- 1095 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
Topuk Mayınına On Dört Kurşun
Üçümüz birden eğildik. Üzerinde çömeştiğimiz taş duvar üzerinden yola doğru seğirttik. Duvarın önünü ardını kolaçan etme güdüsüyle, üçümüzünde okuduğu okul avlusunun çam iğnelerinin kuruyup dökülmüş kızarık yığıntılarıyla kaplı, biraz da derince bahçesine doğru incedalak gövdelerimizi sarkıtıp baktık. Arkamızdaki toprak bahçe en az birbuçuk metre kadar derindi. Önümüzdeki kaldırım ise doldurula doldurula daha yakındı bize. Sıcak bir yaz sabahı daha. Bir arada olmanın verdiği neşe ile gelip geçenleri seyretmek ve laflaşmak için iyi bir mekan olacaktı. Gelişigüzel kesilmiş şekilsiz taşların dizildiği duvarın az eğimli beton şapkası, kasabanın gençleriyle çocuklarının yetenek ve zekâ oyun türlerinin çizgileriyle kaplıydı. Kasaba ya da ilçe yaşamlarının vazgeçilmez kadim birliktelikleri, muzip söyleşileri, geleceğe dair uçuk kaçık hayalleri, tasarıları; yaşamın şu ergen genç hallerini geçiren birer tattı, lezzetti biz üç refik için.
Güneş tam karşımızdan turuncu beyaz, biraz da tozarıp kızararak yükseliyordu. Altmışlı yılların sonu ülkenin güneydoğusunda, oldukça zeki çocukların yeşerdiği bir toplumun yoğun alışveriş günüydü o gün. Her yandan tozutan pudra tozlu caddeleri, sokakları. Belediye itfaiyesinin bıyık gibi püsküren tamponundaki sağlı sollu delikli topbaşlarının suladığı caddelerin, sokakların, atların eşeklerin zibilini yerinden tozutan çamur kokularıyla, orta kaldırımlardaki tulumba suyuyla sulanan nefis; pembe kırmızı beyaz sarı güllerin ve kudurgan çam kokularının birbirine karıştığı mezat sabahlarından bir güne daha erişiyorduk.
Mallarını satmaya çalışan ya da haftalık alışverişlerini yapmaya gelen çevre köylülerle birlikte alışverişi erkenden tamamlamak isteyen sabahın erken saatlerinin ilk müşterileri; kasapların, manavların, aktarların , yüksek sesli kürtçe türkçe pazarlıkların, kuru köprü sonrası yol üzerinden sağlı sollu başlayarak etrafı okul duvarı gibi çevrili mezat alanına kadar süren şakaları, ağız dalaşıları, perşembe günlerinin simgesi haline gelmişti. Seyri çok güzel oluyordu. Bazılarının taşlı sopalı kavgasına kadar ilerliyordu bu pazarlıklar. Seyri daha da heyecanlandırıyordu, hele ki biz tıfıl gençleri.
Ayakkabılarımız aynıydı. Açık kahverengi tek marka Dora kabartma yazılı, astarsız lastik ayakkabılar. Deri kundura giymek lükstü. Kişiye özel ayakkabı çizimleri, saya kesimleri, gön kesimleri, tahta kalıplara çivileme, ısıtma kalıp tutturma gibi uzun bir işçilikten sonra pahalıya mal olabilen bir emeğin, bir sürecin nice sonralarıydı sahip olabilmek. Ayaklarımız erken saatlerde tozla terin karıştığı vıcık vıcık zifosa bulanırdı. Sıklıkla ayaklarımızı ayakkabıdan çıkarıp kuru tozla temizler havalandırır yeniden ayakkabıya sokardık. Yoksa, ince kat çamur yürümemizi zorlaştırırdı. Çoğunlukla koşarken ve hızlı yürürken ayakkabılarımızın bir teki çıkardı ayağımızdan.
Üç arkadaş ilk okulun ilk yıllarından, lisenin ilk yıllarına kadar hiç kopmadık birbirimizden. Hemen her gün birbirimizi görür ve birbirimizin evlerinde sık bulunur, yemeğe kalırdık çoğunlukla. Gömlek renklerimizi, pantolon renklerimizi aynı tutmak için ne çabalar sarf ederdik! Harçlıkları birleştirip gizlice tütün almak, aynı iş yerinde birlikte çalışmak, gezintilerimizin çoğunu üçümüz yapmak, sinemaya birlikte gitmek, çadır hokkabazlarını, şahmaran kızı, cambazları, demirleri büken, göğsünde kocaman demir gülleleri hoplatan pelvanları seyretmeye de... Birlikte tarla aralarında kitap okumak, trampet takımında birlikte olmak, musiki cemiyetinde birlikte çalışmalara katılmak ve de akşamları evlerin birinde derslerimize hazırlanmak, ödev yapmak gibi dayanışma ve birliktelikler…
Şimdi, şu saatlerde geçmişten ve geleceği düşlemekten konuşmak ne de tatlı olurdu. Duvarın üzerine zıplayıp çömeşip, hele de güneşe karşı. Sevimli bir yaz sabahı daha başlıyordu. Çünkü; yine üç kişiydik...
Ali seslendi; "Şşşt gelene bakın!".. Seğirtip baktık. Sol yanımızdan Kerem geliyordu. İriyarı, topluca etli, kumral saçlı, koca kafalı ,"r" leri “v" olarak söyleyen ve de ürkek biriydi. Okulu terk etmiş, tamircide çalışıyordu. Elindeki renkleri kırçıllı alacalı iki tavuğu ayaklarından bağlamış, baş aşağı sarkıtmış, sallana sallana geliyordu dedesinin bahçesinden. Sorduk;"Kimin tavuğu o Kerem?".."Dedemin tavuğu.Pavam kalmadı.Mezatta gövüvlev.Bilmiyem ki nevede satsam?"..Birbirimize baktık,gözlerle anlaştık ve"Aha şurada sat.Çömeş duvarın önüne.Biz de sana destek oluruz.Ama,ortak oluruz haberin olsun" dedik.Kabul etti.Saf biriydi.
Yeteri kadar heyecan oluşmuştu etrafımızda.Yaratıcı çocuklardık.Duvar üzerinde önceden oyulu ve çizili dama,üç taş,dokuz taş gibi değişik oyunları boş zamanlarda oynuyorduk.Sosyal yaşamımız alabildiğine renkli idi.Kaçakçılığın merkezlerinden biri olan ilçede teknolojik pek çok yeniliklere, diğer yerleşim yerlerinden çok önce sahip olabiliyorduk.
Suriye sınırında olmanın getirileriydi bazı şeyler(!)..Elbette götürdükleri de vardı…
İlk müşterisi göründü Kerem’in.Başı poşulu,kirli sakallı,etekli (Zıbın veya zubun denirdi) ve en belirgin özelliği,yere basan kısmı sopa kalınlığında ,ucu demirli sağ ayağına takılı tahta bacağıydı.Ceketliydi.Yaz günü pek çok insan ceket giyerdi.Gümüş tütün tabakalarını,benzinli muhtar çakmaklarını,paralarını,peşkirlerini ceplerinde taşımalarıydı amaç.Bir kısmı da silahlarını bellerinde taşıdığından ceket giymeye mecburlardı.Hemen tamamı Suriye’den getirilen gabardin kumaşlarından üretilmişti üst başın.Balyalarla hazır ceket ve paltolar gelirdi.Kimi yeni,kimi kullanılmış eski..Ve çok ucuz…
Kaçakçılığın vurduğu insanlardan biri idi adam,besbelli.Orta yaş üzeri tahta bacaklı ve asık yüzlü birisi.Topuk mayını patlamış,sağ dizden altını mayın tarlasında bırakmış yüzlerce insanlardan birisi.Kol,bacak,parmak,ayak gibi uzuvları olmayan ne kadar çok insan vardı aramızda.Köyler, daha da nasibini almıştı mayın tarlalarından.Kaçakçılıktı işleri;hayvan sürüsü ,tuz,tütün geçirip,hazır sigara,fincan,çekirdek kahve,teyp,silah kumaş gibi malları taşırken ağa kısmına, canlarını uzuvlarını bırakıp gelmişlerdi gecenin bir karanlığında evlerine yurtlarına..Duyardık;Suruç’a gelen zengin olup giderdi,etkili ve yetkili yerlerde idiyseler.Duyardık;terzilerin marifetiyle nice askerlerin ceketlerinin omuz pamuklarının arasına, kağıt banknotların gizlenip, terhis olup memleketlerine gittiklerini…
Kürtçe sordu tavuğun fiyatını tahta bacak adam.Hemen hepimiz günlük yaşayacak kadar öğrenebilmiştik,anlıyor ve yanıtlayabiliyorduk dili.Kerem bir fiyat söyledi,adam sertçe kabul etmedi.Baskın çıkmak için bağırarak Kerem’ceğizi haşlıyordu.O da ikide bir dönüp duvarda tüneyen bize bakıyordu.Bizler de destek olmaya çalışıyor,"al,al amca,ucuz "diyerek desteklemeye çalışıyorduk.
Sağ taraf çarşı yönünden bir kişi daha yöneldi bize doğru.Esmer,saçları güneş yanığı sarısı,ceketli,on on bir yaşlarında bir erkek çocuk..Köylü olduğu besbelliydi.Tanımıyorduk ta.Göz aşinalığımızda yoktu …Kuru sarı esmer rengi,yine kupkuru beyazlamış dudakları, kolera hastasını andırır bir silüetle o da, pazarlık yapanlara yanaştı.Kerem ile tahta bacaklı adam iyice bağrış çığrış durumundaydılar ki,çocuğun sesine dönüp bakmadılar bile.Biz ise Mehmet,Ali ve ben eğlencenin şarlatanlıkla kavuştuğu bu ortamda ruhumuzu neşe ile doldurmakla ilgili gibiydik.Çocuğun ne dediğini biz de anlamadık.Herhalde tahta bacaklının oğludur düşüncesindeyken,Kerem’in tavuğu adama verdiğini ve pazarlığın bittiğini anladık.Sevindik te…Parayı bölüşecektik..
Çocuk birdenbire elini beline attı.Kocaman bir çeliğin pırıldadığını gördük.Ufacık elleri ile mekanizmayı çekip ,namluya mermi sürmesiyle birlikte ,birer saniye gibi arayla, üç el ateş etmesi arasında sanki kısa bir şimşek çaktı gözlerimizde..Tavuk çığrışması ve uçuşması arasında kaba bir “Ihh!" sesiyle,sırtüstü yere yığılan adam yerde titremeye debelenmeye başladı.Kerem’in, geldiği yöne tabana kuvvet koşması ile birlikte biz de kendimizi duvardan okula tarafına sırtüstü bıraktık..Bayağı derin olan okul bahçesine düşmeden dolayı canımız yanmıştı ama, korku ve heyecandan pek te bir şey hissetmeden, sinerek duvar dibinden az ilerideki kapıya doğru koştuk.Burnumuzu çıkarıp olup bitene baktık ,üst üste üç kafa.. Karşı, çarşı tarafında bir anda yüzlerce insan kalabalıklaşıp toparlanmaya başlamıştı.Biz, en yakın ve canlı tanığı olmuştuk olayın.Şaşkınlık ve heyecan içinde.Korku çok azdı.Alışıktık cinayetlere.
Yerdeki hâlâ debeleniyordu.Silah yeniden üzerine doğruldu kıvranan adamın..Tetiğe dokunuldu ve ta ki,çıplak namlu görününceye değin mermileri boşalttı, göğsüne, kafasına tahta bacaklı adamın…Bir süre bekledi vücudu kilitlenmiş durumda.Ruhsuz bir çocuğun mekanik bedeni duruyordu karşımızda.Dışarı çıkıp oracıktan seyre başladık.Karşı yönde ,biraz daha çocuğun arkasına doğru polislerin yaklaştığını gördük.Belli uzaklıkta durdular.Alışılageldik bir olayı gibiydi ilçenin, hemen her mezat günü işlenen bu tür cinayelert..Alıştırılmış,eğitilmiş,kin ve intikam ruhu ile yıkanmış ilk okul çağındaki bu çocuğun ,kanunlar karşısında reşit olmadığı için kısa sürede salıverileceği de bildik gerçekler arasında idi.Ve birbirini hınzırca takip edecek kan kokularına yeni bir halka daha ekleyerek…
Biraz daha yanaştı çocuk.Ayağını göğsüne dayadı adamın.Fark ettik ki,çok düzgün giyimliydi çocuk.Ve de varlıklı bir aileden.Sanırım emin oldu nefessiz kaldığından.Sağ tarafa çarşı yönüne döndü.Polislere doğru yöneldi.Kimse kılını bile kıpırdatmadı çocuğun o tarafa yaklaşmasından.Ağır ağır yürüdü.Yanlarına vardığında sağ elindeki ondörtlüyü uzattı bir polis memuruna.Oradan koşarak iki polis memuru geldi.Eğilip baktılar adamın yüzüne.Esnaftan bir şeyler istediler.Üzerini kirli bir bezle örttüler.Bir diğer memur da elinden tuttuğu çocukla hükûmet konağındaki karakola doğru yöneldiler birlikte.Hasım bir çok hasım daha kazandırmıştı düzenin çarklarına.Arızalanan kırılan krank mili,dişliler,cantlar ve lastikler değiştiriliyordu ve araba yoluna aynen devam ediyordu..Köy sahiplerine,ağalara,beglere,efendilere yeni yeni yüzler,yeni yeni sırtçılar yanaşıyor,gecenin karanlığına kurban edilecek bacaklar,kollar,canlar ve kan kokulu kazancın kapısında sıralar bekleniyordu ,bir gün kendilerine de gelecek…
Bir at arabası geldi bir süre sonra.İki üç kişi cesedi yüklediler sırt üstü.Yerde kan,arabada kan.Tahtaların arasından sıza sıza yeni camiye doğru yöneldiler yavaştan.Kahverengi elbiseli iki gece bekçisi de peşlerinde..Bizler de biraz daha arkalarından, ikide bir kovalanarak…Onlardan önce vardık camiye.Görülmeden iyi görülecek bir duvar ardı seçtik birlikte.Sabırla bekledik…
Bir yeşil jip geldi.Yüzlercesi vardı ilçede ve köylerinde.Kaçak taşıyan,arazi vitesli.Şimdi; savcı ,doktor,kâtip ve daktilosunu taşıyordular.Yapayalnız ,çırılçıplak bir insan bedeni.Soymuşlar.Büyük bir girişin ardında kara beton zeminde.Üç duvarda abdest muslukları.Yan tarafı ,umumi yüznumara.Sidik ve dışkı kokuları karşıdan burnumuza kadar geliyor."Yaz" dedi savcı doktordan aldığı bilgilerin ışığında;"Göğsün sağ alt nahiyesinden girip, sırtın şu kadar üst kısmından çıkmıştır..Alnın sol üstten girip kafanın sağ arka nahiyesinden çıkmıştır.Efendim,birisi kürek kemiği nahiyesinde durmuştur." Falan filan…Bir parça pamuk koymuşlar iki bacak arası önüne.Tahta bacağı hâlâ ayağında kendir bir urganla bağlı, sıkı sıkı.Rapor ,tutanak derken oradaki iş bitti.Üzeri örtüldü aynı kirli bezle.Çekip gidildi resmi dairelere,evlere.. Karıştı herkes arkadaşına eşine dostuna.
Akşam üzeri şehir kulübünde tokuşur rakı kadehleri.Gece ise devam eder muhabbet kulüpte, meyhanede.Yazlık sinemada bir film oynamakta.Yeni girmiş vizyona.."Hudutların Kanunu" diyor afişi taşıyan at arabasındaki hunili çığırtkan…Kalakaldı tahta bacağı ve cansız bedeni,az ileride nöbetteki iki bekçi ile mayın yemiş ..
Sesler geldi uzaklardan.Kadın çığlıklarına karışık erkek naraları..Arkasından kalkan tozu önüne geçen bir kamyon durdu cami duvarına yanaşıp.Kasası insan dolu.Bir de köy camisinin uyduruk kapaksız tabutu göründü tozlar dağılırken kamyonun üzerinden.Saçlarını yolup,yüzlerini yırtarak kanatan bir yığın kadın erkek indiler kamyonun kasasından.Sesler göğe erişiyordu,ağıtlar bir o kadar arş-ı âlâya…Bekçilerden biri, gelenlerden lider görünümlü birini çağırdı yanına.Birlikte yanaştılar tahta bacaklıya.Üzerini açıp gösterdiler.Yaşlıca olan poşulu adam iki avucunu tokat yapıp vurdu da vurdu başına,yüzüne."Hahooo!".."Havaaar!"diyererek feryatı figanı savurdu o da göklere.Ta ki başka birileri kamyon tarafından gelip te onun ellerini kollarını durduruncaya değin.
Taze taze intikam yeminleri,içeriye akan kara kanların durdurulamaz pusu kuran kapkaranlık renkleri.Toz,at zibili ve gül kokuları arasına karışan kan kokularıyla yollandı köyceğine, topuk mayınına on dört kurşunlu adam.
İkindiye yakın süren bu zalım ,heyecanlı saatlerimiz,şükür ki yine Kerem ile karşılaşmamızla birazcık dinerek sona erdi.Tavuğu satmış.Bize de sus payı getirmişti.Yazlık sinemanın sert tahta sandalyelerine oturup “Hudutların Kanunu" filminin perdeye yansımasından önce, kulağı çınlasın Ali’ye dönüp “topuk mayınına ondört kurşun" dediğimi hatırlıyorum.Ali’nin de"He vallah!" demesini…Bir de ayakkabılarımızın lastik olmasına,sıcaktan ayaklarımızın yanmasına,ter ve çamur bulaşıklarının ayağımıza yapışmasına aldırmadan, evlerimizdeki tulumba suyunu ve de susuz kalan tahta bacağı düşünerek…
04.01.2014 Denizli
…