- 377 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Tufan
Bilemediğimiz uzak bir yerdeki tanımadığımız bir şehirdeydik. Şehir, dağlarla ovanın kesiştiği bir yerdeydi. Sınır küçük bir dereydi. Derenin batısı dağ ve yamaç, doğu tarafı düz bir ova, biz ova tarafındaydık.
Ne mi yapıyorduk?
Bilmem…
Şehir, bildiğim şehirlere benzemiyordu. Bildiğim ilçelere, beldelere, hele bildiğim köylere hiç…
Bu şehir nerede?
Orta Anadolu’da... Güney, ya da güneydoğuda… Trakya’nın kuzey batısı, Marmara’nın Biga’sı, Kaz dağlarının arkası, Konya ovası…
Suriye’de, Çin’de, bir balkan ülkesinde… İspanya, Portekiz, Fas… Avrupa, Afrika, Amerika, Asya…
Nerede?
Büyük bir cadde vardı. Ötelerden geliyor, şehre kuzey batıdan giriyor, sonra az sola dönerek ve doğuya doğru geniş bir hilal çizerek merkeze gidiyordu. Çok genişti. Ben Kuzeydeki hilalin içindeydim. Karşıda geniş ve cadde boyunca uzanan ahşap bankların, söğütlerin, ıhlamur ve akasyaların olduğu yüksek bir kaldırım vardı. Kaldırım değil, sanki büyük bir meydandı. Beride caddeyle kesişiyor, öbür yanında keskin ve dik bir duvar, ötesinde de dere vardı. Dere kayalıktı ve suyu kayaların arasından akıyordu. Karşısı dağlıktı. Doruktan alçalarak iniyor, derenin çukurunda bitiyordu. Dağ yamaçlarında mavi, gri, kırmızı yosunlu kayalıklar vardı ve kayaların aralarında patika gibi yollar, dar sokaklar, tek tük evler, barklar, barınaklar vardı. Ağaç yoktu. Ağaç yok, yaprak yok, ot yok, hep taş, çakıl, kurumuş toprak ve kül gibi toz. Alçak kümesler vardı ve kaz, ördek, tavuk; ahırlar, ağıllar, samanlıklar, sığır, sıpa, keçi, koyun, at, eşek, deve gibi hayvanlar, insanlar vardı ama mavi yok, yeşil yoktu.
Hayat vardı, çünkü görüyordum. İnsanlar geziniyor, kuşlar uçuşuyor, köpekler ürüyordu. Her şey normal… Yani bildiğimiz bir dünya, bildiğimiz bir ülke. Gök bulutsuzdu ve maviydi. Hava kuru, yer temiz, gün aydınlıktı. İnsanlar sakin, işinde, gücünde; aylak olanlar dinlencede veya eğlencede, her zamanki gündelik yaşamın içinde; yürüyen, koşan, oturan, öpüşen, sevişen, kavga eden, sövüşen insanlar. Telaş yok, endişe, tedirginlik, korku gibi olağanüstülük yok. Dünkü gibi sıradan bir gündü. Gün doğmuş ve sabah olmuş. Çünkü dünya dönüyordu. Durmayıp dönecek, güneş batıya gidecek ve gene akşam olup karanlık çökecek. Ve gece gündüze gebeydi, gündüz de geceye. Başı ve sonu olmayan gerçeklikti bu.
Su akar, kaynar ve donar. Çiçekler açar ve solar. Sıcak ısıtır, soğuk üşütür. Canlılar doğar, büyür, ölür. Hepsi doğanın ürünüdür. Her şeyi o bilir. Baş nerededir, son gelecek midir, ondan başka kim bilebilir?
Bilmediğim bir yerde, küçük bir şehirdeydim. Aslında şehir küçük mü, büyük mü onu da bilmiyordum. Çünkü içinde değil, kuzeyindeki kenar bir semtindeydim. Geniş bir cadde, geniş ve uzun bir kaldırım, büyük bir meydan, ben düz bir yerde, dere meydanın ötesinde; akıyordu kuzeyden güneye.
Hilalin içindeki kaldırımında dikliyordum. Niye dikildiğimi bilmiyordum. Önümden, arkamdan tek tük insanlar geçiyordu ama yabacıydım ve kimseleri tanımıyordum. Sesler duyuyordum ama hangi dilden konuşuyorlarsa anlamıyordum. Duvarlarda afişler vardı. Renkli resimler, süslü yazılar ama hepsi yabancı, acaba neredeydim?
Yoldan otomobiller geçiyor, hepsi aynı tarafa gidiyorlardı. Şehirden geliyor, önümden geçip hızla kuzey batıya doğru gidiyorlardı.
Kuzey batıda ne var?
Ben neden buradayım?
Sonra hatırladım; İlkan’ı bekliyordum. Her nereye gittiyse… Ne zamandır bekliyordum, daha ne kadar beklerim bilmiyorum ama birden tuhaf bir şeyler olmaya başladı. Önce hava değişti ve anında üstüme koyu bir örtü çekildi. Örtüyle birlikte mavilik gitti, gökyüzü grileşti. Gök grileşince aydınlık gitti, gün, ay aydınlığındaki geceye benzedi.
Bu tuhaflığa anlam veremiyordum. Ne gecenin ay aydınlığı, ne bulutlu havanın karanlığı, puslu değil, sisli gibi de değil.
Güneş mi tutulmuştu?
Gök mü yere inmiş, yer mi göğe yükselmiş; ikisi bir bütün gibiydi. O zaman içime bir ürperti geldi ve korktum.
İlkan da gelmedi, telaşlandım. Karım yok, küçük oğlum yok, komşum yok, dostum yok; bilmediğim uzak bir yerde, tuhaf bir şehirde, yabancılar içinde tek başınaydım.
Arabam yoktu. Arabam yoksa buraya nasıl geldim? Yaya yapıldak öteki şehre nasıl giderim? Telaşla ceplerimi karıştırdım; param yoktu. Kolumda saat, parmağımda yüzük, boynumda künye yoktu. Kimliğim bile yoktu ki ben kimdim? Buraya nasıl geldim, öteki şehre nasıl giderim; bilmiyorum.
Az önceye kadar günlük güneşlik bir hava vardı. Her şey göz açıp kapayana kadar olmuştu…
Öbür şehir Ayvalık mı?
Ya burası?
Sarımsaklı plajında uzun ve geniş bir kumsal… Ege’nin üstünde güneş, pırıl pırıl gökyüzü ve mavi bir deniz… Bin dokuz yüz doksan dokuzun on yedi Ağustosunda Gölcük’te deprem olmuştu. Elektrikler kesilmiş, sular akmıyor, telefonlar çekmiyor. İpler kopmuş, uçurtmalar kaybolmuş, çocukların elleri boş… Yiyecekler dolaplarda kokmuş, insanlar korkmuş. Orayı on dokuz Ağustosta terk etmiştik biz. Sonra ne oldu? Buraya mı geldik?
Aklıma geldi. Saatim yok, alyansım yok, kimliğim yok ama telefon cebimdeydi; buna sevindim. Sonra da güldüm, “salak adam” dedim kendime. Telefon! Evet ya, hemen telefon etmeliyim ki, İlkan neredeyse çabuk gelsin…
Her yer kararmıştı. Kararmadı sarardı. Sararmadı… Bu ne biçim bir renk? Acaba orası da böyle mi? Karıma telefon edip sormalıydım ama telefon çalışmıyordu.
Yıl bin dokuz yüz doksan dokuz muydu?
Gölcük’te zelzele mi olmuştu?
Hilalden çıkıp meydanın batı kıyısına gitmiş, duvar üstündeki yüksek yerden dereyi seyrediyordum. Dere kayalıktı. Beri üstünde kemerli bir köprü vardı. Karşı mezrada yaşayanlar şehre bu köprüden geçip geliyor, işleri bitince evlerine gene aynı yoldan gidiyorlardı. Koşan telaşlı insanlar görüyordum. Meydandan caddeye, caddeden meydana, kuzey batıya, güneye, güney doğuya giden insanlar…
Dereden geçip gelen insanlar vardı. Ama yoldan değil de ta ötedeki patikalardan geliyorlardı. Düz yoldan değil de neden patikadan geliyorlar? Sonra anladım; derede sel vardı. Sular yükselip köprüyü devirmiş, karşıda kalanlar ve evi bu yakada olanlar yüksek taşlardan atlıyor, yamacı emekleyerek tırmanıp beriye öyle ulaşıyorlardı. Korku içindeydiler. Endişeli yüzleri, patlak gözleri, ürkek, telaşlı, sanki hepsi can derdinde gibiydi. Çok garip! Köprü yıkılıp sulara gömülmüş. Kayadan kayaya atlıyorlar; kimisi azgın sele düşüyor, kimisi yüzüp kurtuluyor, kimisi de sele kapılıp boğuluyordu.
Doğanın kanunu muydu bu mu? Buysa ayıp olmuyor mu? Aman tanrım! Yoksa bu tanrının kanunu mu? Biri kurtuluyor biri boğuluyorsa çok ayıp olmuyor mu?
Ben yüksekte, dereyse derindeydi. Sular yükseldikçe yükseliyor, deliye dönüyor; koca kayaları devirip sürüklüyor, uğulduyor, gümbürdüyor, kıyamet kopuyor. Oysa az önceye kadar her yer günlük güneşlikti. Şimşek çakmamış, yıldırım atmamış, gök çatlamamış, yer yarılmamış, yağmur, kar yağmamıştı. Sadece hava kararmış veya sararmış veya grileşmiş. Kurşun gibi. Ne renk olduğu da belli değil.
Durup dururken bu sel nereden geldi? Dere neden yükseldi? Olağan olmayan bir durum! Garip bir durum… Normal bir tabiat olayı değildi bu. Belki de sadece tabiat olayıydı. Yağmur yağar, kar yağar, rüzgâr olur, yel olur, sel olur ama sonra durulur ki bu bambaşka bir şeydi. İnsan gördüğünü bilir ya bu görülmemiş bir şey.
Olup bitenler neydi? Yıl, bin dokuz yüz doksan dokuz, Ağustosun on yedisi mi? Gölcük’te zelzele mi olmuş? Koca koca evleri deniz mi yutmuş? Yıl iki bin dokuz yüz doksan dokuz muydu? Veya milattan önce üç bin dokuz yüz doksan…
İlkan, geldi koşarak. Onu görünce sevindim. Ne zaman gitmişti ki? Ne için gitmiş, bu kadar neden beklemişti? Neyse, geldi ya! Ama sık soluk içindeydi. Telaşlıydı. Korkmuş gibi.
“Hadi baba!” dedi, “hadi, hadi, hadi!”
İnsanlar, kötü şeyler olacakmış gibi öteye, beriye, sağa, sola, çarşıya, karşıya koşuyor; bir telaştır sürüp gidiyordu
Bu korkunun sebebi neydi? Haber mi gelmişti öbür şehirden? Bir savaş mı vardı? Düşman yakıp yıkıyor, asıp kesiyor, şehirler, köyler tek tek işgal ediliyor; kaçıp gitmeleri mi gerekti?
Haber mi gelmişti gaipten? Kıyamet mi kopuyordu?
Gök çatlamış, yer yarılmış; tufan mı oluyordu? Dünyanın sonu geldi de korku ve telaş bu yüzden mi? Kaçıp gitmeli, şehri terk etmeli miydi herkes? Ama yelden, selden kaçılmazdı ki!
Dere taşmış, sular dalga dalga yayılarak yollardan akıyor, akarken de buz tutuyordu. Soğuk mu vardı? Dondurucu bir soğuk… Oysa üşümüyordum. Ama yerler buz. Koşturan telaşlı insanlar buzlu yerlerde kayıp düşüyorlardı. İlkan, koluma girdi, “düşme baba!” dedi, “sular buz tuttu…” Buzul çağı mı yaşanıyordu? “Gitmeliyiz, geç kaldık çok.”
“Nereye? Hem neyle? Arabamız yok. Yayan yapıldak… Şehir yabancı, herkes yabancı, paramız da yok!”
“Bırak şimdi parayı! Ne parası? Hangi çağda yaşıyoruz? Kaç yılındayız baba?”
İki binden sonra çok olmuş. Yenidünya düzeni kurulmuş, o yıllar unutulmuş; bu yüzden para yokmuş…
“Kaç yılındayız oğlum?”
Peşi peşine taksiler, minibüsler, otobüsler, kamyonlar geçiyordu. Şehir içinden geliyor, şehir dışına doğru gidiyorlardı. Hepsi dolu, hepsi tıklım tıklımdı. İnsanlar, durdurabildiklerine biniyor, binebilenler kaçıp gidiyor, binemeyenler başkalarını bekliyordu. Ama gelenler araçlar da durmuyor, hızla geçip gidiyorlardı.
“Yürü baba, koş baba, konuşma baba! Bunlar son. Son tren gibi... Zaten geciktik! Birisine binip kaçtık kaçtık, yoksa burada kalırız ki o zaman yandık…”
Koşarken buzda kayıp düştüm ve otobüse binemedim. İlkan, yetişip binmiş, otobüs gitmiş; ben kalmıştım. Neyse, yetişip o bindi ya. Gitti ya. O yeter. Annesiyle kardeşinin yanına gidecekti. Ama onlar güneyde, otobüsse kuzey batıya gitmişti.
“Ulan gene telaş yaptın! Gene aceleci davrandın! Yanlış yöne gittin be!” Gerçi herkes o tarafa gidiyordu. Başka yöne giden yoktu ki. Ama kuzeye gitti ama güneye; tufan şehrini terk etti ya önemli olan oydu…
Yerler ıslaktı. Islak değil sanki kuruydu. Yağmur yağıyordu. Hem yağmur yağıyor, hem buz tutuyordu.
Telefon etmeliyim. Telefon elimdeydi ama çekmiyordu. Dere yükseldikçe yükseliyor, sel büyüdükçe büyüyor, yatağına sığmıyor, taşıyor, yayılıyor, her yer bulanık suyla doluyordu. Düz yerde göller, yüksek kayaların, tepelerin üstlerinde adacıklar oluşuyordu. Sığırlar ahırlarda, koyunlar, keçiler ağıllarda, kümeslerdeki tavuklar, yüzmeye çalışan köpekler, kediler, fareler hep sulara gömülüyor, boğulup ölüyorlardı. Yüzme bilenler bile yüzemiyordu. Çünkü sular burgu gibi dönüyor, önüne çıkanı içine çekip yutuyordu.
Meydan yüksekçe bir yerdeydi. Selden kaçan insanlar, ipten kurtulan, kapıyı kırıp çıkan, uçabilen, yüzüp burgaçlı selle boğuşabilen hayvanlar hep buraya geliyordu. Gelenler soluk alabiliyor, gelemeyenler boğulup ölüyordu.
Yağmur daha ne kadar sürecek? Sular daha ne kadar yükselecek? Burası bizi ne kadar koruyabilecek; bunu bilemiyorduk.
Nuh’a haber verilmiş. Tufan olacağı söylenmiş. O da kendisine gemi yapmış. Karalar suyla dolunca gemisine binmiş. Her canlıdan da bir çift bindirmiş. İyi de kendisi tek miymiş? Gemi, kaç yüz yıl gezmiş, sonra her şey değişmiş. Sular çekilince karaya inmiş. Gemi Ağrı’nın tepesinde, içindekiler de her yerdeymiş…
Her yer dere, dere değil nehir…
Her yer göl, göl değil deniz…
Her yer deniz olunca, sular her şeyi yutunca hayat yok olacak. Hayat yok olunca koca dünyanın hali ne olacak? İnsansız, hayvansız… Yapayalnız… Otunu biçen, gülünü deren, sevensiz, sevmeyensiz, hatta kirletensiz bir dünya…
Kıyamet kopmuyordu ama bineceğimiz bir gemi de yoktu. Sular durmadan yükseliyor, bu gidişle herkes ölecek, insan nesil tükenecek, bundan kaçış yoktu. Umut yok. Çünkü gemisi olan bir Nuh yok. Koca dünyayı paylaşamayan doyumsuz insanlar bunu unutmuştu.
Başka ülkelerden vazgeçmiştim de acaba kendi ülkemin başka şehirleri ne haldeydi? Sarı bir otobüsle giden oğlum şimdi o şehirlerden birindeydi. Anası orada, kardeşi orada, bense tufan şehrinde kalmıştım.
Meydandaki akasya ağacının dibindeydim. Yanımda başka insanlar da vardı. Köpek, kedi, tavuk, kaz, ördek, keçi, koyun, inek, sinek hepsi çift, ben tektim. Çünkü eşim başka yerde, ben tufan şehrinde. Belki az sonra gemi gelecek. Adacıklar yanından geçerken çiftler sıra sıra binecek ama ben tek! Gemi su üstünde kaç yıllar yüzecek, sonra tufan bitecek, sular çekilince Ağrı dağının tepesine inecek. Ben tek… Buzda kayıp son otobüsü kaçırmıştım. Şimdi son gemiyi de kaçırmaktaydım.
İlkan’ı aramalıydım. Baktım telefon elimde. Hem de çekiyor. Teknolojinin gözünü seveyim. Sevindim. Önce üst ortaya, sonra alt sola basıp açtım. Numarayı aradım, bulunca yes yaptım. Kulağıma dayadım, çalıyordu. Bir, iki, üç… Çaldı, çaldı, çaldı. Sonra açıldı. Ses geliyordu, müthiş sevindim.
“Alo! Aloo! Alooo!”
“Evet baba!”
“Oğlum nerdesin?”
“Alo, baba!”
“Bindin bir otobüse gittin. Paldır küldür. Düşüncesizce…”
“Alo baba!”
“ Oğlum…”
“Evet baba!”
“Nerdesin diyorum? Bir otobüse diyorum. Ben kayıp düştüm. Bizim şehre varabildin mi? Anneni, kardeşini bulabildin mi?”
“Baba anlaşılmıyor. Sesin kesik kesik geliyor.”
“Nerdesin ulan? Bindin otobüse… Ben düştüm… Sağ salim gittin mi? Anneni, kardeşini… Okan’ı… Onları buldun mu?”
“Evet baba!”
“Nasıl? Yer, gök... Yağmur oraya da yağmış mı? Hava kapalı mı? Kasırga var mı? Burası rezil… Yerle gök bir… Sıkışanlar sefil. Tabiat ana bunca haksızlığa isyan etti ve delirdi. Böyle olacağı belliydi. Orası nasıl?”
“Babaa… Anlaşılmıyor be! Söylediklerin anlaşılmıyor. Kesik kesik… Sesin bir geliyor, bir gelmiyor. Kesik kesik… Bak şimdi baba, sen hiç konuşma! Eğer duyuyorsan beni dinle! Hani otobüse bindim ya… Yanlış yöne gitti. Bizim şehir o tarafta değildi ki! Fark edince indim. İndiğim yer derya denizdi. Baba! Duyuyor musun?”
“Evet oğlum, anlat sen…”
“Baba duyuyor musun? Duyuyorsan dinle. Yolda indim ben. İndiğim yer denizdi. Derya deniz. Her yer su. Su, su, su… Toprak yok baba! Bir karış toprak yok. Otobüsten indim, bir gemiye bindim. Şimdi gemideyim. Sen olduğun yerde kal ve bekle. Sakın bir yere gitme! Anladın mı? Sular yükseliyorsa yüksek bir yere git ve orada bekle. Biz o tarafa geliyoruz. Yelkenliyle. Yüze yüze... Emrullah’ın, Seyfullah’ın, Fethullah’ın değil; Deniz’in, Hüseyin’in, Yusuf’un gemisiyle. Gemi Ali’nin gemisi baba, Yezit’in değil. Olduğun yerde bekle! Anladın mı baba, sakın bir yere gitme! Onlar sevildiklerini bilmişler. Unutulmadıklarını bilmişler. Bizi de bilmişler, unutmamışlar baba! Öyle söylediler. Yüreğinde sevgi besleyenler, her şey insan için diyenler bu dünyada da öbür dünyada unutulmazmış, bana öyle dediler.”
“Ne diyorsun oğlum? Saçma sapan… Aklın başında mı senin? Ne söylediğinin farkında mısın? Buzlar eridi. Yağmur, fırtına dinmedi. Ağaçlar devrildi. Çatılar uçtu, evler çöktü. Sular durmadan yükseliyor. Her şey…”
“Aloo! Alo baba, beni duyuyor musun? Duyuyorsan yalnız beni dinle! En yüksek yere çık ve bekle. O tarafa geliyoruz. Gemi yanaşacak ve seni alacak. Onlara anlattım, bizi biliyorlar. Kim olduğumuzu biliyorlar. Üç bin yıl önceyi de, bin yıl sonrayı da biliyorlar. Onlar her şeyi biliyor baba! Sakın bir yere gitme! Gemi gelecek. O caddenin dibine. Hilale yanaşacak. Seni alacak ve annemle Okan’ın yanına taşıyacak. Sonra onları da alacak. Öyle söylediler baba! Bir tufanmış bu. Göktaşı tufanı. Hani diyorlardı ya; katil taş yolunu şaşıracak, gelip dünyaya çarpacak. Çarpmış baba! Urfa’ya. Harran ovasına. Katil göktaşı Harran’a inmiş, dünyayı burgu gibi delmiş. Koca dünyayı boncuk gibi delmiş baba! Delmiş ve öbür tarafından çıkıp gitmiş. Ters yöne, uzay sonsuzluğunun içine… Dünya titremiş delinince. Gururuna yedirememiş ve kükremiş. Delirmiş. Delindiği yerden ateşler üflemiş. Yanardağlar gibi. Lavlar, gazlar, tozlar… Dumanlar dünyanın üstünü örtmüş. Hani karanlık olmuştu ya işte bu yüzdenmiş. Karanlıktan korkma baba! Dumanlar atmosferi kaplayınca, güneş yeryüzünü ısıtamayınca buz olmuş. Orası hala buz mu baba? Burası su. Her yer su. Toprak diye bir yer yok. Küçük bir adacık bile yok. Her yer su. Koca dünya küçük bir taş parçasına delinmeyi hazmedememiş ve delirmiş. Sallanmış, titremiş. Kollarını açıp kükremiş. Sinirlenmiş. Sonra silkelenmiş. Bu yüzden denizlerle karalar yer değiştirmiş. Baba hiç korkma! Dünya sallanmış sadece, yıkılmamış. Kara delik tarafından yutulmamış. Bu bir tufan! Bir kızgınlık, sinir bozukluğu... Bir… Baba… Dünya kızmış ve titremiş. Tufan bu yüzdenmiş. Denizler, Hüseyinler, Yusuflar… Onlar söyledi. Ben onların yanındayım…”
“Ne diyorsun oğlum? Kafayı mı yedin? Aklını mı kaybettin? Neredesin sen? Deli hastanesinde misin? Yoksa öldün de öte yerde…”
“Baba hiç konuşma ve sadece dinle! Sesin gelmiyor. Kesik kesik… Ne dediğin duyulmuyor. Anlaşılmıyor. Dünya çok kızmış. Kızınca midesi bozulmuş. O zaman kusmuş. Ateş kusmuş. Ateş kusunca gökyüzü ısınmış. Isı yayılmış da yayılmış, çok uzaklara, ta kutuplara varmış baba! Buz dağları erimiş. Yükselen sular ekvatora doğru akmış. Bu yüzden ölmesi gerekenler ölecek. Dünya kirletilmişti ya baba, bu sayede temizlenecek. Sonra sular çekilecek, toprak yeniden gözükecek. Tufan bitecek, her şey normale dönecek. Duman çekip gidecek, güneş yüzünü gösterecek, yeryüzü yeniden yeşerecek. Dünya güzelleşecek, kalanlar bundan sonra mutlu bir hayat sürecek. Sakın gitme! Yüksek bir kayanın üstüne, bir dağın tepesine çık ve bekle. Ben yelkenli bir gemideyim. Yüze yüze gelmekteyim. Gemi üç yüz yıl yüzecek, sonra Ağrı dağına inecek. Bekle beni baba! Baba… Bab… Ba…”
“İlkaan! İlkaaan! Alo! Aloo! Alooo! Korkma oğlum! Sakın korkma. Ben buradayım. Yanındayım. Arkandayım. Aloo…” Kesildi. Ses kesildi. “Alooo!”
Sulara gömüldük ki, teknolojinin canı cehenneme!
Suya yazı yazılmaz
Yazılsa da okunmaz
Şimdi diplerdeyim
Beni kimse bulamaz
Nisan/ 2008/Lüleburgaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.