- 631 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Komünist Öküz
Sonbaharda gider ilkbaharda dönerdim. Sonbahar ayrılık, ilkbahar kavuşma mevsimiydi benim için. Sonbahar sarı, ilkbahar yeşildi. Her sonbahar gelişinde hüzünlere gömülüp solar, ilkbaharda sevinçler içinde yeniden yeşerirdim. Böyle sürüp gitmişti bu; sonbaharda gidip ilkbaharda gelerek, bir solup bir yeşererek...
Hep baharda dönerdim ya bu sefer bir kış günüydü. Gün gündüz değil, giderkenki gibi bir akşamüstü değil, gece miydi ne. Evet, bu sefer geceydi. Gökte ay vardı çünkü. Bükme kayalıklarının üstünde, donuk, ak mı ak, yuvarlak, kalaylı bir tepsi gibi. Şavkı yeryüzüne vuruyordu. Sanki gündüz yağmur varmış, akşam olunca dinmiş ve bulutlar gitmiş, çıkıp o gelmiş. Belki bulutlar gitmemiş, belki yağmur bitmemiş; çiy gibi hala çiseliyordu çok yükseklerdeki donmuşluktan.
Boşalmış ak bulutlar içinden ak ışıklar sızıyordu. Yer, gök, her yer, her şey gümüşi bir aklığın içindeydi. Gümüş gökyüzü küçük köyün üstünde donmuş gibi kıpırtısız duruyordu. Islak, çamurlu ve şıpırtılı yollara, kalaylı siniye benzeyen boş meydanlara çingene kiremitli evlerin, sap örtülü ahırların, samanlıkların, sivri külahlı ot yığınlarının, kümeslerin, köpek kulübelerinin soluk gölgeleri düşüyordu. Köy suskun mu suskun, ölü gibi, yabancı bir diyardaki yalnız bir yer gibi, düşman tarafından işgal edilmiş, insanlar ve hayvanlar kaçıp gitmiş, terk etmiş, öyle gibiydi. Ya da her şey ve herkes derin bir uykunun içindeydi ki bu ürkütücü bir suskunluktu.
Yol boyundaki beklemede inmiştim otobüsten. Soğuk hava zehirli yılan gibi ısırıyordu. Deli poyraz esiyordu. Istrancalar’ın kuzey tepesindeki koca daldan kopup geliyor, bekleme yanlarını yalayıp geçiyor, köy üstünden aşağılara, kısık göle doğru savrulup gidiyordu. O anda içme korkunç bir hüzün çökmüştü. Hâlbuki böyle mi olmalıydı? Oysa her yıl güz olunca giderdim ve giderken hüzünlenirdim. Mevsim bahar olunca dönerdim ve o zaman da sevinçler içine girerdim. Yani ayrılırken hüzünlenir, kavuşunca sevinirdim. Giderken solar gelince yeşerirdim. Şimdi dönüp köyüme gelmiştim. Dört ay sonra dağ başındaki köyüme, küçük köydeki fukara evime, sevdiklerime kavuşmak, yani hasreti bitirmek için gelmiştim de bu hüzün neyin nesiydi?
Yokuşu indim, ilk köprüyü geçip köy içine girdim. İn yok cin yok sokaklar boştu. Köpekler ürmüyor, insanlar uyumuş, Bacalarda tüten dumanlar soğuk havada asılıp kalıyordu.
Meydanı düz geçtim. Tahta köprüyü, buz tutmuş dereyi, koca serviyi ve demir kurnalı çeşmeyi…
Evimiz çeşmeden öte köyün batı yakasındaydı. Dar çeşme yamacını eskisi gibi bir koşuda çıktım. Yollarda su birikintileri vardı ve ay ışığında ağarıyorlardı. Donuk gibi ama donuk değildiler. Gölcüklü yolu yürüyüp ev yanına gittim, bahçe kapısına varınca durdum. Çeşme yamacını bir solukta çıkmıştım ya ondan mıdır ne nefesim sıklaşmış, kalp atışlarım hızlanmış, heyecanlanmıştım. Evim az yukarıda duruyor, dolunay ışıkları ak toprak boyalarına vuruyor, gecenin ıssız bir vaktinde tek ben, kimse yok ve ses yoktu, soluk yok...
Okul dönüşlerim hep böyle mi olurdu bilmem ama her gelişimde sarı tüylü köpeğim bahçe kapısının önünde kuyruk sallayarak, sevinçli gözlerle bekler olurdu. Şimdi o yok. Ne olmuş bilmiyordum. Çok yaşlı kedim nerede ise, o da yoktu…
Gidişimden sonra dört ay geçmiş. Dönüp gelmişim. Buralarda neyim vardı da gelmiştim? Kimlerim vardı ki? Anam vardı, babam vardı ilk önce. İki ablam, iki kardeşim, ihtiyar nenem vardı. Konu komşum, bir sürü arkadaşım, evim, barkım, ahırım, samanlığım, dağım, taşım, otum, ağacım… Bağım, bahçem vardı. Kirlenmemiş havam, soğuk sulu pınarlarım, balıklı derelerim, can veren güneşim… Sevincim, üzüntüm, her şeyim vardı. Sarıkulaklı köpeğim, tekir tüylü kedim, kırlangıcım, güvercinim, bülbülüm, yerdegezenim, suda yüzenim… Kınalı kuzum, alaca ineğim, düvem, tosunum… İki öküzüm vardı. Hele ki iki gözüm iki öküz! Onlar benim her şeyimdi. Birinin adı Moçka, öteki de Toska’ydı. Yaz günlerim onlarla bir başkaydı. Toska olanı ak tüylü ak gözlü, Moçka ise gök tüylü kara gözlüydü. Karagöz olan farklı bir öküzdü. Onlar öküz olmazdan önce iki küçüktü.
Çok eskiden, ikisi iki küçük tosunken, bizimkiler bir bahar günü onları sığıra göndermişlerdi. O zaman moçka; “ben gitmem...” demişti, “sığıra filan gitmem!” Bizimkiler ısrar etmişti. O inat etmiş; “gitmem.” demişti. Bizimkiler; “oğlum git.” dediler ona. Hem ısrar ettiler hem de ikna etmek istediler. “bak yaz bahar geldi. Bugün değilse yarın, yarın değilse öbür gün biz kırlara iş güç peşine gideriz. Sığıra gitmez evde kalırsan sana kim bakar? Bir tutam ot kim verir, kim bir yudum su içirir? Bak boyuna posuna koca adam oldun, git otla.” dediler. Ne dedilerse dediler, sanki Moçka’ya değil dağa taşa söylediler. Toksa, ağır başlı mülayim bir danaydı ama o, delibaşlı, asi yapılıydı. Ben sığıra gitmem dedi de başka bir laf etmedi. Bizimkiler ısrar ettiler. Yalvardılar, yakardılar, çok dil döktüler. Ama o dinlemedi. Bizimkiler, bu iş insanlıkla olsun istediler ama olmadı o laftan anlamadı. Başka da çareleri kalmamıştı. Ama iyilikle ama kötülükle bu danalar sığıra yollanacaktı. Lamı cimi yok. Bu işin başka çözümü yok. Ya gidecekler, ya da evde kalıp aç, susuz ölecekler. Boş yere ölmenin ne gereği yok deyip iki küçüğü ineklerin yanına katıp sığıra yolladılar. Yolladılar yollamasına da doğrunun bu olduğunu deli Moçka’ya anlatamadılar.
Her sabah sığırtmaç cami duvarına çıkar, ağzını açar, avazı çıktığı kadar “Ooo…” lar. Sığırtmaç bağırıp sığırları çağırırken danalar da pekmez hane yanında yetiştirilip sürüye katılır, inekler, düvelerle beraber teslim edilirler; isteseler de istemeseler de sığıra karışırlardı. Fakat sürü tepeyi aşar aşmaz Moçka sığırtmacı aldatır, kaçıp eski bağlık bölgesine giderdi. Eski bağlık yasak bölge, oraya hayvan giremez ama o girer. Nasıl yapar, nasıl eder, sığırtmacı ekip tüyer, illaki yasak bölgeye gider. Yasak bölgedeki otun kralını otlayıp işkembeyi şişirir, akşam olmadan daha eve gelir ama korucu da görüp sığırtmaca ceza keserdi. Üç gün, beş gün, yedi gün… Böyle günlerce sürüp gitti.
Sığırtmaç aksak topal sopasıyla yasak bölgeye geldi bu yüzden. O kaçtı. O kaçtı, sığırtmaç kovaladı; tutulmadı. Korucu gördü. O kovaladı, o kaçtı; tutulmadı. Ne yaptılar ne ettilerse olmadı, kimseler tutamadı.
Bir gün sığırtmaç geldi; “olmaz Halil aga, olmaz!” dedi babama, “ben böyle deli, ben böyle asi, ben böyle aksi, hem de kurnaz bir hayvan ömrümde görmedim. Dünyada eşi bezeri yok. Bugün beş kişi gittik. Takip ettik, ta kale kayalıklarına kadar. Üç kere yeltendi ama beceremedi. Öyle göz hapsine aldık ki, ne zaman gözü patlatıp kulağı kısıp kaçmaya kalksa ensesinde bittik. Son olarak kale sırtında denedi. Sen misin kaçmak isteyen, sen misin ceza ödeten, nedir bu çektiğimiz dedik. El âlemin hayvanları hayvan da sen nesin ulan? Bıktık senden ulan! Usandık. Beşimiz bir olup etrafını sardık, sonra da kayalıklar arasındaki oyuğa sıkıştırdık. Ver sopayı, ver sopayı, ver… Dövdük Allah dövdük. Sırtı, kaba yerleri, kıçı, budu, her yanı şişti, kabardı. Öl geber ulan dedik. Ölmedi. Ölmedi ya artık aklı başına gelmiştir, uslanmıştır, kaçmaz, kaçamaz dedik. Dayağı yiyince gidip sığırın içine girdi, burnunu yere indirip ot yedi. İşte böyle ol dedik. Sen de hayvan gibi hayvan ol canımızı ye dedik. Biz de koca meşenin gölgesine çöküp yemek yedik. Yemek yedik, sadece o kadar. Bir ara gözümüz kaçmış, aklımıza gelince baktık ki seninki ortalıkta yok. Gene3 tüymüş. Breh ulan! Sonra geldim sana. Durum bundan ibarettir Halil aga! Git bak, şimdi gene eski bağlıktadır. Her gün her gün ceza ödemekten bıktım ben. Git dananı bul, al, ne yaparsan yap. Alır ayrı mı güdersin, kesip etini mi yersin, ya da yağlı kurşunla deli beynini mi delersin bilmem artık.” dedi.
Babam çok kızmıştı. Öyle ya, ne bu be! Bu kadarı da fazla değil mi? Sonunda bir dana, şeytan değil ki bu! Yumurta kadar hayvanı nasıl güdemezler, nasıl yola getiremezler?
“Tamam, tamam, kes!” dedi sığırtmaca. O sinirle eve girdi, silahını aldı ve gitti. Baktı ki kara gözlü dana eski bağlık mıntıkasında, ayvalı çayırda. Çayırın otu diz boyu, o yasak çayırda otluyor.
“Ben sana gösteririm!” dedi babam, “gösteririm anyayı Konya’yı! Gösteririm yasak çayırda otlamayı! Aksi olmayı, asi olmayı, sahip dinlemez, kanun bilmez, boyun eğmez olmayı! Anarşist pezevenk!”
Dedi ama kendi söyledi kendi dinledi. Dana üç yüz metre öteden görmüştü onu. Yanına, yakınına insan mı sokar? Çünkü güçlü içgüdüleri vardı. İçgüdüleri fıtratında vardı ve tehlikeyi hemen anlardı. Gene anlamıştı. Kendi çayır içinde, ayakları ot içinde, ağzındakini yuvarlamadı, başını kaldırmadı, anladığını çaktırmadı, bir kulağı önde, diğeri geride, gözlerini patlatıp pusuya yattı. Tehlike var!
Tehlike sahibiydi. Sahip nedense çok kızmış elinde silah vardı. Eli silahlı biri kızgınsa durulur mu? Vın… Kim tutar beni!
Babam sözde baş edecek, onu adam edecek, kandırıp sığıra götürecek, teslim edip baş eğdirtecek, özür diletecekti. Ama nerde! Sığıra gitmek kim, baş eğmek kim! Kaç babam, koş babam, kovala babam. O kaçtı, babam kovaladı. Pes etmedi, imana gelmedi; o değil ama babam bitip tükendi. Bacakları kesildi, yürüyemez hale geldi. Vay anasını ulan! Sığıra gitmeyen, sığırtmaca baş eğmeyen, sahibini dinlemeyen bu anarşisti öldürmeliydi. Başka çare yok. Çünkü hak etmişti. İyi de nasıl? Bırak tutmayı yakınına bile sokulamıyordu ki! Çünkü babamın iki, onun dört bacağı vardı. Çünkü babam insan, o hayvandı. Nasıl tutsun? Hem o antrenmanlı, babamsa hamdı.
Bu mücadele sabahın gözünden akşamın körüne kadar sürüp gitmiş babamın demesine göre. Babam koşmuş, o koşmuş, babam durmuş, o durmuş. Yani dana anasının gözü, kurnaz mı kurnazmış. O kurnazmış ama babamın da silahı varmış. Durunca silahı omzuna dayamış; gez, göz, arpacık deyip nişan almış ve tetiğe basmış. Güm! Silah patlamış, saçmalar vınlamış ama dana vurulmamış; kaçmış. Dana kaçmış, babam kovalamış. Kovalarken nişan almış, tetiğe basmış ama dana vurulmamış. Vay anasını ulan bu danada şeytan tüyü varmış! Babam yorgunluktan bitip tükenmiş. Bağırmış, çağırmış, sövmüş, saymış fayda etmemiş. Silah patlatmış, saçma vınlatmış, öldürememiş. Sonunda pes etmiş; danayı da dağı da terk etmiş.
“Anarşist!” demiş, “komünist!” demiş, “sizinle Avrupa’daki aç gözlü kapitalistler, Atlantik ötesindeki emperyalistler baş edemedi. Koca dünya baş edemedi! Osmanlı bile baş edemedi ki ben nasıl baş edeyim? Faşistler astı, kesti bitiremedi. Asmakla kesmekle soy mu biter? Bitmez. Ben niye öldüreyim? Vazgeçtim. Ben faşist miyim? Hem, dana benim kime ne? Sığırtmacın gazabı niye? İster köle gibi güderim, ister azat ederim; keyif benim, kime ne?” deyip eve gelmiş. Dana da, “inadım inat, gitmem de gitmem!” deyip iki biçilmiş. “Sopa gölgesinde sığıra gitmem. Sığır gibi güdülmem. Kendimi iki ayaklılara ezdirmem. Kimseye de boyun eğmem. Babama bile…” başka da bir şey dememiş. Vay ansını!
Babam o gün onu öldürmek istemişti ya sonrasında çok pişman olmuştu. İyi ki vurmadım deyip deyip üflemiş, püflemiş, içini çekmiş, vay anasını demiş, yanlış bir iş yapmadığı için şükretmişti. Kaçtı da vuramadım, aferin tosunuma deyip karagözlüyü sevmiş, kendisini teselli etmişti. Haylaz bir sığırtmaca sinirlenip de gül gibi dana öldürülür mü? Hayret bir şey! Çünkü onu besleyip büyütecek, Toska’yla eş edecek, ikisini iki öküz edecekti. İki öküz. Onlarla toprağı sürüp ekecek, dağdan odun çekecek, harman dövecek, her işini onlarla görecek, onlar sayesinde rızk edinecek ve bizi de böyle büyütecekti. Kızlara çeyiz düzüp everecek, kimimizi okutup adam edecekti. Vay anasını! İyi ki öldürmemiş, iyi ki pire için yorgan yakmamıştı…
Sonra ne oldu? Yani o günkü ölüm kalım savaşından sonra. Gün kavuştu akşam oldu, dana evi buldu.
Sonra ne oldu? Yani o günden sonra. Dana sığır avlusuna yatıp uyudu. Sonra sabah oldu. Ve babamın bana; “kalk oğlum…” dediği duyuldu, “bu ikisi senin. Al götür, gezdir. Ot yedir, su içir, sonra getir. Çiçek gibi iki tosun sığıra mı gönderilir?” Doğru söze ne denir? İyisi, güzeli böylesiydi. Onlar güzel beslenip güzel yetiştirilecek, terbiyeli öküz edileceklerdi. Kesilip etlerinden kıyma çekilmeyecekti ki!
O günden sonra onlar benim oldu, ben de onların olmuştum. Üçümüz çok iyi dost olmuştuk. Deli dana mı? Yani Moçka? O bir melek olmuştu. Birlikte gezdik, birlikte eğlendik, en güzel yer neresidir, en serin yer neresidir, en vitaminli otlar nerededir birlikte belirledik. Susuzluğu birlikte çektik. Kan emici sineklerle birlikte mücadele ettik. Sağanaklarda ıslandık, sarı sıcaklarda yandık. Yağmurdan kaçtık, sıcaktan kaçtık, yeşil yapraklı ağaçların altında saklandık, sarmaş dolaş yattık. Aynı gölden içtik, kandık. Aynı gölgede yatıp dinlendik, serinledik. Birbirimizin derdini dinledik. Konuştuk, sohbet ettik. Onlar iki öküz değil iki melekti. Benim için öyleydi.
Sonra büyüdüler. Onlar kadar olmasa da ben de büyümüştüm. Başlarını boyunduruğa sokup öküz oldular. Ben de ilkokulu bitirdim. Karagözlü olanı çiziye girdi, ak olan eşlik etti. Ben de ortaokula gittim. Karagöz buna hiç itiraz etmedi. Çiziye girmeye de okula gitmeme de… Çift sürdü, terledi. Harmana koştuk, dokuz saat dön ha dön döven çekti. Ağustos sıcaklarında terledi, karasinekler göz nurunu içti. Başı döndü, bunaldı, yoruldu ama bir kere olsun şikâyetçi olmadı. Şikâyet etmedi, isyan etmedi, alın teriyle kazanmanın değerini bildi. Dağlardan odun getirdi. Araba ağırsa, yol yokuşsa diz çöküp yükü öyle çekti. Ayağındaki nal düştü de yenisini istemedi. Taşlar tırnağımı kırdı, dikenler etimi deldi, bana nal takın demedi. Senelerce. Hadi tosunum şimdi iş zamanı dediğimizde başını boyunduruğa kendisi soktu. Koşulmak istemem demedi. Çalışmazsak aç kalacağımızı bildi. Ensesi nasır tuttu ama itiraz etmedi. Çünkü birlikte çalışacak, birlikte kazanacak ve beraber yiyecektik. Birlikten kuvvet doğar olduğunu çok iyi bildi. Çünkü o, üçkâğıtçı değil emekçiydi.
Biz böyle büyümüştük. Emekçiydik, şimdi kapitalist olacak halimiz yok ya!
Bahçe kapısındaydım. Geceydi. Gece gümüşi bir aydınlığın içindeydi ama soğuktu ve zehir gibi yakıyordu. Sağ tarafta sığır avlusu, ötesinde ahır vardı. Avlunun kuzeyinde yukarıdan aşağıya uzanan samanlığa benzer yarı açık bir korunak vardı. Korunağın ağaçları kambur söğüt, örtüsü de çavdar sapındandı. Eskimiş saplar sarılığını ve parlaklığını yitirip kahverengileşmiş. Korunak yıkık döküktü ama gene de poyrazı kesiyor; altını, önünü siperleyip hayvanlara kuytuluk ediyordu.
Aklıma önce o geldi. Baktım altı ıslak mı diye. Kuruydu. Başımdaki kasketi çıkarıp dinledim; poyrazı kesiyordu. Toksa, dayamanın altında, kıvrılıp yatmış, başı karnında, ağzını oynatarak sakız çiğniyordu.
Gündüz yağmur yağmış. Belki hala çiseliyor. Hava ayaz mı ayaz, bir de poyraz var; o kuytuda ıslanmamış ve üşümüyordu. Yani keyfi yerinde… Hemen arkasında küçük bir buzağı vardı. Kınalı tüylü, çakal alınlı, ak gözlü; o da ıslanmamış, o da üşümemiş, ayakta sakız çiğniyordu. Onun keyfi de yerinde. Alacalı inek de kuytu yerde, keyfi onun da yerinde.
Sonra karagözü gördüm. Dayamanın ön direğinde kalın bir iple bağlı, açıkta, ıslanmış, ayaktaydı ve üşüyordu. Başı eğik, kuyruğu apışında, büzüşmüş, hayret edilecek kadar zayıf ve yaşlanmış. Şaşırdım. “Allah, Allah!” dedim. “Tuhaf!” Sonra biraz düşündüm de “herhalde…” dedim. “Mevsim yaz değil ve hava sıcak değil. Gece olmuş, hava soğumuş. Küçük aydayız. Belki de Ocak sonu. Şubat ayındayız ama sığırlar avluda? Çok tuhaf. Herhalde akşamdan bağladılar. O zaman mevsim yazdı. Şubatta değil Mayıs’taydı. Hava iyiydi yani. Kırdan gelip yattılar. İyi de hepsi boş, karagözlü öküzü neden bağladılar?”
Yaz günleri avlu içinde serbest olurlardı da...
“Sonra gece oldu ve yağmur yağdı. Yağmurdan sonra hava soğudu ve ayaz oldu. Yani yaz bitti, kış oldu. Allah, Allah! Neyse, bizimkiler yatıp uyudu diyelim. Zaman bir gecede dokuz ay ötelediği için yaz bitip kış geldi. Garibim öküz de bağlı kaldığından ne korunak altına ne de ahıra kaçamadı. Vay anasını!” Neyse, ben bu düşünceyle kapıyı açıp avluya girdim. Hele bakayım bu neyin nesidir? Sığırların hepsi salma ama Moçka bağlı, bu nasıl bir iştir? Bir de ne göreyim; başından bağlı olduğu yetmezmiş gibi ayaklarından da zincirliydi. Hem de kalın araba zinciriyle. Allah Allah, hayırdır inşallah!
“Hayrola…” dedim, “bu hal ne? Oğlum bu halin ne böyle?”
Suçlu gibiydi. Üşümüş, büzüşmüş, başı eğik, bakışları yerde, sinmiş, sindirilmiş gibi. Cevap vermedi. Telaşlandım. Aslında endişelendim, korktum, tedirgin oldum. Sonra diğerlerine baktım; “siz ne diyorsunuz bu işe” dercesine. Anladılar, onlar da başlarını eğdiler, cevap vermediler. Sanki bir şeyden veya birisinden korkuyor, bu yüzden susuyor, öyle bir halleri vardı. Tekrar karagöze baktım. Israr ettim; “anlatsana arkadaşım ne oldu böyle?”
“Sorma…” dedi, başını kaldırmadan.
“Ne demek sorma? Buraya dikmişler seni, başın bağlı, ayakların prangalı. Yağmur, çamur. Üstün açık, altın ıslak. Üstelik ayaz! Kuytuda bile değilsin ki ne demek sorma?”
Başına gidip çömeldim; “dur…” dedim, “seni çözeyim. Islanmışsın. su gibisin. Üşümüşsün iyice…” derken sert ve ürkütücü bir sesle irkildim.
“Bırak! Bırak onu, çözme!”
Sesten yana baktım. Üst taraftaki bahçede, meyve fidanları arasında birisi vardı. Uzun boylu, kalıplı, sarı çizmeli, abalı birisi. Ağzında pipo vardı. Mavi dumanları donuk havaya tüttürüyordu. Elinde kamçı, çizmelerine vura vura öttürtüyordu. Kaşları çatık, yüzü asıktı. Gözleri kanlı, bakışları katıydı; donup kaldım. Hangi zaman dilimindeydim ve neredeydim ben? Bu bir ağa! Bahçedeki adam resmen ağaydı. Marabalı ağa! Bu bir ağa iyi de ses aynı babamın sesi! Adam babam. Ağa adam babamdı. Ay ışığında iyi seçemiyordum. Bu sinirli, acımasız, gaddar adam sesiyle babama benziyordu ama şekliyle hiç benzemiyordu. Benim babam ağa değil ki, gariban. Bağı var bahçesi yok, toprağı var tezeği yok. Evi var, kiremidi yok. Çok şeyi yok. Zengin değil ki, cebi delik onun. Bu ağa babam değil. Olmaz. Benim babam gaddar değil, acımasız değil ki! Olmaz, olamaz.
İyi de kimdi bu adam?
“Neden?” dedim ona, “öküzün başını neden bağladınız? Ayaklarını neden prangaladınız? Salıvermemi neden istemiyorsunuz?”
“Cezalı…” dedi ağa adam, “o cezalı. Çünkü komünistlik etti. Cezalandırdım onu. Çek git işine! Çekil, sakın çözme!”
Karagöz komünistmiş. Bu yüzden cezalıymış. Vay anasını!
Neler oluyor der gibi karagöze baktım. Ak gözlü öküze, kınalı tüylü buzağıya, alaca düveye, gök ineğe baktım. Hepsi boynu büküktü. Suçlu gibi başları yerde, korkmuş, sinmiş; bir şey söylemediler. Ağa da söylemedi. Sarı çizmelerini kırbaçlayarak yukarıya, dutlara doğru yürüyüp gitti. Öylece kalmışım, şaşkın, ne yapacağını bilemeden.
Olup bitenlere mana veremiyordum. Islanmış, dondurucu soğukta apaçık, üşümüş titreyen öküzün iplerini çözemiyor, zincirlerini kesemiyordum.
Sonra ne olduysa bilemedim. Ağa adam çizmelerini kamçılayıp ıslık çalarak gidince ahırın karanlık yerinden başka birisi çıktı. Başını eğip küçülmüş, sine sine gölge gibi yanımıza geldi. Aksakallı, uzun saçlı ihtiyar birisiydi. Ayakları çorapsız, çarıksız, sırtı yeleksiz, hırkasız, başı şapkasızdı. Karagöz onu görünce birden canlandı. Gözleri ışıladı, sevindi. Gelen bir umuttu sanki halinden öyle anlaşılıyordu. Geldiği gibi başı yularlı, ayağı prangalı öküzün boynuna sarıldı. O an nutkum tutuldu, donup kaldım. İhtiyar adam bendim sanki…
Az önceye kadar özlem doluydum. Şimdi içim buruk, hüzünlüydüm. Sevinip gülmem gerekirken ağlıyordum. Sonra kendime geldim.
“Bu da kim böyle?” dedim, “biri çıkar ağa kılıklı; bağırır, çağırır. Sonra bu gelir, boynuna sarılır. O kimdi, bu kim karagöz?”
Öküzden önce kınalı tüylü buzağı konuştu. Derviş görünüşlü yaşlı kişiyi görünce sevinmiş, onun da gözleri ışılıyordu. Bütün hayvanları sevince boğan bu ihtiyar adam kimdi acaba?
Küçük buzağı:
“Abi…” dedi bana, “bu adam Umut amca. Karagözü kurtaracak. O ağa var ya bu karagözü kovdu. Önce dövdü, sövdü. Kırbaçladı. Günlerce aç, susuz bıraktı. Kuyruğunu kesti sinekleri kovamasın diye. Kulaklarını deldi işietmesin diye. Diline acı biber sürdü çok konuşma sus diye. Türlü işkenceler yaptı, hıncını bir türlü alamadı. Sonra evden kovdu. Karagöze dedi ki, sen de onlarla birliksin. Sen de komünistsin, hepinize ölüm dedi. Abi, ağa adamlar kendisine karşı gelene hiç acımıyor.”
“Ama ağa dediğiniz o adam benim babam!” dedim.
“Değil!” dedi bütün hayvanlar hep bir ağızdan, “değil, değil! Baban değil. Senin yanlışın var. Ağa o, ağa! Senin baban ağa mı? Değil. Senin baban gariban… Ceketi eski, cebi delik. Senin baban çizmesiz… Senin baban zayıf, çelimsiz… Senin babanın kaç tarlası var? Kaç tane marabası? Yok… Senin baban ağa mı? Yok… Senin babanı atı var mı? Kamçısı, kırbacı? Yok... Senin baban gaddar mı, acımasız mı? Fakir, fukara halinden anlamaz mı? Senin babanın sarma içer, piposu var mı? Yok… Senin baban yok oğlu yok. Parası yok, pulu yok. Ağaların parası çok... Parası çok ama vicdanları yok. Senin baban… O adam ağa abi, baban değil! Yanlışın var. Senin baban ağa mı? Arkasında ağası var mı? O ağanın da ağası varmış abi! Burada varmış, Atlantik ötesinde de ağasının ağası varmış. Haberin yok mu abi? Başka çare yok, başka çare yok! Ağa zengin, ağası ondan zengin. Hele ağasının ağası Karun kadar zengin… Zenginler güçlüdür abi, fakirler güçsüz. Başka çare yok. Hiç yok. Susmaktan, boyun eğmekten başka çare yok.”
“Var!” dedi ihtiyar adam, “çare var, başka çareler de var!”
Yılgın değil kızgındı. Yalınayaklarını yere vurdu. Sinirli, öfkeli. Karagözlü öküze de bağırdı. “Kopar ipini!” dedi, “kır zincirini. Ne bu halin? Köle misin sen, esir misin? Ölümü bekler gibi veya ağanın merhametini… Ölüm mü çare, ağanın merhameti mi? Ölüm neye çare salak öküz? Ruhun eridikten, etin çürüdükten sonra? Ağa ibnesi merhamet etse ne olacak? Kim güvenir ona? İki gün doyursa üç gün aç bırakacak. Yalan mı? Azıcık doyurdum dese susuz bırakacak. Yalan mı? Yarım tas su içirdiyse peşinden aç bırakacak. Ağalığın ne olduğunu hala öğrenemedin mi? Ot vermedin, su içirmedin deyip karşı mı geleceksin? Gelsen ne olacak? Gene komünistlik ettin diyecek, gene esir edecek, zincirleyecek. Köleliği kabullen diyecek. Etmezsen ne olacak? Gene falaka, gene sopa, gene… Veya mezbaha…”
Eğildi, saniye beklemeden, hiç tereddüt etmeden komünist öküzün zincirlerini kopardı. Yırtık pırtık, yalınayak, darmadağın, ak saçlı, aksakallı ihtiyar adamın elleri kerpeten gibiydi. Zincirleri kırıp kopardı, yuları çıkarıp attı, öküzü saldı.
“Hadi, git.” dedi, “durma, kaç git. Saldım. Azat ettim seni. Kaç kurtul. Bir gün geri gelirsin. Güçlenmiş olarak. Bizi de kurtarırsın.”
Başıboş kalınca komünist öküz çok sevindi. Umut amcanın boynuna sarıldı, öptü. Sonra elini öptü. “peki, umut dede…” dedi. Ona abi demedi. “Tamam. Bir gün gelirim. Belki de güçlenip gelirim. Söz, güçlenip de gelirim. O zaman sizi de kurtarırım. Güçsüzlere özgürlük yok mu?”
Koşup gitti. Koşarken gördüm ayaklarındaki nalları bile eksikti.
“Karagözüm dur bekle! Beni de bekle. Helalleşelim…” Duymadı. Ben de peşinden koştum. “Böyle ayrılmak mı olur? Olur mu karagözüm?”
O koştu, ben koştum. O önde, ben peşinde. Koştukta koştuk. Mezarlık yanına kadar çamurlu bir yolda hep koştuk. Sonra sesimi duydu ve durdu. Gördüm, burun deliklerinden yalımlar çıkıyordu.
“Nereye karagöz, nereye? Böyle arkana bile bakmadan nereye?”
“Batıya…” dedi. Sık soluk içindeydi.
“Ama bu yol doğuya gider!”
“Biliyorum...” dedi, “önce acık dağına gitmeliyim. Orada iki kardeşim var, acılar içinde. Onları da almalıyım. Benden başka kimseleri yok ki! Sonra döner batıya giderim.”
“Neden batıya?”
“Orada demokrasi varmış. Hak, hukuk, adalet varmış. Ve özgürlük…” dedi.
“Nerden biliyorsun?”
“Varmış, bilmiyorum. Umut dedem söyledi. Öyle dedi. Sınırı geç sonra korkma dedi. Sınır ötesine geçersen ağa bişey yapamaz. Orada hükmü yok, sana karışamaz dedi. Başka çare yok. Denemeliyim abi, anla beni!”
“Tamam öyleyse. Benden bir isteğin var mı?”
“Yok abi. Sağ ol.” dedi.
“Kardeşlerini de al. Onları acık dağında bırakma. Sınırı sağ salim geçerseniz haber et bilelim. Gittiğiniz yerde ne haldesiniz, mektup yaz bilelim. Birlikte az günlerimiz geçmedi, merak etmeyelim.”
Boynuma sarıldı. Ağlıyordu. Soğuk gözyaşları yüzümü ıslatıyordu. Gitmek zordu, biliyordum. Kalmak daha da zor, onu da biliyordum.
“Hakkını helal et abi!” dedi.
“Helal olsun kardeşim!” dedim, “anamın ak sütü gibi. Sen de helal et!”
“Belki bir gün dönerim. Senin döndüğün gibi.” dedi, “belli mi olur? Belki bozuk düzen değişir, belki her şey güzelleşir. Yine kavuşuruz belli mi olur? Küçüktük büyüdük abi! Büyüyünce dertler de büyüdü. Öyle değil mi? Ama umut bitmez. Umut bitince hayat da bitermiş, öyle değil mi? Belki… Belli mi olur? Belki dönerim, belli mi olur? Senin döndüğün gibi... Döndüğümde burada kalırız. Hep birlikte… Çocuklar gibi güler, çocuklar gibi oynarız. Hep birlikte, çocukluğumuzdaki gibi… Belli mi olur?”
Sonra gitti. Gideli yirmi yıl oldu. Belki otuz, belki kırk. Ona ne oldu, kardeşlerine ne oldu bilmiyorum. Acaba kurtuldu mu? Yoksa sınırda vuruldu mu; bilmiyorum. Giderken hep, “belli mi olur,” diyordu, “belli mi olur abi, belli mi olur?”
LaTekmen Nisan/1987/Lüleburgaz
YORUMLAR
1980 öncesinde sandım bir ara kendimi.
O yılların gözde söylemleri böyleydi.
Bir Komünizm hayranlığı vardı ki, sorma gitsin.
S.S.C.B., cennetin diğer adıydı.
Ve,
bu görüşü savunmayan, sempati ile bakmayan herkes faşistti.
Sonra,
gün oldu, devran döndü,
o kutsal ideoloji balon gibi söndü.
Şimdilerde,
nostaljisi yaşanıyor sadece.
Şu anda Azerbaycan'da yaşıyorum ben.
Daha önceleri Gürcistan'da da bulundum.
Komünist rejimin rezaletlerini çok iyi biliyorum.
Bu yazı,
gerçekten çok hoş kaleme alınmış.
Ve,
konusu hoş bir tebessümü taşıdı dudaklarıma.
Tevfik Tekmen
Çok teşekkür ediyorum, önce lütfedip okuduğunuz için sonra hoş yorumunuz için...