'Beyrut Kasabı'
1973 savaşlarındaki belirleyici tutumuyla birçok İsrailli için kahraman bir savaşçıydı Şaron. Fakat çoğu Filistinli için de ’Kasap’tı o; Beyrut’u işgal eden ve 1982’de Lübnan’da kurulan Sabra ve Şatilla mülteci kamplarındaki binlerce Filistinli sivilin ölümünden sorumlu olan kişiydi. Şaron, işgal altındaki topraklarda Yahudi yerleşimini destekliyordu. Fakat son uygulamalarından biri olan İsrail’in Gazze’den çekilmesi, birçok yandaşı arasında şok etkisi yarattı. Kısa bir süre sonra da art arda geçirdiği beyin kanamaları yüzünden girdiği komadan çıkamadı, kariyeri sona erdi.
Ariel Şaron’dan geriye ne kaldı peki?
Annesiz babasız, sakat, yanık bedenli çocuklar,
Evlat acısıyla her gün ölüp ölüp dirilen gözleri yaşlı anneler,
Harabeye dönmüş evler,
Kanlı topraklar,
Hiç tükenmeyecek bir öfke,
Atılan fosfor bombalarla kararmış olan kamu binaları,
İsimsiz mezarlar, (Vücudu paramparça olduğu için kim olduğu belli olmayan insanlar, birini kolu diğerinin mezarında, diğerinin başı onun mezarında. Bekliyorlar büyük kıyameti.)
Bir kız çocuğu:
‘’Ailemden herkes ölmüştü, ben ise sokaklarda paramparça olmuş cesetlere basarak koşuyordum. ‘Allah’ım beni affet’. Cesetleri çiğniyordum çünkü.’’
Bir erkek çocuğu:
‘’Kimse, hiç kimse yoktu. Ve kimse bize yardıma gelmiyordu. Babamı hatırlıyorum. Beraber limana gitmiştik bir keresinde. Allah, İsrail’i ve onu destekleyen Mısır’ı ve diğer ülkeleri kahretsin!’’
Diğer bir kız çocuğu somurtarak,
‘’Bilmiyorum hayat çok zor, gerçekten çok zor. İnsanlar ise kötü!’’ diyor kameraya. Ve yere çöküp elleriyle yüzünü kapatıyor. Annesi gelip kızını yerden kaldırıyor. ‘’Kızım hatırlayınca sokaklardaki cesetleri böyle oluyor’.’
Sakat bir adam:
‘’İçilebilir su bile yok. Hiçbir şey yok. Ama yaşamaya çalışıyoruz.’’
Yaşlı bir kadın:
‘’Allah onların belasını versin. Dini imanları yok.’’
Bir topluluk:
‘’En büyük Allah’tır. Ve biz ona sesleniyoruz… Ona cezasını ver!’’
Genç bir kadın mezar taşı yerine geçen tuğlayı öperek, ‘’Oğlum seni ziyarete geldim!’’ diyor.
Tüm bunlara rağmen hala ülkemizde bile çeşitli siyasi söylemlerin arkasına sığınarak İsrail’i savunan insanlar var. Ne olursa olsun, her zaman ezilenin yanında olman gerekmiyor muydu? İsrail’i destekleyenler arasında kimler yok ki ülkemizde: Milliyetçilerden, Ulusalcılardan, hatta Türk-İslamcıların içinden bile İsrail’i destekleyenler gördüm. Diğer taraftan Uludere katliamına maruz kalan insanların seçtikleri siyasiler bile İsrail taraftarı çıkıyor. Hem ezilen halklar diyeceksin hem de bu kadar önemli bir konuda fikrin bile olmayacak. Açıklamayacaksın. Ben BDP’den birinin çıkıp da Filistin meselesi hakkında konuştuğunu duymadım.
Namaz kılarız, bilmem kaç kere hacca gideriz. Filistin’e giden barış gönüllülerine laf atarız. Bir olay…
Rachel Corrie ABD vatandaşı barış gönüllüsüydü. Her zaman olması gereken yerdeydi. Hemen bir taksiye atladı ve Hay Esselam’a gitti. Parlak turuncu ceketini giydi, eline megafonunu aldı ve Nasrallah’ın evine doğru ilerleyen zırhlı buldozerin önüne dikildi. Yaklaşık yarım saat elindeki megafondan yıkımı durdurmaları için bağırdı İsrail askerlerine. Askerler önce uyarı ateşi açtılar. Ardından biber gazı ve ses bombaları geldi. Sonunda Caterpillar D9R marka zırhlı buldozer harekete geçti. Buldozer sürücüsünün dikkatini çekmek için bir toprak birikintisinin üzerine çıktı. Operatörle neredeyse göz göze geldiler. Ama operatör durmadı, saniyeler içinde onu 60 tonluk dev makineyle yuttu. Önce bacaklarını kırdı, daha sonra geri döndü; buldozerin kepçesini kaldırmadan bir kez daha üzerinden geçti.
Arkadaşları onu toprak yığınının altından çıkarttılar. Nacar Hastanesi’ne kaldırıldıktan 15 dakika sonra son nefesini verdi. ABD vatandaşı olması bile kar etmedi yani… Tarih: 16 Mart 2003.
YORUMLAR
“İş başına, iktidara geldikleri, dünya liderliğini ele geçirdikleri, Kurân’ı ve Kur’ân hükümlerini
engelleyerek, dünyayı, halkı istedikleri istikamette yönlendirdikleri zaman,
yeryüzünde, ülkelerde
fesadı yaymak, kadına ait değerleri, kazanç ve gelir düzenini bozmak;
tabiatı, toprağı tahrip edip ürün veremez hale getirmek;
ilmî araştırmaları, Kur’ân üzerinde çalışmayı, derinleşmeyi baltalamak;
nesillere hayat hakkı tanımamak,
tohumları, bitkileri, ürünleri bozma planları uygulamak;
gençleri mahvetmek için çalışırlar, koşuştururlar. Allah bozgunculuğu sevmez” (Bakara 205)
içinde bulunduğumuz üzücü durumlara anlatan ibretlik ayet... 1400 küsur yıl önceden beri yapılan ilahi uyarı...
gerçekten Allah'a inanlar bu uyarılara dikkat eder kula kulluk siyasete çıkarlara kulluk yapmaz paraya tapmaz.. zalimin güçlünün değil mazlumun masumların yanında yer alır...
dünya siyasetinin temelinde Aristo’nun İskender’e Öğüdü yatmakta..:)
“Büyük İskender, felsefenin duayeni sayılan Aristo’ya bir mektup yazar. “Zapt ettiğim topraklardaki insanları tahakkümüm altında tutabilmek için neler yapmalıyım?” diye görüş beyan eder;
1- Ülkenin ileri gelen insanlarını sürgüne mi göndereyim?
2- Ülkenin ileri gelen insanlarını hapse mi atayım?
3- Ülkenin ileri gelen insanlarını kılıçtan mı geçireyim?
Aristo’nun cevabı :
1- Sürgünde toplanıp sana karşı başkaldırırlar,
2- Hapishaneler militan yuvası olur, kontrolden çıkar,
3- Onlardan sonraki kuşak intikam hırsıyla büyür, tahtını sallar.
Çözüm olarak şu nasihati verir:
“İnsanların arasına nifak tohumları ekeceksin, birbirleriyle savaşınca hakem olarak kendini kabul ettireceksin, ama anlaşmaya giden bütün yolları tıkayacaksın. ”
Bugün Aristo’nun İskendere verdiği öğüt mantığıyla dünyanın yönetilmekte olduğu açıkça görülmekte…
içinde bulunduğumuz üzücü durumu
inançlarımızı ne kadar insani yaşadığımızı insani değerlerimizi sorgulayan sorgulatan düşündüren güzel bir yazı tebriklerim hayata kattığınız insancıl erdemli cümle güzelliklere iyi ki varsınız değerli yazar Cumali dost..
sevgi saygı selamlarımla..
ccelayir
Sorun daha büyüktü. İnanın anlamıyorum. Müslümanlar Yahudilere onları yapsaydı ortaya koymak gerekirdi. Bir Rachel olamadık. Elin 'gavuru' kadar olamadık.
Sabiha KÜÇÜKTÜFEKÇİ
"Vallahî, hırsızlığı sabit olan Mahzum kabilesinden Fatıma değil, kızım Fatıma bile olsa, ayrım yapmaz ve cezasını verirdim!" Hz Muhammed s.a.v
"Peygamberimiz döneminde, Mahzumoğulları kabilesine mensup soylu bir kadın hırsızlık yapmış ve suçu sabit olmuş, elinin kesilmesine karar verilmişti. Kadının kabilesinden olan bazı kişiler, kadının elinin kesilmemesi için Peygamberimize müracaat etmeye karar verirler. Ancak doğrudan ona bir şey söylemeye cesaret edemedikleri için, Peygamberimizin çok sevdiği, oğlu gibi gördüğü Zeyd b. Sabit’in oğlu Üsame’yi araya koyarlar. Sevgilinin sevgilisi ünvanına sahip olan Hz. Üsame, durumu peygamberimize arz eder. Olay karşısında Peygamberimizin tavrı çok sert ve nettir:
Sen kötülükleri önlemek üzere Allah’ın koymuş olduğu cezalardan bir cezanın affı hakkında mı benimle konuşuyorsun?!
Sizden önceki insanları helak eden, ancak, onların içlerinden şerefli ve soylu birisi hırsızlık ettiği zaman onu cezasız bırakmaları, içlerinden fakir ve zayıf biri hırsızlık edince de onun hakkında ceza uygulamaları idi.
Vallahî, hırsızlığı sabit olan Mahzum kabilesinden Fatıma değil, kızım Fatıma bile olsa, ayrım yapmaz ve cezasını verirdim!
Sonra da emretti, o kadının eli kesildi. Bunun üzerine, kadın güzelce tevbe etti ve evlendi de. "
(M. Asım Köksal, İslam Tarihi, VI/477-478)"
" Ashab’tan Abdurrahman bin Avf, Hazreti Ömer (r.a.) halife iken onu makamında ziyarete gelmişti, selâm verip müsait bir yere oturdu. Hz. Ömer kendisiyle hiç meşgul olmuyor hattâ selâmını bile almıyordu. Hayretle neticeyi beklerken, Hazreti Ömer, işini bitirdikten sonra yanan mumu söndürdü; aynı onun gibi başka bir mum yaktıktan sonra: «Ve aleyküm selâm» deyip selâmını aldı. Ve konuşmaya başladılar.
Abdurrahman bin Avf Hazretleri, Ömer (r.a.) Hazretlerine niçin o mumu söndürüp başkasını yaktıktan sonra kendisiyle meşgul olmaya başladığını sormuştu.
Hazreti Ömer (r.a.):
— Ya Abdurrahman, evvelki mum devletin hazinesinden alınmış mumdu. O yanarken şahsî işlerimle meşgul olsaydım Allah indinde mes’ul olurdum. Sizinle devlet işi konuşmıyacağımız için kendi cebimden almış olduğum mumu yaktım ondan sonra sizinle meşgul olmaya başladım, deyince Abdurrahman bin Avf Hazretlerinin gözleri yaşarmıştı.
Ellerini kaldırarak şöyle dua etti:
— Ya Rabbi! Hattab oğlu Ömer’i bizim başımızdan eksik etme! "
(Büyük Dînî Hikâyeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi, İstanbul, 1980)
Siyasiler ve iş adamlarına lafım yok,onlar çıkarlarını korudukları sürece mevcut durumlarını koruyabilirler;yani adice bile olsa bir amaç için kıvırtıyorlar.(yaptıklarını mazur göstermiyorum sadece çıkarları var!)
Peki sıradan insanlara ne demeli?
Kendi canı yanınca basar veryansını,kendi canı yanınca tek ona haksızlık yapılıyormuş gibi''Avazı çıktığı kadar bağırır'' başkasının canı yanınca ise kör,sağır ve dilsiz olurlar.
İnsan hakları denen meret sadece kendi canları yanınca gelir akıllarına.
Oysa ki insan hakları konusu dil,din,ırk,mezhep gözetmeksizin hassasiyetle ele almalıyız.
Ezilen kim olur ise olsun onun yanında olmalıyız!
Bu bizim insanlık derecemizi belirleyen ölçüdür.
Güzel bir konuya değindiniz,İnsanlığımızı gözden geçirmeliyiz.
Saygılarımla...