- 711 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
İNSAN'lığın Halatları Koparsa!.
İnsan olarak farklı bir yaratığız. Sabır, dayanıklılık, acı, hüzün, mutluluk ve ölümle muhasebe edilen insanoğlu en zor sınavlarda bile kendisi olabilmeyi, kendi ayakları üzerinde durabilmeyi başarabilen bir yaratık. Ruhunun o eşsiz ovalarında bir göl bulamadığı anlarda, o upuzun kıraç ovalarda bir tek yeşil ağaca rastlayamadığı zamanlarda ve dili damağına yapışsa da hep dayanıklılık üzerine yolculuk ettiği vakitlerde kendiyle kucaklaşmasını bilen, en zor kıyamet teorilerine bile kendisini hazırlayan bir deha.
Yaşamın getirileri genellikle parasal konulardaki değişkenlikle bağlantılı. İlk yaşama geliş, sonrasındaki üreme teorisi, ardından yeniden hayata yayılma ve ömrünü bir şekilde sürdürme. İnsana biçilen yaşam süresi bir anlamda kendi ortalamasının üzerine çıkamamış. Yaşamsal faktörler, çiftleşmedeki tutarsızlık ve doğa olaylarındaki çaresizlik insanı farklı kuşaklara göçe zorlamış, buna karşın inatla kendi ekseninde dönen küre yine de insanın üremesine, çoğalıp kuşağını yırtmasına ve yeryüzünü donatmasına vesile olmuş, sözünü ettiğimiz olumsuzluklar bile insanoğlunun şu günlere gelebilmesine engel olamamış.
İŞTE İNSANIN TARİHÇESİ
İnsanın bu süreçlerden geçerken türünün geneline zarar veren sıcaklık, soğukluk, sel, deprem, kuraklık, veba, kolera, toprak kayması, yıkım ve acı savaşlar gibi ve yine genele yaygın olmayan musibetlerin ve bu belaların asırlarca yıkımlara, yokluklara dönüşmesini göz ardı edemeyiz. Hatta çok fazla boyutlarda düşünüp bin kişiden dokuz yüz doksan dokuz kişinin bu afetlerde kayba uğradığını düşünürsek, yüz yıl boyunca bin kişiden sadece bir kişinin kaldığı sonucuna varırız. Yani üreme faktörü her yüz yılda iki kişiye sadece bir kişi ekleyebiliyor. Bu da binde birlik bir nüfus artışı demektir. Sonra ilk bulduğumuz bu farazi sayıyı bu oranla yedi bin yıla (yetmiş yüzyıla) yaydığımızda iki buçuk milyar tutarında bir rakam elde ederiz. Bu da milletler arası istatistiklerine göre günümüzün dünya nüfusuna denktir.
Bu aklî değerlendirmeler, insanın dünyadaki ömrüne ilişkin görüşü teyit ediyor. Fakat jeoloji bilginleri insanın yeryüzündeki ömrünün milyonlarca yıldan fazla olduğunu söylüyorlar. Onlar beş yüz yıl öncesine ait olduğunu söyledikleri insan fosilleri, insan cesetleri ve kalıntılar bulmuşlardır. Bu onların görüşüdür. Fakat fosilleri bulunan eski milletler ile bu neslin ataları arasında kesintisiz bir bağlantının olduğuna dair insanı tatmin edici ve inandırıcı deliller gösteremiyorlar. Çünkü, insan türü yeryüzünde belirmiş, çoğalmış, yaşamış, sonra toptan yok olmuş, sonra tekrar ortaya çıkıp arkasından yok olmuş ve bu süreç bir kaç dönem tekrarlanmış ve bizim neslimiz bu dönemlerin sonuncusu olmuş olabilir.
Şöyle denilmiştir: Bilindiği gibi, insanlar deri rengi bakımından dört ana guruba ayrılırlar. Asya’daki ve Avrupa’daki ılıman iklimli yörelerin insanları beyaz, güney Afrika yöresinin insanları siyah, Çin’de ve Japonya’da yaşayan insanların renkleri sarı ve Amerika’da yaşayan Hinduların deri rengi kızıldır. Bu deri renginde görülen farklılık, her rengi taşıyan insan neslinin öbür rengi taşıyan insan neslinden farklı bir kaynağa dayanmasını gerektirir. Çünkü deri rengi farklılığı beraberinde kan yapısı farklığını taşır. Buna göre bütün insan fertlerinin kaynağını, dört renk için dört kaynak hesabı ile dört erkek ve eşten aşağıya düşürmek mümkün değildir. [Demek ki şimdiki kuşak, Hz. Âdem ve eşi olmak üzere iki kişiye dayandırılamaz.]
Bu görüş şöyle bir delille savunulabilir: Bilindiği gibi Amerikan kıtası keşfedildiğinde boş değildi, orada insanlar yaşıyorlardı. Bu insanlar doğu yarım küresinde yaşayan insanlardan kopuktu. Aralarında öyle büyük bir uzaklık vardı ki, bu uzaklığa rağmen bu iki insan neslinin aynı ana-babadan gelmede birleşmeleri ihtimali yoktur.
Fakat görüldüğü gibi bu iki delilin her ikisi de sakattır. Önce, deri rengi farklılığı ile kan yapısı farklılığı meydana geleceği iddiasını ele alalım. Günümüzün biyolojik araştırmaları canlı türlerinde tekâmülün geçerli olduğu faraziyesine dayanır. Bu faraziyeden hareket edilirse, kan yapısı ve bunun getirdiği deri rengi farklılığının bu türde tekâmül meydana gelmiş olmasına dayandırılmamasına nasıl güvenilebilir? Oysa biyoloji bilginleri at, koyun, fil gibi çok sayıda canlıda tekâmüller olduğunu kesin bir dille ileri sürmüşlerdir. İncelemeler ve çok sayıda jeolojik kalıntılar üzerinde yapılan araştırmalar bu tekâmül gerçeğini ortaya koyuyor. Üstelik günümüzde ilim adamları bu farklılığı o kadar önemli görmüyorlar.
Bütün bu bilgiler ışığında varoluş gerçeğimize ve bu dünyadan gidiş öykümüze kendimce kısa ve net bir açıklık getirerek yazımı noktalamak istiyorum. Bu sürekli kaynayan yaşam kazanında hangi ırktan ve hangi renkten olursak olalım öncelikli şiarımız İNSAN’ca yaşamak olmalıdır. Topraktan gelmişsek, mutlaka oraya gideceğiz felsefesi benim için kesin bir çizgi. Bu çizginin ekseninde günlük yaşam keşmekeşiyle mücadele etmek, onun çizdiği rotadan ilerlemek ve yaşayabilmek yolunda hep erdemli olabilmek birinci koşul.
Doğal afetler, örneğin bir deprem birkaç saniye içerisinde bir coğrafyayı yerle bir edebiliyorsa, bir sel, bir yanardağ patlaması gibi afetler bu coğrafyayı tuzla bir edebiliyorsa bir değil, birkaç kez düşünmeliyiz. Japonya’daki Tsunami faciasını izlemişsinizdir. Bir kentin yarım saat içerisinde ne hale geldiğini, insanların o doğa olayı karşısında ne kadar aciz ve çaresiz kaldıklarının resmi bana göre yaşamla ölüm arasındaki o incecik çizgiyle bağlantılı ve bizler yaşadığımız her anı gönlümüze nakşederek, o anlardan haz alarak bu süreci değerlendirmeliyiz.
Hayat, garip olaylarla ve anlaşılmaz devinimlerle gelip geçerken inanışlarımızı sorgulamalıyız öncelikli olarak. Her ırkın kendi yasası, inanışı, kitabı ve tabuları var. Aynı şekil ve yaratılışa sahip, farklı dilleri konuşsa da birbirini anlayabilen, birbirini yeri geldiğinde sevebilen, onunla birleşebilen insanoğlu farklı ırklara ve kültüre sahip olsa da bir bütünden koparılan parça kadar gerçek. O parça ki, hangi coğrafyada yaşarsa yaşasın, hangi iklimin insanı olursa olsun genel olarak oluşa geldiği kalıptan bir parça. Yukarıda sözünü ettiğim olaylar karşısında gücü oranında direnebilecek ve ömrü oranında hayatla ve ölümle kendini kıyaslayabilecek bir yaratık.
Öyleyse, birbiri peşi sıra eriyip yok olan bu ömür ekseninden kendine payeler ayırarak ve ömrüne ömür çağırarak yaşamalı İNSAN. Kendine önemsiz ayrıntıları dert etmeden, sağlık ve mutlulukla yaşamanın formüllerini hayatına geçirebilmeli ve o ayrıntılardan kapabildiği özle mutluluğun ve çok yaşamanın şifresini çözebilmeli.
Yaşamla ömür arasındaki o incecik çizgide sendelemeden yürüyebilmeniz ve hedefe varabilmeniz dileğimle…
Selahattin YETGİN
YORUMLAR
Değerli dostum
Çok güzel bir konu işlemişsiniz beğeniyle okudum. İnsanlığın tarihçesini irdeleyen bu tür yazıları doğrusu çok seviyor ve okuyorum. Çünkü bu tür konuları işleyen yazılar sohbete ve tartışmaya çok açık nedeni insanlık tarihinin heyecan verici ilgi uyandıran karmaşık geçmişi olmasıdır. Gerçi kutsal kitaplar da insanın yaradılışı ile ilgili durumu anlatan net açıklama varsa da yinede insanlık kendi yaradılışına dönük merakı ve şüpheleri hep olmuştur sizinde dediğiniz gibi önemli olan insanca yaşamak ve insan olabilmek.
Kaleminizi ve güzel yazınızı kutlarım.
Saygı selamlarımla.