- 451 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HZ. RESULÜN (SA) ÖRNEKLİĞİ / MEDİNE'DE 11 YIL (13)
KURUMSAL DİN / DEVLETİN DİNİ AYETLERİ ANLAMAYA ENGEL Mİ? (1)
Kurum kavramı, günlük dilde çeşitli kuruluşları tanımlamak amacıyla kullanılır. Kurum sözcüğünün bilimsel anlamı, çoğunluğun aynı şekilde ve sıklıkla ortaya koyduğu davranışlarımızın toplamıdır.
Toplumsal bilim tanımı olarak, Kurum;
Kurumlar, bir toplumda sosyal yaşamımızı birbirimize benzer şekilde gerçekleştirdiğimizi ifade eden ve sağlayan kültürel süreçlerdir. Bir başka deyişle davranış kuralları, toplumsal roller ve etkileşim süreçlerinden oluşan, kültürün büyük kısmını anlatmak için kullanılan bir kavramdır. Kurum denilince, ’toplumsal kurum’ anlaşılır.
Kurumlar, temel davranış kurallarına göre şekillenirken, toplumlara özgü bir yapıya kavuşurlar. Her bir toplumun kültürü, örfü, ananesi farklı olduğu için kurumları da farklıdır. Fakat her toplumda temel kurumlar vardır. Bunlar; Aile Kurumu, Ekonomi kurumu, Siyaset kurumu, Kamu kurumu, Din kurumu, Eğitim kurumu, Hukuk kurumu, Sivil Toplum Örgütleri olarak çeşitlenir. Devlet kurumu, kurumlar içinde en güçlü kurumlardır.
Kurum kelimesinin birçok anlamı var. Ancak konumuzla ilgili Türk Dil kurumunda verilen sözlük anlamı şu şekilde geçmektedir.
“Kuruluş, müessese, tesis”
Toplumda kurum denilince genellikle resmi kuruluşlar akla gelir. Bir bakıma kurum resmiyet kazanmış birliktelikler demektir.
Sosyolojik olarak, aile, dernek, vakıf, zanaat kuruluşları gibi kuruluşlarda kurum içinde dile getirilir. Biraz önceki verdiğimiz örneklerde bunlar sayılmıştır.
Kurumsal din tabiri, kurumla – din kelimesinin birleştirilmesidir. Kurum kelimesinin açılımındaki bütün anlamlarda dini aramak gerekir. Tabi konumuz İslam dini olduğu için, İslam’ın kurum kavramındaki bütün kurumlarda dile getirilmesidir.
Kurum kelimesi genellikle resmiyeti ifade ettiğinden, kurumsal din tabirine, devlet dini de diyebiliriz.
Mezhepler, cemaatler, tarikatlar, oluşturdukları birliklerle, birliklerin yapılanma kurallarıyla, kurumsal din yapılanması olarak karşımıza çıkar.
Müslüman hukukçuların, hadisçilerin, tefsircilerin, kelamcıların oluşturduğu, usul kurallarıyla oluşan, fıkıh usulü, hadis usulü, tefsir usulü, kelam usulü gibi konular da kurumsal din kavramında incelenir.
Kurum denilince, belirli kurallara göre, yukarıdan aşağı emir komuta zincirinde oluşmuş bir yapılanmadan söz edilir.
Aile kurumu, aile reisinin yönetiminde, eşler, çocuklar, gelinler, damatlar, torunlar akla gelir. Aileyi oluşturan bütün bireyler arasındaki ilişki kuralları aile kurumunu oluşturur. Aile kurumları, genellikle toplumların örflerinden oluşmaktadır. Her ne kadar Müslümanların klasik kültüründe, İslam’da aile başlığı atılarak anlatılan aile kurumu varsa da, anlatımlara dikkat ettiğinizde, karşınıza Allah’ın ayetlerinde tanımladığı aile yapısından çok, toplumların aile tanımlaması esastır. Arap gelenekleriyle anlatılan İslam’da aile kurumu öncelik kazansa da, ayrıntıya girdiğinde, etnik kökenleri farklı olan bütün toplumlar, ırksal kökenlerinden gelen gelenekleri İslam’da aile kurumuna yerleştirmişlerdir. Türk kökenli Müslümanlar, Fars kökenli Müslümanlar, Kürt kökenli Müslümanlar, Hindu kökenli Müslümanlar, Berberi kökenli Müslümanlar, geleneklerinden gelen aile ilişkilerini İslam ile bütünleştirerek İslam’da aile olarak tanımlamışlardır. Öyle ki, toplumların kökeninden gelen gelenekler çoğu zaman ayetlerin önüne geçmiştir. Doğu toplumlarında aşiretlerin aile anlayışları İslam’da aile olarak tanımlanmıştır. Türk kökenli toplumların ırksal geleneklerini koruyan kısımları, Türklerin eski Şamanizm diniyle, Türk geleneklerine göre aile kurumu oluşturmuşlar. Aile arasındaki ilişkiler, evlilik kuralları, kimlerin, kiminle evlenip evlenemeyeceği ayetlerin tanımladığı kuralların dışına çıkmıştır. Mesela; ülkemizde macur diye bilinen, önce Avrupa ülkelerine gitmiş, sonra geriye göç etmiş eski Türk boylarında, akraba arasında evlenmek yoktur. Dayı, hala, teyze, amca çocukları evlenemez. Evlilik için akraba dışından nasipler aramak gerekir. Hâlbuki kimler kiminle evlenemez konusunda Allah Nisa suresinin 23. Ayetinde yeterli açıklama yapmıştır. Ancak Türk boylarından bugün macur diye bilinenler, ayetlerin yasaklamadığı evlilikleri kendi aile kurumlarında yasaklamışlardır. Onların bu yasağı İslam’dan değil, eski geleneklerinden kaynaklanmıştır.
Geleneklerin aile kurumunun kurallarını oluşturmasının sonucu karşımıza ataerkil aile yapılanmaları ortaya çıkar. Ataerkil aile yapılanmaları erkek egemen anlayışını gündeme getirir. Erkek egemen aile içinde bütün yetkiyi elinde toplar. Arap, Türk, Fars, Hindu, berberi ve eski Hıristiyan, Yahudi toplumlarından Müslüman olan bütün toplumlarda aile yapılanmaları erkek egemen anlayışa sahiptir. Allah’ın Hz. Muhammed ile dinin göndermesinden bu yana on beş asır geçmesine rağmen, İslam’da aile kurumunda erkek egemen anlayış yerini, ayetlerin anlattığı adalet egemendir anlayışına indirememiştir. Resul devrinden sonra her geçen süre içinde kadını ikinci plana iten, toplumdan soyutlayan anlayış, aile kurumlarına egemen olmuş, erkekler, ailede toplumda söz sahipliğini ele geçirmişlerdir.
Bugün İslam’da aile, İslam’da evlilik isimleriyle ülkemizde hazırlanan, yayımlanan bütün kitapların aileye, aile kurumuna bakış tarzı erkek egemen anlayıştır. Geleneklere göre oluşan aile kurumunun anlayışı, prensipleri, kuralları, Müslümanların aklına, muhakemesine, iradesine egemendir. Erkekler bundan memnundurlar. Bu memnuniyet içinde, içlerine, yaşamlarına erkek egemen anlayışını sindirmişlerdir. Bu noktadan sonra erkek egemen aile kurumunu gelenekleriyle hayatlarına oluşturanlar, Allah’ın ayetlerini bu gözle okumakta, bu gözle algılamakta, bu gözle anlamaktadırlar. Erkeğe, kadına, çocuklara yön vermesi gereken ayetler, bu anlayışla okunup, anlaşıldığında, geleneklere göre oluşan aile kurumlarının yapısını değiştirememektedir.
Dernek, vakıf, zanaat kuruluşları da aynı mantıkla, yöneticilerinin olduğu, kuruluş, yapılanma ve yönetim biçimlerinin olduğu kurumları akla getirir. Ayetler indirilirken dernek, vakıf, zanaat kuruluşları yoktu. Bütün bunlar resulün vefatından sonraki dönemlerde, toplumsal ihtiyaçlara göre oluşmaya başladı. Bu tür kurumlar oluşurken, İslam’ın kurallarının esas alındığını söyleyemeyiz. Bu tür kurumlar daima toplumların içinde yaşadıkları sorunları çözmek için yapılandırılmıştır. Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı toplumlarının yapılarına göre şekillenen vakıflar, zanaat kuruluşları, hem devletlerin o dönemlerdeki yaklaşımlarından, hem de toplumların o günkü İslam anlayışlarından, toplumsal geleneklerinden etkilenerek yapılanmıştır. Mezheplerin oluşturduğu eğitim kurumlarının arka yapısındaki vakıflar… Esnaf kuruluşlarının oluşturduğu toplumsal yapılar. Osmanlı dönemindeki loncalar… Bugün oluşan ticaret odaları, iş adamları dernekleri dönemlerindeki devletlerin yasal yapılarına göre, toplumsal geleneklerinden etkilenmişlerdir. Özellikle Osmanlı döneminde, esnaf kuruluşlarının oluşturduğu ticari kurumsal yapılarda tarikat anlayışlarının egemen olduğunu görmekteyiz. Lonca teşkilatları tarikat yapılanmalarının uzantısı olarak gelmiştir. Dernek yapılanmaları olarak günümüzde varlığını sürdüren kuruluşlar, ticari, sosyal, fikri gelişimlerin yapılandırılması üzerine teşekkül etmiştir. Günümüzde oluşan bu tür yapılanmalar devletin yasalarına göre şekillenmiştir. Genelde sivil toplum örgütleşmeleri olarak ele alınan, vakıf, dernek ve zanaat kuruluşları, günündeki devletlerin yasalarından etkilense de, genellikle geleneklerden etkilenirler. Her ne kadar günümüzde Müslümanların oluşturduğu dernekler, vakıflar, zanaat kuruluşları, söylemde, görünürde devletin yasalarına göre ama asılda İslam’a göre şekillenir anlayışında olsa da, ayetlerde bu tür yapılanmalara ait ayetler bulamayacaklarından, Müslümanların tarihinden gelenek, vakıf, zanaat kuruluşları bugünkü yapılanmalara kaynak olmaktadır. Böyle olunca, geçmişteki vakıf, zanaat kuruluşlarına, mezhep, tarikat anlayışları egemen olduğundan, aynı anlayışlar bugüne de etki etmektedir.
Dernek, vakıf, zanaat kuruluşları yapılanmalarına göre oluşan Müslümanlar arasındaki ilişkilerin, dayanışmaların Müslümanlara kazandırdığı anlayışla ayetleri okuması da, ayetlerdeki anlayışların anlaşılmasının önüne engel teşkil eder. Çünkü birebir tarikat, mezhep anlayışlarından oluşan bu tür yapılanmalar, Müslümanların özgürce ayetlere yaklaşmasının önüne geçer.
Devlet yapılanması, kurumlar içinde en belirgin kurumdur. Devleti oluşturan bütün birimler, bugünkü tabirle, YASAMA, YÜRÜTME, YARGI arasındaki ilişkiler, devletle TEBA yani, halk veya vatandaşla arasındaki ilişkiler, devlet kurumunun temelini teşkil eder.
Kurumla dini ki, din İslam ise, kurumla İslam’ı birleştiren her şey, kurumların oluşturduğu usulleri, yasaları, yönetim biçimlerini İslam adına üretmiş olur. Böylece karşımıza kurumsal bir din çıkar. Kurumsal din, Allah’ın ayetlerinde belirlediği kurallar ile belirlemediği kuralların bütününden ibarettir.
Mezhep kurumu, İslam adına usul, hüküm üreterek, kurumsal din ortaya çıkarır.
Tarikat kurumu, İslam adına, usul, hüküm üreterek, kuramsal din ortaya çıkarır.
Aile kurumu, İslam adına, usul, hüküm üreterek, kurumsal din ortaya çıkarır.
Dernekler, vakıflar, zanaat kuruluşları, cemaatler İslam adına, usul, hüküm, üreterek, kurumsal din ortaya çıkarır.
Ve devlet kurumu, devlet içinde oluşan bütün müesseseleriyle birlikte, usul kuralları, yasalar oluşturarak, devlet dinini / yani kurumsal dini ortaya çıkarır.
Müslümanların geçmişinde oluşan, bütün kurumlar günümüze kurumsal dinlerini getirmişlerdir.
Günümüzde oluşan bütün kurumlar, inançlarımıza, fikirlerimize, yaşamımıza kurumsal dinlerini egemen kılmaktadırlar.
Bütün bu anlatımlardan sonra, şöyle bir soruyu sorabiliriz. Oluşan kurumsal din veya devlet dini ile İslam arasında fark var mıdır?
Elbette fark vardır. İslam dininin kaynağı olan Kur’an-daki ayetlere baktığımızda, Allah Müslümanlara temel kurallar belirtmiş. Birçok konuda hüküm vermemiştir. Ancak Müslümanlar yaşam içinde, hangi kurumda olursa olsun, karşılarına çıkan problemleri çözmek zorundadırlar.
Ortaya çıkan olay veya sorunu çözmeyle ilgili olarak Müslümanlara öğretilen temel kural, önce ayetlere bakmaktır. Ayetlerde herhangi bir bilgi, bir hüküm yoksa Müslümanlar özgürdür. Özgürlük alanında Müslümanlar, bilgilerine, sağduyularına, akıllarına, muhakemelerine, iradelerine göre sorunu çözeceklerdir. Çözümler üretirken, Müslümanlar birbiriyle istişare ederek yanılgıyı azaltırlarsa Allah’ı dinlemiş olurlar. Kaldı ki, Allah Müslümanlar arasında her konuda istişareyi tavsiye etmektedir. Nitekim Allah, Ali İmran suresinin 159. Ayetinde “Allah’ın rahmetinden dolayı, sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onlara mağfiret dile, iş hakkında onlara danış, fakat karar verdin mi Allah’a güven, doğrusu Allah güvenenleri sever” Şura suresinin 38. Ayetinde ise “Onların işleri aralarında danışma iledir” demektedir.
Ayetlerin yönlendirmesi, resulün örnekliği ile Müslümanlar olayların yorumunda, sorunların çözümünde istişareyi, yani danışmayı, yani şurayı öne çıkarırlar. Zaten insanlar arasındaki ilişkilerde en güzel yol da budur.
Peki; Allah’ın hükümlerinin olmadığı konularda, Müslümanlar kendi aralarında istişare ederek çözüm bulurlar, çözümlerini kural haline getirirler, hatta kurallarını yasalar haline getirirlerse, ortaya konulan kuralların, yasaların Allah’ın diniyle bir ilgisi var mıdır?
Yine bir Müslüman diyelim ki istişare etmeden, Ayetlerin olmadığı alanlarda çıkan olayları yorumlar, çözümler bulur, çözümlerini kurallar, yasalar haline getirirse, ortaya konulan kuralların, yasaların Allah’ın diniyle bir ilgisi var mıdır?
Bu sorulara Müslümanların evet demesi mümkün değildir. Çünkü hiçbir insanın veya insanlar gurubunun aralarında istişare ile ortaya çıkaracakları, yorumlar, kararlar, usuller, yasalar Allah’ın dinine ait değildir. Bütün bunlar Allah’ın Müslümanları özgür bıraktığı alanlarda olmuştur. Zaten Allah’ın olayla veya sorunla ilgili bir hükmü olsa, insanlar orada, yorum yapamayacak, kararlar alamayacak, usuller koyamayacak, yasalar oluşturamayacaktır.
Geçmişte hadis, fıkıh (hukuk), tefsir, kelam konularında uğraşan Müslüman bilim adamları, konularla ilgili usuller ve hükümler koymuşlardır. Koydukları usuller, hükümler Allah’ın ayetlerinin olmadığı konulardadır. Zaten ayetlerin olduğu konular olsaydı, ne usul, ne de hüküm koyamayacaklardı.
Yine Müslümanların oluşturduğu tarikatlar, cemaatler, tarikatlarının, cemaatlerinin kurallarını belirterek bir yapılanma oluşturmuşlardır. Kural gereği Allah’ın ayetlerinin olduğu konularda kural koyamayacakları esastır.
Yine Müslümanların oluşturduğu devletlerde, devlet yöneticileri, gerek fakihlerine yani hukukçularına, gerekse Müslüman ilim adamlarına danışarak, karşılarına çıkan olayları, sorunları yorumlamışlar, çözüm olarak hükümler vererek yasalaştırmışlardır. Elbette Müslüman yöneticiler de, Allah’ın ayetlerinin olduğu konularda hüküm verip, yasa çıkaramayacaklardır.
Ancak, tarihe baktığımızda, mezhepler, tarikatlar, cemaatler, devletler, Allah’ın ayetlerinin olduğu konularda hüküm koyamayacak kaidesi olsa da, zaman içinde ayetlere aykırı kurallar, yasalar koydukları görülmektedir.
Mesela; Allah gayp konusunda bazı bilgiler göndererek, Müslümanların gönderdiği ayetlere inanmasını istemiş. Gayba ait ayetlerin belirttiği bilgilerin dışına çıkmamalarını istemiştir. Allah Neml suresinin 65. Ayetinde. “De ki: Göklerde ve yerde, Allah’tan başka kimse gaybı bilmez” demesine rağmen, ne yazık ki Müslümanlar tarafından bilemeyecekleri gayp hakkında ileri geri konuşarak, Allah’ın hükmünü dinlememişler. Gaybı akıllarıyla delik deşik etmişlerdir. Hâlbuki Allah dünyada gönderdiği insana verdiği özellikle, insani sınırlarla gayba ait bilgileri bilebilme özelliği vermemiştir. İnsan aklıyla, muhakemesiyle, iradesiye gayb hakkında sadece zanda bulunur. Zan ise Allah’ın Yunus suresinin 8. Ayetinde belirttiği gibi “Onların çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, hakkın yerini tutmaz. Allah onların yapmakta olduklarını bilendir”
Geçmişte Müslümanlar, gaybi konuları delik deşik ederek. Allah’ın Ali İmran suresinin 7. Ayetinde “Sana Kitap’ı indiren O’dur. Onda Kitap’ın temeli olan kesin anlamlı ayetler vardır, diğerleri de çeşitli anlamlıdırlar. Kalplerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için onların çeşitli anlamlı olanlarına uyarlar. Oysa onların yorumunu ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar: "Ona inandık, hepsi Rabbimiz’in katındandır" derler. Bunu ancak akıl sahipleri düşünür” diye Müslümanları uyarmasına rağmen, müteşabih ayetlerin peşinden giderek, itikatta mezhepler oluşturmuşlar, iki farklı inanç kuralları oluşturmuşlardır.
Müslümanların tarihte oluşturduğu itikadi mezhepler kurumu, günümüze kadar gelerek, Müslümanların inançlarını etkilemiştir. Bugün Müslümanlar ayetleri okurken, algılarken, anlarken, ister istemez itikadi mezheplerinin bakış açısına göre ayetleri algılamakta, anlamakta, yorumlamaktadırlar. Bugüne kadar gelen, Maturidi, Eşari, Caferi İnanç biçimleri, inanç kurumları, bugün Müslümanların ayetleri anlamasında en büyük engel teşkil etmektedir.
Gördüğünüz gibi ayetlere aykırı davranışlar sergileyen, kurallar koyan yapılanmalar olmuştur. Bu yapılanmaların yönlendirdiği Müslümanların ayetleri anlamasından söz etmek zordur. Özellikle inanç konusunda bugüne gelen ikisi ehlisünnetin itikadı mezhebi, diğeri Caferi mezhebinin inanç yapısı olarak belirtilen yapının ayetleri anlamada ışık tutacağını düşünmek zordur.
Günümüzde, Müslümanların inanç yapılarını sadece bu mezhepler oluşturmamaktadır. Batıdan alınan, Hümanizmi, Laiklik anlayışları da artık Müslümanların inanç yapılarını oluşturmaktadır. Müslüman ülkelerde oluşan üniversiteler, bu üniversitelerde yetişen birçok Müslüman bilim adamı, inanç, düşünce yapılarına, batı düşüncelerini sokmuşlardır.
Müslümanların tefsir tarihinde oluşan İSRAİLİYAT KURUMU, yani Müslüman tefsircilerin, bazı ayetleri açıklamak için kaynak olarak Yahudi, Hıristiyan kaynaklarını kullanması, önümüze başka bir yapılanma çıkarmıştır. Resul döneminde, Müslümanlar ayetleri anlamak için Yahudi Hıristiyan kaynaklarına başvurmazken, sonraki dönemlerde, Müslümanlar ne yazık ki, Yahudi, Hıristiyan kaynaklarının etkisinden kurtulamamıştır. Özellikle geçmiş resul kıssalarının anlatımında ortaya konulan israiliyata dayalı açıklamalar, Allah’ın Müslümanlara örnek için gönderdiği resul kıssalarını örneklikten çıkarıp, fantastik hikâyelere dönüştürmüştür. Bugün tefsirlerimize, meallerimize kadar giren MUCİZE kelimesi, geçmiş resul kıssalarının mucizelerle anlatımı, İSRAİLİYATIN uzantısından başka değildir.
Kur’an-ı İSRAİLİYAT KURUMUNUN kaynaklarına göre anlamaya çalışmak, yorumlamak, tamamıyla ayetlerin dışına çıkmaktır. O nedenle, bugün Müslümanların anlayışlarında var olan İsrailiyat kaynaklı bilgilerin, ayetleri anlamada engel olduğunu görmek zorundayız. Özellikle geçmiş resuller hakkında gelen ayetler İsrailiyat kaynaklı bilgilerle anlaşıldığında, Allah’ın ayetlerde anlatmak istediği gerçekler rafa kaldırılmaktadır. Düşünün ki, Allah kitabında EHLİ KİTABI, yani Hıristiyan ve Yahudileri, kendilerine gönderilen ayetleri tahrif etmekle, kendilerine göre din üretmekle sorgularken, eleştirirken, Müslüman bilginlerin onların kaynağına başvurarak, ayetleri açıklamaya gitmeleri en büyük çelişkidir. Bu durum bir bakıma, Müslümanların ayetleri anlamak yola çıkmalarında, akıllarına, muhakemelerine, iradelerine kurşun sıkmaktır. Müslümanlar bu durumun vahametini anlayıp, israiliyat bilgilerinden kurtulmadıkça… İsrailiyatta bulamadıkları bilgiler karşısında, geçmişte Hinduizm’den, Şamanizm’den, Mecusilikten gelen kültürlere göre hareket etmedikçe, hiçbir yerde bulamazlarsa kendileri zanlarıyla uydurup yeni hikâyeler üretmedikçe, Müslümanlar Allah’ın ayetlerini anlayabileceklerdir. Aksi halde Müslümanların ayetleri anlayıp, hayatlarına geçirmeleri neredeyse imkânsızdır. Allah bu nedenle Müslümanları “atalar dinine” karşı uyarmaktadır. Atalar dini, yani geçmişten gelen dinler, ayetlerin anlaşılmasının önünde en büyük engeldir.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.