- 690 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
Sol Elinin Yaptığı
Astoria kafe hemen hemen boştu: Sokağa bakan camekanın önünde bir çift oturuyordu; o kadar. Alışkanlık üzeri eskiden oturduğum yere yöneldim. Çok geçmeden garson masama geldi:
‘’Oturmak için size yer gösterilmesini beklemeliydiniz.’’
Dönüp kafenin geri kalanına baktım.
‘’Kafama göre davrandığım için kaos yaratmadım umarım.’’
Haklı olmamın verdiği memnuniyetsizlikle sordu:
‘’Ne alırdınız?’’
‘’Ebony yok mu?’’
Beni her zaman Ebony karşılardı. Günün hangi vakti geleceğimi bilir, ben gelene kadar masamı ‘rezerve’ tutardı.
‘’Ayrıldı, oldu bayağı. Yoksa sen de onun ‘hayran’larından mısın?’’
‘’Yok, sadece müşterisiydim.’’
‘’Diğerleri de aynen böyle söyledi.’’
Aksanından ülkenin orta batısından, mısır tarlalarının kucağından geldiğini tahmin ettiğim garsonun yüzünde sevimsiz bir sırıtma vardı. Tartışmaya girip, onu daha fazla üzerime bulaştırmak istemedim.
‘’Bana kahve getirir misiniz? Sade olsun.’’
‘’O kadar mı?’’
Ebony’e ne istediğimi bir kere, sekiz yıl önce ilk geldiğimde söylemiştim. O günden sonra her seferinde bana sormadan siparişimi getirmişti. Buna ise (Adı yaka kartında yazıyordu ama inadımdan oraya bakmadım) kahve dışında bir şey söyleyip de hesabımı, dolayısı ile vereceğim bahşişi kabartmak istemiyordum.
‘’O kadar...’’
Kös kös gitti. Çantamdan kitabımı çıkarıp masanın üzerine koydum. Bir süre karşımdaki boş sandalyeyi seyrettim. Sıkılınca da kitabı açtım. Bir kaç cümle sonra kahvem geldi, başımı kaldırmadım. Bir süre okudum. Her ne kadar kitap Püritenlerle Quakerlerin farkları üzerineyse de dikkatimi toplayamıyordum. Sonunda dayanamayıp camdan dışarıyı seyretmeye başladım.
Noel arifesiydi. Düne kadar dolu olan kaldırımlarda pek insan yoktu. Şehirdekilerin bir bölümü ailelerinin yanına gitmişti. Kalanlar ise bugün olan arife tatilini evde hazırlık yaparak geçiriyor olmalıydılar. Yıllardır metro girişini mesken edinen dilenci, hani şu elinde tuttuğu kartona ‘’Para verirseniz kabulüm, bira verseniz kulunuzum’’ yazan, ortalıklarda gözükmüyordu. Tek tük geçenler hızlı hızlı yürüyor, New York’un öldürücü ayazında bir an önce kapalı yerlere varmaya çalışıyorlardı.
Benim ise acelem yoktu. İki sene önce terkettiğim New York’a Noel için geri dönmüş, tanıdıklara rastlamayı ummuş ama hepsini ya tatil için, ya da temelli başka yerlere göçmüş bulmuştum. Kimsenin evine davetli değildim. Akşam yemeğini eğer açık bir yer bulabilirsem orada yiyecektim; bulamazsam da Mac’in Yeri’nden aldığım hamburgerlerle açlığımı giderecektim.
İnsanların arasına karışmak için bir kilise ayinine gidip gitmemeyi düşündüm ama dini törene katılmaktan çok, çocuk müsameresi seyredeceğimi bildiğim için vazgeçtim. Zaten kıyafetim de uygun değildi. Nedense birilerine rastlayacağımı umut ediyordum. Bunun boş bir umut olduğunun farkındaydım. Belki havaalanına geri dönebilir, sanki birini karşılayacakmış gibi davranabilirdim. Ya da gidenler arasına karışır, pasaport kontrolün önünden son dakikada bir şey unutmuşum gibi kaçabilirdim. Kimbilir, yurtdışına çıkan bir tanıdığa bile denk gelebilirdim. Ama bunları da yapmaktan vazgeçtim.
Sevimsiz garsonuma hesabı getirmesini işaret ettim; o da fazla bekletmeden pusulayı önüme koydu. Ebony’nin pusulalarında, arada sırada mesajlar olurdu: ‘’Alan Shephard ilk değildi!’’ ya da ‘’Çay içilen ülkelerde güneş daha erken doğuyor.’’ gibi. Bu sefer ise herhangi bir mesaj yoktu; iyi de oldu. Hesabı ödedim. Adet üzeri yüzde on beşlik bahşişi ekleyip, kalktım.
Rüzgar neredeyse yüzümü yaktı. Yakalarımın arasına daha bir gömülüp, meydana doğru yürümeye başladım. Az ileride vitrinlere bakmakta olan bir kadın başını çevirdi, gözlerimi yakaladı. Tanımıyordum ya da hatırlamıyordum. O ise hatırlıyor gibiydi. Kısa bir tereddütten sonra bana doğru yöneldi. Karşı karşıya geldiğimizde ister istemez durmak zorunda kaldım.
‘’Siz Youssuf Buquet değil misiniz?’’
Eğer adım Fransızca söylenseydi, o isim ben olurdum.
‘’Hayır, ben Yusuf Büke’yim.’’
Sıyrılıp yoluma devam etmek istemiştim ama tekrar önüme geçti.
‘’Kusura bakmayın, yanlış telaffuz ettim. Kendimi affettirmek için size bir kahve ısmarlayabilir miyim?’’
...
Adımın gazetelerde ilk göründüğü günlerde yayıncım beni uyarmıştı:
‘’Artık tanınan bir simasın. Yabancıların ilgisinden sakın.’’
Çok geçmeden onun ne kadar haklı olduğunu anlamış, tanımadıklarımın alakasından uzak durmayı öğrenmiştim. Ama bugün o kural yüksekçe bir rafa kaldırıldı.
O kahve içiyordu, ben ise şarap söylemiştim. Tahminim aksine, alkol onu ürkütmemişti.
‘’Kendimi tanıtmama izin verin: Adım Marie-Therese Gicault. Noel tatili için New York’a gelmiştim, sizinle karşılaşmam büyük tesadüf oldu.’’
Yanıt vermedim. Ismarladığı şarap pek iyi değildi; biraz buna bozulmuştum.
‘’Kitaplarınızdan çok, sizinle yapılan röportajları okudum’’ dedi Marie-Therese. ‘’İlgimi çeken noktalar vardı.’’
‘’Ne gibi?’’
‘İlgi çekici nokta’dan hep korkmuşumdur çünkü devamında mutlaka bir eleştiri vardır. Katıksız övgü ise ‘... bayıldım.’ cümlesiyle başlar. Bunu her yazar bilir ya da eninde sonunda öğrenir.
‘’Fransa’nın Cezayir de yaptıklarını katı bir dille eleştiriyorsunuz...’’
‘’Bu konuda tek olduğumu sanmıyorum.’’
‘’Bir anlamda teksiniz çünkü olanların üzerinden yarım yüzyıl geçti. Daha ne kadar aynı konuyu sürdürmeyi düşünüyorsunuz?’’
‘’Ne kadar geçmesi gerekir ki yapılanları unutalım?’’
Kahve içmeyi bırakmıştı. Fincanın kenarlarındaki ruj izine gözüm takıldı. Ne kadar zamandır benzer bir durumu görmediğimi farkettim. New York’un dışındakiler ruj kullanmıyor muydu? Ya da ben uzun zamandır bir kadınla kahve içmemiş miydim? İkinci seçenek olmalıydı.
‘’Belirli bir süre söyleyemem ama artık o geçmişi gömmenin vakti geldi. Değil mi?’’
‘’Geçmişten ders aldığımız gün onu gömebiliriz. Demek ki ben o dersin henüz alındığını düşünmüyorum.’’
Sağ eli titriyordu. Solak bir kadının niye sağ eli titrer? Belki de şöyle sormalıydım:
Sağlak bir kadın niye sol eliyle kahve içer?
YORUMLAR
Yazı karakteri bana biraz ukala gibi geldi. Belki de çok bildiği, tanındığı veya günün akışına uygun stresli bir zamanda öyle kendi halinde bir şeyleri de sorguluyor kafasında, bir eşyanın yerini değiştirmiş gibi de huzursuz.
Neden böyle düşündüğümü sorarsanız öykü sonunda kafasına takılmaması gereken çok sıradan bir şeyi kendine sual edinmiş. Bu anlamda karakter iyi işlenmiş. Bilemiyorum belki kaçırdığım başka bir nokta var öyküde. Güzel.
İlhan Kemal
=> bir eşyanın yerini değiştirmiş gibi de huzursuz.
Bence gayet doğru bir gözlem. Her zaman ait olduğunu sandığı şehre geri döndüğünde kendisini dışlanmış buluyor
=> kafasına takılmaması gereken çok sıradan bir şeyi kendine sual edinmiş
Bu, genel huzursuzluğunun dışında bir noktaydı. Soruyu belki de daha vurgulu sormalıydım: Sinirden eli titreyen bir kadın o eliyle ne yapar? gibi.
Saygılarımla.