- 1415 Okunma
- 8 Yorum
- 2 Beğeni
NİNE ARTIK ISLAK EKMEK YEMEK İSTEMİYORUM
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Adı Öykü idi…
Yıllar öncesi bir ikindi vakti, İda ateş rengindeyken, yakın dostlarımın;
“Altından rüzgâr geçiyor, adak kesmelisin,” sözlerinin tesiriyle,
iki horozu dört ayak niyetine kesmiştik. Komik değil mi? Ne yapalım? Niyetmiş asıl olan… “Niyetini temiz tut camiden kilim çal,” deyince Türkmen komşum; bizde soluğu Edremit’in küçükbaş canlı hayvanları satılan Çarşamba pazarında almıştık.
Batıl inançlarım yoktu, lakin emekli maaşı ile biri orta-öğretimde biri üniversitede iki çocuk okutuyorduk. Adak kurbanları da bütçemizi aşıyordu. Kesim işini üstlenen komşum; “Adak yenmez, fakir fukaraya verilir,” uyarısını dikkate almıştık. Başları yana düşmüş, ılık kanı hala damlarken hayvancıkların, “Peki, şimdi kime vereceğiz bu adakları?” sorusu ile mahalledeki fısıltıya kulak verdim.
Hem de ne fısıltıydı!..
O gün, nasıl bir -insanlık dersi- alacağımdan habersizdim.
Tarif edilen adrese doğru hemen yol aldım.…
Elimde sıkı sıkıya tutmakta olduğum, titreyen hayvanların hücrelerinden -can- çoktan çekilmişti.
Hayvanlar kesilirken içim bir tuhaf olmuştu. Yürürken o an gözlerimin önüne bir gölge gibi düşünce başımı sağa sola sallıyordum…Seslice düşündüm: “Ya biz ya biz, ne olacak akıbetimiz?”
Üzülsem mi, sevinsem mi bilmeden pembe eve varmıştım bile…Utangaç, biraz da çekinceli ruh haliyle zile dokunmuştu parmaklarım.
Kapı ardından gelecek -her sese- kulak verdim. Ses yoktu!
Parmaklarımı bir kez daha basılı tuttum zilin üzerinde;
“Kim o” dedi bir içeriden cılız bir ses… Kulağımı dış kapıya dayadım; tam kavrayamamıştım, nerden gelmişti o ses?!
“Benim, ben hanımefendi,” desem de sanki tanıyacak mıydı ki, beni.
“Sen de kimsin? “ dedi aynı ses.
Hiç düşünmeden, “alt sokaktaki komşunuzum,” dedim.
“Öykü kızım koş aç şu kapıyı, gelen yabancı değilmiş,” dedi aynı ses.
“Öykü” ne hoş bir addı.
İçime ılık ılık esti kız çocuğun rüzgârı.
Ardından minik ayak sesleri…
Belli ki merdivenlerden inmekte.
Kulağım her aşina sese pür dikkat.
Dışarıda hafiften rüzgârın uğultusu, bir de bahçedeki yedi verenlerin yapraklarının akarsu sesine benzer hışırtıları…
Sonra sürgüden çekilen demir bir gıcırtı, irkilmiştim istemeden! Zira duyduğum metal sesi, içimi bir hoş etmişti.
Ağırdan açıldı kapı, bir minik serçe gibi seken ve ürkek zayıf bir kız çocuğu karşımdaydı şimdi.
“Anneannem yukarıda,” der demez gözleri elimdeki çantaya dikiliydi.
Birlikte üst kata çıkmıştık.
Evdeki yoğun, kesif küf kokusu genzimi yakıyordu.
Vardık bir odaya. Üç çek yat ve ortada bir kilim,
Tek lüksleri siyah beyaz bir televizyon, hem de bu devirde.
“Hoş geldiniz, kusura bakmayınız, etraf dağınık biraz. Belden aşağısı malum tutmuyor, yatağa bağlandık kaldık işte. Buna da şükür, ne yapalım. Buyurun oturun.”
Öylesine ayakta, şaşkın kala kalmıştım!
Demek ki söylenenler gerçekten dedikodu değil, doğruymuş:
“Üst sokakta vardır, bir kocakarı hem de yatalak,
Bir de küçük torunu, henüz ana kucağından yeni inmiş,
Zavallım hem anadan hem babadan talihsiz,
Kaçıvermiş annesi ikinci kez kocaya,
Baba desen çoktan almış kara toprak
Et kemikten çoktan ayrılmıştır, hepten rahmetli.
Çaresizlermiş fukaralar,
Veriver istersen adaklarını onlara.
Sevabın olur…”
Anımsayınca mahalledeki fısıltıları, yaşlı kadına bir şeyler söylemem gerekti: Fısıltıya benzer, utangaç bir sesle konuştum:
“Şey, yeni bir araba almıştık da…işte kan akıtın dedi komşular.
Adet yerini bulsun istedik, kabul ederseniz, her ikisini de size vermek istedik.”
“Ah, uzun zaman oldu et yememiştik. Allah sizden razı olsun, koş Öykü aşağıdan bana bir tepsi bir de bıçak getir, akşama soframızda et olacak,”
Küçük kız mızmızlanır: Ninesine nazlı nazlı edalanır;
“Acıktım, şimdi yiyelim ne olur anneanne,”
“Olmaz, azıcık sabret. Sen ne dediysem onu getir. Torbadaki ekmeklerden ye biraz, açlığını bastır.”
Küçük kız ağlar gibi inler;
“O ekmekler çok bayat. Bıktım artık anneanne, sürekli kuru ekmek ıslatıp yemekten… Sabah erkenden ekmek toplamak istemiyorum. Bende herkes gibi taze ekmek ve et yemek istiyorum.”
Yaşlı kadın oldukça mahcup konuştu:
“Sus kızım sus, töbe de! Onu bulamayanlar da var. Şükür, evimize bayat da olsa, yine de ekmek giriyor. “
Anladım ki, yedikleri sadece ve sadece ekmekti. Üstelik de insanların burun kıvırıp çöpe attıkları bayat ekmeklerdi. O anı nasıl anlatsam ki? Tanık olduğum iç kıyıcı sosyal yaraya değince yüreğim, farklı bir kış mevsimi yaşıyordum sanki...
O evden nasıl telaş içinde ayrıldığımı, doğruca markete koşturduğumu, ancak Allah bilir.Zamanın önüne geçmek istiyordu ayaklarım.
Markette aklıma ne geldiyse aldım.
Elim kolum dolu dolu yeniden pembe eve geri döndüm.
Onların yüzlerindeki mahcup ifadeyi daha fazla görmek istemedim.
Gözlerim dolu dolu onlara yeniden geleceğimin sözünü verip aceleyle ayrıldım.
Hemen yanlarındaki iki evin kapısını çalıp, “merhaba, şu pembe evde kimler yaşıyor, haberiniz var mı?” diye sorduğumda aldığım yanıt beni daha da şok etmişti:
“Bilmeyiz, evin kiracıları herhalde, ne oldu bir şey mi oldu?” sorusuna
Yüzümde buruk bir ifade;
“Az önce iki adak horozumuzu verdiğimde bende yeni öğrendim. Bir yatalak yaşlı kadın, beş yaşında torunu, muhtaç mı muhtaç, çöpten ekmekle karınlarını doyuruyorlar, isterseniz, bir kap da yemek sizler götürün, sevaptır, “ der demez utanarak oradan ayrıldım.
Kendi evime vardığımda, yüreğim bir başka huzurla atmaktaydı…
Ondan sonraki günlerde aklım; hep Öykü kızımızın sözlerine takılı kalmıştı.
Özellikle her bayat ekmeği tam çöpe atacağım anlarımda duraksar, ekmekleri ıslatır, kuşlara verirdim.
Aklıma takılır o küçük çocuğun nemli gözleri, bir de “ıslanmış ekmek yemek istemiyorum, “ diye yürek burkan sözleri.
Emine PİŞİREN
(1999 senesine ait bir anı yazım)
YORUMLAR
Yazı dili, tıpkı M.Akif'in dil söyleşisinden; devrik ve manzum hikaye tadındaydı.
Öykünün içeriği zengin, teması "Tok açın halinden anlamaz" ve insanların, insan(f)sızlığına elit bir vurguydu ve çokça hayatın gerçekleriydi.
Dilenenlere sadaka veren bir toplum olarak dilenmeyen gururlu, utanangaç yoksulları görmezden geliyoruz. Her mahallede ve her semte bu tür yoksul ve hasta olan insanlar vardır.
aslında uzun bir mevzu fakat kelimelerim kifayetsiz kaldı; çıkar egemen bir dünyada insansızlığı, insafsızlığı yaşıyoruz!
Duyarlı yüreği selamlıyorum
En içten sevgilerimle, selamlarımla
Utanç...
Biz hâlâ misafirliğe giderken, elimize marka tatlıları alıp gidelim. Acaba o Öykü kızımızın son yediği tatlı ne zaman, hatırlıyor mu?
Tuzsuz olmuş, yağsız olmuş diye yemeklerimizi çöpe atalım. Bu çocuk ve onun gibilerin boğazından sıcak yemek geçiyor mu?
Bizler ısınırken, bu insanlar evlerinde üşüyorlar mı? Düşünelim...
Dört ayaklı adağa gelince: Yazarımız bunun zaten bilincinde bir kişi. Derim ki, örnek davranışıyla okuttuğu çocukları kendisinin yaptığının daha da fazlasını yapsın inşallah.
Teşekkür ve tebriklerimle.
Çevremizi araştırdığımızda böyle bir çok muhtaç insanı bulabiliriz. Tuzumuz kuru, bana ne diyenlerin sayısı o kadar çok ki! Şu noktayı izah etmeden geçemeyeceğim. Kur’an-ı Kerim’in 22. suresi olan Hacc suresinin 28 ve 34. ayetlerine göre kurban edilecek olan hayvanların en’âm cinsinden olması şarttır. En’âm suresinin 143 ve 144. ayetlerinde bunların koyun, keçi, sığır ve devenin erkeği ve dişisi oldukları açıklanmıştır. Bu hayvanların dışında hiçbir hayvandan kurban olmaz. Bu sebeple horozdan adak olmaz.
ağlayarak okudum yazınızı
ah neler var öyle
uzun yıllar önce ben öyle bir olay yaşadım
çok eski bir tanıdık gelmişti nasılsa öğrenmiş yerimi benden yaşlıydı fakar aradığına sevindim
ordan burdan sohbet başladı çok düştüklerini ele muhtaç olduklarını anlattı nasıl üzüldüm yıkıldım bir zamanın varlıklı diyecek gibi ailesi ne hale düşmüştü
evine giderken ne var ne yok doldurmuştum karınca kararınca
arasıra uğrar elimden gelen yardımı yapardım
rabbim kimseyi zora dara düşürmesin
saygılarımlasın can
Hep yukarıya bakan bizlerin, bazen de aşağıya bakması gerektiğini hatırlattığınız için, içten bir teşekkürü hak ettiğinizi düşünüyorum.
Elinize sağlık! :(
emine pisiren
Katkınıza teşekkür ederim.
Selam ve saygıyla
Bir Esinti
Esen kalın.
emine pisiren
Yine de teşekkür ederim.:)