- 673 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
SİNEMACI fikret - 30
Kahveci ve oğlunun yeni bir İstanbul ziyaretinde öğrendi Mukaddes, kardeşinin sünnet olduğunu. Oysa, çevresinde yapılan böyle törenlere ne kadar özenir, kardeşinin sünnet töreninde bulunmak, eğlenmek, o anı yaşamak isterdi. Fikret’in ve babasının ise aklına bile gelmemişti.
Mukaddes’in ve Fikret’in haberdar olmadığı başka olaylar da oldu o yaz. Anneleri bir kız çocuk , yani onlara bir kardeş daha dünyaya getirdi. Kim bilir,ne zaman haberleri olacaktı yeni kardeşlerinden ? Üstelik Necla ve Nermin ablaları da aynı günlerde birer bebek dünyaya getirdiler. Necla’nın kızı, Nermin’in oğlu oldu.
’’ Allah bir kızını aldı, başka bir kız yolladı sana ; gördün mü ? ’’ diyen kocasına bir şeyler söylemek ister gibi baksa da, hiç bir şey diyemedi kadın ; sustu. Yüreğindeki ateşi yeniden harlamıştı aslında adamın o sözleri. Tutamadı kendini, ağlamaya başladı.
’’ Adını Mukaddes koyalım bence. Gitti büyük Mukaddes, geldi küçük Mukaddes deriz. ’’ Bu defa tepki gösterdi kadın.
’’ Benim kızım öldü mü ki ? Göreceksin, er geç kavuşacağım ben yavruma ! ’’
’’ Valla sen bilirsin. O zaman Belma koyalım. ’’ Ve Belma oldu kadının üçüncü eşinden doğurduğu altıncı çocuğunun adı.
Yaz yavaş yavaş bitmeye başlamıştı artık. Yakında okullar açılacak, yeni bir ders yılına daha başlanacaktı. Konyalı’nın kahvesinin önünden önce jeneratörün sesi duyulmaya başladı yine. Sinemacı gelmişti Kurtköy’e. Akşamın olmasını sabırsızlıkla bekledi tüm diğer çocuklar gibi Fikret de. Vakit geldiğinde ise, hiç beklemediği bir olayla karşılaştı.
’’ Her hafta her hafta sinema ! Ne oluyor ulan böyle ? ’’ Babasının beklenmedik bu sözleri karşısında neye uğradığını şaşırdı çocuk. Alt tarafı elli kuruşluk bir sinema idi bu.
’’ Baba, elli kuruş ! Ne olacak ki ? ’’
’’ Bu defa da gitmeyiver yani ; ne olacak ? ’’
Ağlamaya başladı çocuk. Yalvardı, yakardı uzun süre. Adam kararlıydı. İnadı tutmuştu bir kere. Kim bilir kime öfkelenmişti de acısını çocuktan çıkarıyordu. Yaz olduğu için kahvenin önüne kurulmuştu sinema perdesi. Perdenin arka tarafı , onların kahvenin penceresine bakıyor, film oradan bile görülüyordu. Hatta sesler de duyuluyordu. Bir savaş filmiydi bu : ’’ Kıbrıs Ateşler İçinde ’’ Tüm gece pencerenin önünde oturup gözlerini perdeden ayırmadı ve durmadan ağladı çocuk.
Onu uzun süre umursamayan baba, bir süre sonra yanına oturdu.
’’ Sen her hafta sinemaya mı gitmek istiyorsun ? ’’ Ağlayarak başını salladı çocuk.
’’ He he .. ’’
’’ O zaman beni iyi dinle şimdi. Yarın sabah sana para vereceğim. Pendik Dörtyol’a gidip Şaban Kâhya’yı bulacaksın. İzmit’e gitmek istediğini söyle ; o seni otobüslere bindirir. İzmit’te otobüsten inince, koz helvacıların yerini sorup bulursun. Verdiğim paradan dönüş için otobüs paranı ayırıp kalanı ile koz helva alıp gelirsin. Sinema geldiğinde , koz helvayı dilimleyip tepsiye doldurup doğruca sinemaya gidersin. Satıp harçlığını çıkarırsın. Nerede ne zaman sinema varsa, helvaları doldurup gidersin. Tamam mı ? ’’
Elinin tersi ile gözlerini sildi çocuk. Sevindi. Demek ki her zaman, hatta başka köylerde bile sinema olduğunda gidebilecekti.
’’ Tamam baba. Alırım koz helvaları, her yerde de satarım. Hem sinema seyrederim hem de çok para kazanırım ! ’’
Bütün gece heyecanlı , sinemalı, koz helvalı rüyalar gördü çocuk. Sabah erkenden uyanıp bisküi kahvaltısını acele ile bitirdi. Babası söz verdiği şekilde bir miktar para uzattı ona. Parasına sahip çıkmasını, çaldırmamasını tembih ettikten sonra, İzmit’e nasıl gideceğini, koz helvacıları nasıl bulacağını tekrar tekrar anlattı.
İlk minibüse yetişti çocuk.
’’ Hayrola Küçük İncirli ; nereye böyle sabah sabah tek başına ? ’’
’’ İzmit’e gidiyorum Şükrü ağabey. Koz helva alıp sinemalarda satacağım. ’’
’’ Sen tek başına İzmit’e mi gideceksin gerçekten ? ’’
’’ Evet, ne var bunda ? ’’
’’ Daha önce hiç gittin mi ? ’’
’’ Gitmedim ama babam öğretti nasıl gideceğimi. ’’
’’ Allah Allah ! ’’ deyip sustu şoför. İçinden söylenmeye başladı.
Pendik Dörtyol’a geldiğinde minibüsten indi çocuk. İnerken şoför Kâhya’nın durduğu ve otobüse binebileceği yeri tarif etti çocuğa.
’’ Merak etme Şükrü ağabey ; biliyorum . Biz annemle önceden orada oturuyorduk zaten. ’’
Koşarak gidip buldu kâhyayı. İzmit’e gitmek istediğini söyleyip beklemeye başladı.
’’ Annenin babanın haberi var mı senin ? Evden kaçıyor falan olmayasın. ’’
’’ Merak etme Şaban ağabey. Bizzat babam gönderdi. Koz helva almaya gidiyorum ben, satmak için . ’’
’’ İyi madem. Otobüs az sonra gelir. ’’
Çabuk gelmiyordu otobüs. Daha doğrusu çocuk için zaman çabuk geçmiyordu. Heyecanlıydı ; bir an önce İzmit’e gidip, helva alıp dönmek istiyordu. Nihayet otobüs geldi ve çocuk aceleyle bindi otobüse. Parasını uzatıp İzmit’e gideceğini söyledi. Cam kenarında oturduğu ve gözleri dışarıda olduğu halde aklında hep koz helva ve sinema vardı. Nerede sinema varsa gidebileceğini söylemişti babası.
Kahvede çocuğu İzmit’e gönderdiğini söyleyen kahveci en sert tepkiyi Hamza dayıdan gördü.
’’ Yahu sen bu kadar mı bıktın bu çocuktan ? ’’
’’ Yoo ! Niye bıkayım ki ? ’’
’’ Dokuz yaşında bir çocuk tek başına İzmit’e mi gönderilir ? Ya kaybolursa, ya başına bir şey gelirse ? ’’
’’ Hiç bir şey olmaz. Akıllıdır benim oğlum. ’’ dedi demesine ama sonradan sonraya içi sızlamaya başladı. Gerçekten de hata mı etmişti acaba ? Ya başına bir şey gelirse ? ’’
Onları fazla merakta bırakmadan kahveden içeri girdi çocuk. Hem babasının hem de Hamza dayının gözleri parladı onu görünce. Elindeki paketi masanın üzerine koyup açtı hemen.
’’ Bak baba ; iki çeşit birden aldım. Şunlar fıstıklı, bunlar da cevizli. Cevizliler biraz daha pahalı yalnız. ’’ Babası kafasından hesap yapmaya başladı. Fikret bıçağı alıp geldi. Belli bir ölçü tesbit edilip helvalar buna göre kesildi. Fıstıklılar yirmibeş kuruş, cevizliler elli kuruştan satılacaktı.
Dışarıya çay taşımak için kullanılan askılı tepsiye dizilen helvalar satışa sunuldu. İlk önce Hamza dayı bir tane alarak siftah yaptı. Daha sonra kahvedikilerden de alanlar olunca sevinçten yüzü parladı çocuğun. Bu defa tepsiyi alarak diğer kahvelere gitti. Hatta köyün içinde dolaşıp helva satmaya başladı.
Sinema gelince tepsiye helvaları yerleştirip erkenden gitti. Sinemacı ondan bu defa para almadı. Ertesi günler hangi köylerde sinema oynatmaya gideceğini söyledi. Hepsine de geleceğini söyledi çocuk.
Ertesi gün Şeyhli köyünde olacaktı sinemacı. Hiç tereddüt etmeden izin verdi babası. O da akşam üzeri gidip sinemanın oynayacağı kahveyi buldu. Yine dışarıda oynayacaktı. Burada da koz helvalarını sattı. Sinema bittiğinde saat gecenin on birine gelmişti. Şimdi köye gitmesi gerekiyordu. Babasının aklı onda kalmıştı. Fakat kahveyi bırakıp gitmesi kolay değildi. O da ancak on birden sonra kapatıyor, tam da o saatten sonra bira ve şarap satmaya başlıyordu.
Tepsisini eline alıp yavaşça yola koyuldu çocuk. Köye kadar yürümesi gerekiyordu. O saatlerde minibüsler çalışmazdı. İki köy arasında iki kilometre kadar bir mesafe olmasına rağmen, elektirk olmadığından karanlıktı. Korkuyordu çocuk. Kuyunun dibine indiği andaki gibi bir korku almıştı yine. Yavaş yavaş yürüyordu. Şeyhli’nin hemen dışında, Kurtköy’e henüz gelmeden, Bolu’lular mahallesi vardı. Ziraat Mühendisi Adnan beyden öğrendikleri şekilde elma bahçeleri yapmışlardı orada. Onlardan önce hiç kimse o topraklarda elma yetişeceğine inanmamıştı.
Tam da elma bahçelerine yaklaşacaktı ki, uzaktan köpek havlamaları duymaya başladı. Korkusu artmaya başladı çocuğun. Durdu. Köpek havlaması bitmeden yoluna devam edemeyecekti...
Devam edecek.
Fikret TEZAL
YORUMLAR
Bu bölüm gerçekten bir başka güzeldi.
Dokuz yaşındaki çocuğu uzağa göndermek cesaret işi valla.
O zamanlar dünyamız çok daha güvenli ve dürüstmüş demek.
Küçük yaşta ticareti öğrenmek te güzel bir durum.