarak elini uzatır.
Az sonra masaya kahvesi gelir
Üç beş kelime konuşunca söyleyecek başka şey kalmaz.
Bu üç kelime küçümsenemez.
Bunlar özenle seçilmiş sözcüklerdir.
Avukatın gereksiz bir sözcüğe zamanı yoktur.
Kim bilir, daha sırada onu umutla bekleyen ne kadar insan vardır.
Nasıl yapsın?
Bu değeri biçilmez bir kaç sözcük için, birkaç yüz mark ödenir.
Helal olsun, hak ediyor...
Bu parayı nasıl bulacağını da mı avukat düşünsün?
Ah daha neler...
Pegamberin ağzından çıkan değerli sözcükleri ezberleme eğitimli, diplomalı sekreter, hiç hata yapmadan yazar.
Bütün bunlar kolay mı sanılıyor? Hiç de kolay değil...
Ödeme orada yapılır. Bu durum, vekile şüphesiz zamanında belirtilmiştir.
İkinci red geldikten sonra, yeniden avukata gittim.
Bu sefer biraz soğuk karşılandım, tabii bu normal.
Çünkü ben artık müşteri olmaktan çıkmaktaydım.
Avukat yumuşak deri koltukta,
gözlüğünü işaret parmağıyla hafif aşağıya indirerek,
önce bana, sonra masada ki dosyaya baktı.
Yapacak bir şey yok Herr derken, yine gözleriyle dosyadaki ismimi aradı.
“Alman kanunlarına göre: İşkence tehlikesi gibi iddialar yeterli sayılmaz.
Zaten bu iddialar çoğunlukla doğru değildir. Palavradır.
Almanya bu kadar mülteciyi nasıl barındırsın, değil mi ama?
Bilindiği gibi, Almanya’da resmi olarak KZ9 yoktur, bulunmamaktadır.
Bu mütecileri, kaçakları, göçmenleri, Almanya yararına çalıştırma müsadesi de yoktur. Almanya bundan yararlanamıyor.
Bu sürekli bir yüktür... Almanya için.
60 yıl önce, Almanya yararına çalışanlar şimdi Almanya’yı Uluslar Arası Mahkeme’ye vermişlerdir ve yüklü para talep etmektedirler. Bu çok ayıptır.
Çok ayıp etmişlerdir.”
Avukat bunları anlatırken, ben gülmemek için kendimi zor tutuyordum.
“Bakın açık konuşuyorum, 50 yıl önce...
Demokrasiyi Almanya’ya zorla dayatmışlardır. Sanki Almanlar, her an ısıracakmış gibi, demokrasiyle ağzımızı kapatmışlardır.
Bu bir aşağılamadır.
Zamanında demokrasi Almanya’ya zorla gelmişse de, gönüllü olarak geri gidecektir. Bundan umutluyuz.
Alman toplumu zora başvurmadan, demokrasinin kendiliğinden gitmesini arzu etmektedir.
Demokrasi 50 yıl misafir edilmiştir.
50 yıl demokrasi idare edilmiştir.
50 yıl içinde demokrasi, Alman kültürüne ayak uyduramamıştır.
Başka bir deyimle, entegre olamamıştır.
Hata demokrasinindir.. Bunun anlayışla karşılanacağını umuyoruz.
Demokrasi yüksek alman kültürüne uyum sağlayamamıştır.
Artık, bazı cesaretli Alman politikacılar, bunları açıklıkla dile getirmekte,
ve; yüksek Alman kültürüne uyum sağlayamayanların
Mallorca’da ne işi var? Pardon pardon, Almanya’da ne işi vardır demektedirler.
Alman halkı artık, demokrasiden rahatsız olmaktadır. Bu normaldir. 50 yıldır demokrasiyi misafir etmiştir.
Geçmişte, demokrasiyi zaten Almanlar davet etmediler,
Demokrasi kendisi gelmişti...
Demokrasi yabancı bir kültür olduğundan,
Alman kültürüne uyum sağlıyamıyor.
Diğer önemli bir durum.
Anlaşılmama...
Almanya da iyi evlere yerleştirilmiş olan mülteciler, bazen, kendi kaldıkları evleri yakmaktadırlar.
Bunlar olurken, Alman halkı koşarak oraya varıp seyretmekte ya da alkışlamaktadır.
Anlayamadıkları için.
Bu hassas durumun doğru anlaşılması için uğraşan Medya, harekete geçerek, TV’lerde açık oturumlar düzenlemektedir.
Her kesimden, en akıllı, en liberal, en demokrat Nazileri bir araya getirerek kamuoyunu aydınlatmaya çalışmaktadır.
Medya her zaman bu görevi gönüllü olarak üstlenmiştir.
Almanya’da Alman olmayanların, neden böyle kendi kaldıkları evleri yaktıkları toplumda hiç anlaşılmamaktadır...
İşte durumlar böyledir Herrr ...
Siz üç yıldır Almanya’da misafirdiniz.
Yüksek mahkemenin kararıyla, misafirliğiniz bitmiştir.
Mahkememiz, sizi ciddiye almışdır.
Almanya’nın yüksek kültürünü ve nasıl liberal bir toplum olduğunu yaşayarak gördünüz.
Burada kalabilmeniz için, üç yıldır siz, ülkenize iadenize ilişkin karar ertelenerek kaldınız.
Alman toplumu sabırlıdır.
Siz burda misafir olarak güzel günler geçirmiş olmalısınız.
Hepsi bu kadar...
Bir sorunuz olduğunda gelebilirsiniz, kapımız size açıktır.
Avukattan çıktığımda gülmeye başladım. Gülme isteği içten içe patlıyordu. Hiç üzüntüm sıkıntım da kalmamıştı.
Avukatın anlattıklarını hatırladıkça gülüyor, güldükçe hafifliyor, sanki uçuyordum.
Yolda gelip geçenlerin bana garip garip bakmaları beni hiç rahatsız etmiyordu. Deliler gibi sevinçliydim...
Bir kaç gün sonra Yabancılar Dairesi’nden bir mektup aldım.
Bana, dört adet vesikalık resim, nüfus kağıdı ve varsa çalışma müsademi de yanıma alıp oraya gitmem için gün vermişlerdi.
Eğer o gün gelemezseniz, başka bir gün için, lütfen telefon edin diye yazıyordu. Nazik bir dille yazılmıştı.
Bu mektubu bir kaç kişiye okuttum.
Bir kaç kişiye okutmak zorundayım, çünkü, her biri başka söylüyor.
Bazıları, iyidir oraya git derken, bazıları da, sakın gitme, gidersen seni postalıyacaklar diyordu.
Bir tanesi de, bundan sonra heime hiç gitme, kendine kalacak başka bir yer bul, yoksa, ordan seni alıp doğru havalanına, oranın misafir ağırlama hücresine alabilirler, orası fazla lüks sayılmaz dedi...
Önce, gidip en önemli eşyalarımı aldım.iki naylon torba tuttu.
O günden sonra artık heime bir daha gitmedim...
Her seferinde bir iki günlük yatacak yer buluyordum.
Pek lüks değildi ama olsun, bu kadarı da normaldi.
Yine de baraka odanın lüksünü aradığım oluyordu.
Bazen geceyi sokakda gezerek geçiriyordum.
Belirsizlik, beni ayakta tutan gücü hızla tüketiyor, gittikce, görebildiğim her şey bir bir görüş alanımı terkediyordu.
İçimdeki korku kaygı da anlaşılmaz bir durumdaydı.
Bana rastlayanlar “iyi görünüyorsun valla” diyorlar.
Neden sevindiğimi tam olarak anlamıyorum ama, aptalca sevindiğimi biliyorum.
Artık U-Bahna, asansörle değil de merdivenlerden yürüyerek iniyorum.
Polisin yanından korkmadan yavaş yavaş yürüyerek geçiyorum.
Takip ediliyor muyum? gibi korkuların hepsi uçup gittiler.
Bulunduğum yerde, istediğim kadar kalıyorum...
Burada yıllar geçti.
Ne gördüm, ne yaşadım?
Ne yaptım?
Hatırımda bir şey kalmadı pek, yağmurdan başka.
Unutamıyacağım yağmuru hiç.
Yağmur hep vardı.
Sanki yüzyıllardan beri hiç durmadan yağmış gibi yağıyordu.
Ve sanki birdaha hiç durmayacakmış gibi ıslak caddelere dökülüyordu.
Her şey yağmurun altında kalmış gibiydi.
Hayat, düşünceler yağmurun altında kalıyordu.
Yağmurun altında kayboluyordu her şey....
Rüyamda bile bazen yağmuru gördüğüm olurdu.
Kapalı koyu gri bir renkte olurdu hava.
Şimdi kafam bomboş...
Uzun zamandır evi aramadım...
Evi aramıyalı çok oluyor.
Arasam mı acaba?
Neden bu kadar uzattım ki?
Ben ne yaptım.?
Kahvede,
Durumu öğrenmiş biri yanıma gelerek,
“İnsanın başına her bir şey gelebilir.
Cesaret lazım. Korkuyu yenersen rahatlarsın.
Altı yıldır buralardayım ben. Daha, ne olacağı belli değil? Belki bir gün bir serseri, ya da bir deli olabilirim. Gün gelir bütün ipler kopabilir, Anlıyor musun?
Hiçbir şey belli değil. Hayat geçiyor işte“ dedi.
Başka hiçbir şey söylemedi. Bir soru da sormadı.
Başka masadan birisi:
“Buranın kültürüne hayranım be.
İnsan ilişkisi öyle iyi yürümese de, başka iyi şeyler var.
Örneğin: Dün, şu ilerideki köşede duruyordum.
Orada köpeğiyle beraber, yere oturmuş dilenen genç bir adam vardı.
Yanında bir kartona,
‘Açım’ diye yazmıştı.
Durduğum yerden oraya bakıyordum.
Gelip geçenlerden bazıları durup da, o zavallı halsiz köpekle ilgileniyorlar, hatta okşayanlarda vardı köpeği.
Adamı farkeden yoktu ama, köpeğe acıdıkları belli oluyordu. İşte bu kültüre hayranım arkadaş...
Onlar konuşurken, ben kalktım.
Merdivenlerden aşağı
oradan da dışarı sokağa çıktım.
İşim yoktu.
Yalnızdım.
Bu şehirde kimseyi de tanımıyorum.
Yağmur dökülüyordu hafif hafif
Damlacıklar alnıma, yüzüme oradan da
yavaş yavaş
göz yaşları gibi aşağıya dökülüyordu.
Artık ağlama isteğimi bastırmıyorum.
Ağlıyorum.
Bir daha susmayacak gibi ağlarken, bir müzik zihnimin derinliklerinden bana eşlik ediyor.
Acele etmeden
yol kenarından yürüyorum.
öyle yürüyorum.
Çoktan karanlık olmuş,
Otomobillerin ışıkları
yıldız kayar gibi kayıyor yanımdan
bir de ayağımın dibinden.
Yağmur gittikce hızlanıyor.
Ben ıslanıyorum hafif hafif...
Ekim 2000.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.