3
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
825
Okunma
Çoğu kalemin bundan sıkıntı duyduğunu algılamış oldum yakın çevremizde bile.. Çünkü, yüksek sesle ifade edilemeyen bir çok görüş var; ancak onlar da, pasif bir dirençle aruzdan kaçınıyor.. Buna karşılık bir çok da katışık kuralın savunucusu var ortalıkta; belki bazıları usta söz şairleri olabilir, ama ürettikleri sınırlı kalacaktır. Bazıları da sadece yabancı sözcüklerle veya yabancı dilin kurallarıyla üretilmiş ahengin müptelâsı olmuş durumdadırlar zaten.
Aslında kimse, ’güzel olandan kop da gel’ demez öylesi melez şiirlere ödün verenlere; ancak kendi dillerinden giderek kopanların durumlarının, kendi toplumlarına verebilecekleri ışığın şiddetini ölçemeyeceklerini düşünmeliydik tam tersine. Evet, matematikle ilgisiz herhangi bir olgu veya bilim, sanat düşünülemezdi; ancak başka bir dilin matematiğini koymak, bizleri çözümsüz denklemlerle baş başa bırakmaktan başka neye benzerdi ki? Kendi ölçülerimiz vardı, kendi cetvellerimiz; ahengi sağlayabilecek seslerimiz, anlamı farklı rediflerimiz, cinaslarımız. Yani, insanın doğalında yapabileceği tüm ses eşleniklerini biz de taşıyorduk aslında; tanka gibi şiiri genelde kısaltmaktan başka kurallara gerek var mıydı, uyar mıydı dilimize? Aruz yerine zaten ’ulama’yı kullanmıyor muyduk? Üstelik aruzun, iki kapalı sözcüğü yan yana söylenmesindeki zorluğu bile aşabiliyordu bu ulamamız. Şiirimizde kullandığımız tüm kuralları bire bir gözden geçirmenin gerektiğini, hangilerinin şiirimizi durdurduğunu anlamanın ve irdelemenin zorunlu olduğunu tartışmamız gerekiyordu artık.
Evet, bir yere kadar olmalıydı bu ‘ithâl kural’ (arûz) uygulaması; belki de lise düzeyindekilerin, şiirlerin tarihini öğrenirken yapmaları gereken düşünme imitasyonu, fikir egzersizleri gibi.. Ancak bu, şiirlerin dilimize klonlanmasını gerektirecek düzeye çıkmamalıydı gerçekten de.. Çünkü derya deniz olan dilimizin anlam dağarcığını, sadece ithâl sözcüklere uygulanabilenlerle sınırlı kalan bir yapıyla sürdürme telâşını anlamak çok güçtü. Şuna da değinelim bu arada: gerçekten de bazen bu tür formülleri uygulayanların gerçek amacı ne olabilirdi?
Acaba bu formüller, sizin ahenkli sözcük aramanızı, dilinizin doğal akışında bulamayacağınız birçok sesi otomatikman bulmanızı mı sağlıyordu? Yani siz hiç yorulmadan, aruzun kalıplarına göre yazıverdiğinizde, birdenbire ortaya ahenkli bir şiir çıkıverecekti! Yani sanat, sizin birikimli zihniniz ve yüreğinizden, yabancı bir dil için üretilmiş formüllerin ellerine bırakılacak ve adına da yine ’sanat’ denilecekti! Sadece bu amaçla yapılmış olsa bile; ahenk formülünün reddedilmesi gerekirdi aslında. Çünkü şiir dili, toplumun formüle edilemeyen sorunlarını verirken, kalıplarla ifade edilemeyecek zenginliklere erişebilir, kalıpları aşabilirdi. Esasen, hem halk deyişlerimizin uzunluğuna uymaması, hem de betimlemelerimizin farklı yapıdaki sıfat ve isim tamlamalarıyla yapılıyor olması; dizedeki hece eşitliğinin bile şiir dilini kısıtladığını açıkça gösterecektir. Türk Şiiri’ndeki gerçeklik; kendi arı dilini kullanamamasını da içselleştirip, çoktan çözüm aramaya başlamalıydı aslında.. Bu katışıklığa izin vermek; halkın düzeyine inen şiirlere karşı olmaya kadar varabilirdi. Çünkü bir zamanlar Türkçe, göçebe diline kadar giden bir aşağılanmaya uğramaktaydı, divanda oturan soylular (!) da bundan kaçınmışlardı. Kendi dilinden soğumaya kadar varan bir yaklaşımın benimsenmesi, bugün artık körelen bir eğilimdir.
Deneyimlediğiniz her olgu, zorlandığınız her kural, her birimizin kalem sıkıntısı olduğundan, bu konuda düşünenlerin yaklaşımı çok önemli olacaktır.