Üniversiteli
Zamanın artık hızla yaza doğru ilerlediği günlerden bir gündü. Güneş gümüş gibi parlıyordu her yerde. Kuş sesleri ve oynayan çocuklar da duyuluyordu etrafta. Ara sıra esen hafif rüzgarın içine mutluluk karışmış gibi yüzüme çarpıyordu. Sarhoş edici şeylerdi bütün bunlar. Bir tuhaf mutluluk duygusu...
Göl kenarındaki bir kafenin bahçesinde ağaçların altında yalnızdım. Vakit öyle sonrasını geçiyordu, saat üç dört civarıydı. Bütün masalar dolu sayılırdı. Gülüşler ve sohbet sesleri hafif çalan muziğe karışıyordu. Kuşlar şarkı söyler gibi ötüyorlardı ve ordan oraya uçuyorlardı. Kahve cıvıl cıvıl kaynıyordu. Bu gün pazardı. Hafif ve ince giyinmiş güzel genç kızlar ve kadınlar dikkatimi çekiyordu. Garson kız da öyle, ince ve açık giyinmişti. Elindeki tepsiyle girip girip çıkıyordu içeri. Yüzünde hep aynı gülümseme vardı. Güzel garson şu an ne düşünür? Hayatında kaç kişi var, ya da, günde kaç kişiden daha teklif alıyordur? Kim bilir.
İşte sıra bize geldi. Uzaktan bizim masaya doğru yöneldiğinde gülümsemeye başladı bile. Ben ne istiyeceğimi bildiğim halde onun sormasını beklerken, yüzüne doğru bakıyorum. Ses tonuda uyuyor yüzüne, dişleri, dudakları, saçı ve diğer herşeyiyle bir hayel gibi yansıyor bana. Soğuk bir bira söylüyorum gülümseyen yüzüne bakarken. Ah bu gece seninle olabilsem diye geçiyor içimden. Dahası, böyle gülümseyen bir sevgilim olsa, bu benim sevgilim olsa.
Sonra. Herşey boş ve yalan diye kendiliğinden gelen başka bir düşünce siliyor önceki hayalimsi şeyleri. Boş ve yalan sözcüğü tekrarlanıyor kendiliğinden düşüncemde. Karşımda oturan geç adam da soğuk limonlu su istiyor, sonra vazgeçiyor. Garson kıza ingilizce «Sorry!» dedikten sonra «Ben de bir bira içeyim öyleyse» diyor.
Gözüm etraftaki güzel kadınlara doğru kayıyor kendiliğinden. Gözleri kısık nerdeyse kapalı gibi olan genç adam, «Biliyor musunuz» diye konuşmaya başlıyor. Çok gergin bir durumda olduğu konuşmasına da yansıyordu. Yüzü tıraşsız, siyah saçları yağlanmış, üzerindeki tişört de kırışık. İki gün önceden telefon etmişti bana. Benimle biraz konuşmak istediğini söylemişti. Ben onu nereden tanıdığımı, ya da onun beni nasıl tanımış olduğunu da bilmiyordum. Telefonumu beni tanıyan birinden almış olabilirdi. Neden benimle konuşmak istediğini ve ne isteyeceğini de anlamış değildim ama yine de buluşmaya razı olmuştum nasılsa.
Bir şey demeden yüzüne doğru bakıyordum. Binbir düşünceler yıldırım hızıyla aklımdan geçerken, o sarhoş edici düşünce akını bir an sürüyor ve ben bir küçük parçayı bile yakalayamıyorum içinden.
«Sizinle konuşmak istediklerimi yazdım, işte bakın» diyerek bana yazılmış kağıtları uzatıyor. Bana sen de, sizli konuşmayı sevmem diyesim geliyor ama vazgeçiyorum. En az on sayfa. Biraz göz attıktan sonra katlayıp, tekrar yüzüne doğru bakıyorum. Gözlerini kaçırıyor. Yüzünde derin bir öfke ve acının olduğu belli oluyor. Ben hiç birşey demeden etrafı seyretmeyi sürdürürken o, «Bunlara bir bakabilirseniz ve sonra bana düşüncenizi söylerseniz çok sevinirim.» diyor. Yine ben cevap vermeden öyle bakıyorum. «bunu sizden rica ediyorum, bu bir sırdır, aynı zamanda kimseye açmadığım, ama size açabiliyorum işte nasılsa. Siz anlarsınız bunu». Siz anlarsınız beni belki, diyor.
Evde duvarın dibine atmış olduğum yazılı kağıtlara el süresim bile gelmiyor. Gelip geçerken gözüme takılıyor. Bazen elimi uzatıp geri çekiyorum. Nedenini bilmediğim bir tiksinme var. Bunu almakla aptallık ettiğimi düşünüyorum. Aptallığımdan dolayı kendime kızıyorum. Böylece sekiz on gün geçiyor.
Bir akşam nasılsa duvarın dibinde duran yazıyı alıp yatağa oturdum ve okumaya başladım.
Üniversitelinin yazısı.
İki sene beş ay yirmiüç gün oldu Frankfurt’tayım. Bu zamanın büyük bir bölümünü kaçak yaşadım, yaşamak zorundaydım. Şimdi yine kaçağım. Bu aralar bir depoda yatıyorum. Bir tanıdığın aracılığıyla bulundu o yer. Oradaki birikmiş eşyaların üzerine uzanarak uyuyorum. Daha delirmemiş olduğumu insanlarla konuşurken farkediyorum. Deli olmadığım onların bana davranışlarından belli oluyor. Kaçak iş bulamadığımdan, durumu bilen bazı kişilerin ara sıra verdiği az parayla idare ediyorum. Bazen de aç dolaşıyorum. Bazı kişiler ise para yerine yiyecek alıyorar bana. Beni tanıyanlar, içinde bulunduğum durumu normal karşılıyorlar. Buna da alıştım. Yatacak yerimi sık sık değiştirmek zorunda kalıyorum.
En son bir hafa önce kaldığım yerden çıkmak zorundaydım. O gece kalacak bir yer bulamamıştım. O gece hep ölmeyi düşündüm. Değişmeyen şu anlamsızlığa bir son vermeliyim, yeter diyordum kendi kendime. Şartlar da uygundu. Sonra, bu işi yapamayacağımı anladım. Korkaktım ve hayatı seviyordum herşeye rağmen. Korkaklığıma üzüldüm ve utandım kendimden. Ah, neden korkağım ben böyle, şartlar ayağıma gelmişken.
Kaç değişik türünü düşündüm sokakta dolaşırken ölmenin. Sonra, üniversite günlerimdeki güzel günleri hayel ettim sokaklarda dolaşırken. Ne de güzel anılarım olmuştu. Diploma töreni sırasında adımın okunduğunda, diplomayı almak için yürürken ne kadar da heyacanlanmıştım. Bir hafiflikle uçmuştum sanki.
Bundan altı gün önce yirmiyedi yaşıma girdim. Herşey nasıl da böyle gelişti. Bu hayellerle, sahipsiz bir köpek gibi sokakları dolaşarak sabah ettim. Sonra bir kahvenin açlımasını bekledim. Açlığı ve soğuğu da unutmuştum.
Bütün resmi kurumlar bana yardım edemeyeceklerini belirtmişlerdi. Kanuna göre kaçak ve suçlu sayılıyordum bu durumda. İnsan olmak birşey ifade etmiyordu.
Sade insan olmanın bir önemi yoktu. Hiç yoktu. Bunu anlamıştım. Almanyada kalma isteğim üç kere reddedilmişti. Bunu anlamakta güçlük çekmiştim. Yalnız, öyle yaşam öyküleri duymuştum ki, kendi durumum bile hafif kalıyordu duyduklarımın yanında. Delirenler, intihar edenler. Bunların hiç biri önemli değildi.
Daha çıldırmadığımı bilsem de, her an çıldırabilirim diye sık sık aklımdan geçiyordu.
Kullanılmaz eski bir eşya gibiydim. Daha çok da sahipsiz, aç bir köpeğe benzediğimi düşünüyordum. İçimdeki hayat her an duracak kadar zayıf ve güçsüz olmasına karşın, anlayamadığım bir şekilde yaşamaya devam ediyordum.
Tanrıya, beni yaratana çok küfrediyorum. Her yerde küfrediyorum tanrıya. Bazıları bana «Yapma bu kadar, tanrının suçu değil senin bu durumun» diyorlardı. Öyleyse sen suçlusun diyecekken, kendimi tutuyordum. Hep kendimi tutuyorum. Bunu nasıl yapabildiğimi de anlamıyordum. Ama şu dünyada yatacak bir yer, bir iş, ve sevgili, neden olmaz bunlar, yanlışlık ne? Yaşamak neden bu kadar zor ve anlamsızlaşıyor. Yaşama neden böyle saldırılıyor heryerde. Yaşam hakkının anlamı ne?
Durumumu anlattığım çoğu kişiler, bana kendi durumlarını anlatmakla cevap veriyor-lardı. Kimi karısının kendisini başka birisiyle aldattığından şüpheleniyormuş. Kimi işten atılacak korkusu altındaymış. Öbürü arabasını satmak zorundaymış falan.
Bir de bazıları bana ders verir gibi, «Bu sosyal ekonomi ve politik yapı, toplumun, daha doğrusu insanların sorununa hiçbir çözüm getiremezmiş. Ancak işsizliğe, açlığa ve savaşa itebilirmiş insanları. Bir de sorunlar arttıkca insanları birbirine düşürecek politik yalan ve demogojinin artacağı kesinmiş. İşsizlik ve umutsuzluk çığ gibi büyürken, insanlardaki yıkıcılık eylemleri de hızla artacakmış.»
O aç halimle, bu anlatılanları uzun uzun dinlemek zorunda kalıyordum. Hepinizin allah belasını versin. Ben ne yapayım? Ben isteyerek mi yardıma muhtaç oluyorum sanki. İsteyerek mi dileniyorum. Ara sıra hırsızlık etmeyi düşünüyorum, ama bu kaçak halimle yakalanırsam ne olur diye soruyorum kendime. Metroya elbette kaçak biniyorum. Ne var bunda. Her durakta düşmanım gibi korktuğum ve küfrettiğim, yeni binenler arasında kontrolcüye benzeyen biri var mı diye dikkatle bakıyorum.
Sık gittiğim bir caffe var akşamları. Caffe’de bir kadın, oranın işleticisi mi, sahibi mi bilmiyorum ama devamlı benimle ilgileniyor. Bana «Yalnızlık zor, sen ne yapıyorsun? Daha çok gençsin, bu gece ne yapıyorsun?» gibi şeyler söylüyor. Kadın çok şişko, hiçbir çekici yanı yok, tahminim çoktandır erkeksiz kalmış olmalı, bu kadar yalvarmasına bakılırsa. Midem bulanıyor bu kadına. Aç kalmaya bile razı olabilirdim onunla olmaktansa.
Belki bu serseri benimle gelir, diye düşünüyor olmalı ki, yiyecek ve içeceklerden para almıyordu. Zaten param da yoktu.
Bir akşam yine Cafe’deyim. Param yok. Ne bok yiyeceğimi bilmiyorum. Devamlı içki söylüyorum yine de. Bir kaç yudumda bitiriyorum ve yenisini istiyorum. Sonunun nere varacağını düşünemiyorum bile. Hiçbirşey düşünemiyorum. Darmadağınığım ve toparlayamıyorum kendimi. Gittikce daha da parçalanıyorum gibi geliyor bana. İçimde cam gibi birşeyler gürültüyle kırılırken, sanki kanatıyor içimi. İçim kanla doluyor ve ağzımdan her an kan fışkıracak gibi geliyor bana.
Herşeye, herşeye küfrediyorum. Bazen sesli küfrettiğimi etraftan bana dikkatle bakarak gülüşenlerden anlıyordum.
İçerisi yavaş yavaş dolmaya başlıyor. Güzel giyinmiş kadın erkek, çift yada grup halinde girip oturuyorlar masalara. Garsona bir sürü şeyler yazdırıyorlar. Sonra sohbet ederek gülüşüyorlar. İçlerinde güzel kadınlar da var.
İçimde dayanılmaz bir fırtına esmeye başlıyor. Kendimi zor tutabiliyorum. Rüzgar beni yerden yere vuracak kadar sert esiyor. Aslında en çok istediğim kalkıp bütün eşyaları kırmak ve sağa sola fırlatmak. Camları paramparça etmek. Bunun yanısıra, küfretmek istiyorum herkese ve herşeye. «Hey orospu çocukları, hey orospular, birbirini düzenler. Siz ne sanıyorsunuz şu içi boklu hayatı? Siz kendinizi ne bok sanıyorsunuz ha? Ben bir orospu çocuğuyum! Piçim! Beş para etmez aç bir köpeğim ben. Sizin hepinizi sikeyim ben.» diyesim geliyordu. Kıl payı tutabiliyordum kalkıp da bunları söylemekten kendimi. Birinin beni öldürmesini istiyordum.
Devamlı içiyordum, ne kadar içtiğimi bilecek halde değildim artık. Hiç bir şey önemli değil gözümde. Gözüm birşey görmüyor. Devamlı küfrediyordum. Neye küfrettiğimi de bilmiyordum artık.
Bir adam bana doğru geliyor ve yakamdan tutarak beni ayağa kaldırdıktan sonra «Lan orospu çocuğu, lan pislik, sen benim karıma nasıl da, seni sikeyim orospu dersin. Ha! Herkese nasıl küfredersin böyle. Sen kim oluyorsun lan.» dedikten sonra yüzüme sert bir yumruk atıyor. Hiç acı duymuyorum.
Kendime geldiğimde üzerim ıslaktı ve üşüyordum. Her yanım ağrıyordu. Ağzım burnum da sızlıyordu. Gözümü açıp etrafa baktığımda çöp yığınının yanında sızmış olduğumu anladım. Toparlanmaya çalışırken götü büyük şişko kadın da geldi. «Sana bu az bile, dün akşam rezil ettin herkesi. Huzurumuzu kaçırdın. Şerefsiz orospu çocuğu, piç köpek. Sana acıdık diye iyice şımardın. Karnını doyurduk, para almadık senden. Siktir git ve bir daha gözüme gözükme.» dedikten sonra üzerime tükürdü ve gitti.
Ben hiçbir şey demedim. Bir tuvelet bulmak için kalktım, her yanım acıyordu. Anlaşılan iyi tekmelemişlerdi. Metro durağındaki pis tuvalete girdim. Oranın pis kokusuyla kendi pis kokum karışınca, kusasım geldi. Duvarda ayna yerine duran parlak metalda yüzüme baktım. Yüzümde kan lekeleri, burnum kırık gibi acıyordu. Ayakta zor durabiliyordum. Pis suyla yüzümü yıkadıktan sonra oturacak bir yer aramak için çıktım.
Sekizinci sayfada okumayı bıraktım. Çok yorgundum, uzandım, hemen uyuduğumu sanıyorum. Sabah uyandığımda bir kahve yapıp içtim. Giyinip evden çıkarken yerdeki yazılı kağıtları bilinçsizce alıp cebime soktum. İşim varmış gibi acele ettiğim için kendime kızıyordum ama bir şey de yapmıyordum. Hiç bir tanıdığa rastlamayacağımı tahmin ettiğim bir yere doğru gidiyorum. Kimseyi görme isteğim yok. Telefonum kapalıydı. Üzerimde tuhaf bir hal vardı. Yolda yürürken karşımdan gelen herkesin bana çarpmasından korkuyordum. Adımlarımı nasıl atacağımı şaşırıyorum. Ne yolda ne de otobüse bindiğimde kimsenin yüzüne bakamıyorum. Aklımdan geçenler yüzümden okunur diye telaşlanıyorum. İçimde anlaşılmaz bir korku ve titreme beliriyor. Titremenin ellerime de vurduğunu hissediyorum. Ellerime bakıyorum emin olmak için, evet.
Otobüs durduğunda hemen dışarı atıyorum kendimi. Derin derin nefes alıyorum. Sanki beni kovalıyorlar da her an yakalayacaklar gibi korkuya kapılıyorum. Kimsenin yüzümü görmesini istemediğim için oradan uzaklaşıyorum. Sigarayı yakakarken daha ellerimin titriyor olduğunu görüyorum.
Sonra tarla kenarında bir yere oturdum. Sürekli sigara içiyorum. Birini söndürüp birini yakıyorum. Tarlayı seyrediyorum. Ara sıra kuş ötüşleri duyuluyor, kuşlar tarlaya inip inip geri kalkıyorlar, uzun uzun takip ediyorum uçuşlarını. Küçük bir ağacın tepesinde duran adını bilmediğim bir kuşa çok uzun bakıyorum. Ne kadar orada kaldığımı bilmiyorum.
Akşamı nasıl ettiğimi anlamıyorum. İstekiszlik ve sıkıntılı halim devam ediyordu. Sonra hiç daha önce tanımadığım bir Caffe’ye girdim ve boş bir yere oturdum. Saatin kaç olduğunu bilmiyordum ama artık karanlık olmuştu. İçerisi tam dolu değildi. Sürekli yeni yeni kişiler giriyorladı içeriye. Elim kendiliğinden cebimdeki kağıtlara gitti. Onları çıkarttım fakat okumadan masaya bıraktım. Bu ara bir çay söylemiştim. Kafamda bir şiirin oluştuğunu hissediyordum. Onlar uzaklaşmadan hemen kalemi ve kağıdı çıkardım ve yazmaya başladım.
Şiirin ismini gözyaşı diye belirliyorum.
….
nice yağmurlu günlerde düşündüm seni
düşünürdüm seni
pencereden bakarken yağmurun yağışına
hüzünlenmezdim yokluğuna
hep vardın sen
vardın
ne yağmur
ne sensizlik
yoktu
şimdi anlıyorum sensizliği
yağmur içime içime
yağıyor
şimdi
üşüyorum
sarmıyor kolların beni artk
yağmur anlamsız
her şey
anlamsız
sensizliği duyuyorum yüreğimde
yoksun
sade yokluğun değil de dayanılmaz olan
hiç olmayacağın bir daha
anlıyormusun…
Çayı yudumlarken genç üniversitelinin yazısını yeniden okumaya başlıyorum.
Üniversiteli,
Akşam olurken bir tranvay durağında oturuyordum. Bir yere gideceğimden değil. Yorgunluktan oturmuştum. Açtım. Bu ara bir adam elinde naylon torbayla durağa geldi. Elinde de bira şişesi vardı ve içiyordu. Naylon torbanın içindekilerin de bira olduğu belliydi. Çantayı yere bırakırken şişeler ses çıkartmışlardı. Gelip bana yakın bir yerde ayakta durdu. İçmeye devam ediyordu. Sonra bir de sigara yaktı. Ayakta zor duruyordu.
Birden konuşmaya başladı. “Herşey bok, herşey bok. Hayat kokuyor. Bok kokuyor şu Almanya.» dedi. Konuşmasının bir yerinde yahudiler dediğini duydum. «Yahudiler bok, bütün dünyayı hızla satın alıyorlar.» dedi. «Almanya yabancı kaynıyor artık. Ne arıyor bu kadar yabancılar Almanya’da anlamıyorum.» diyordu. «Fareler gibi de çoğalıyorlar. Aptal almanlar ise çocuk yapmıyorlar hala.» diye anlatıyordu.
Bu ara durağa yedi sekiz kişi birikmişti. En az okadar da karşı durakta bekleyenler vardı ve herkes duyabilirdi adamın konuştuklarını. Adam konuşmaya devam ederken kimse ona müdahale etmiyordu. Adam ellisinde olmalıydı. Hafif kır sakallı ve gözlüklüydü. Siyaha boyanmış saçları ve esmerliğiyle bir güneyliye de benziyordu.
Almanca’yı ustaca kullanıyordu. Üzerindeki takım elbise oldukça iyi ve kaliteli sayılırdı. Bir devlet memuru rahatlığı vardı adamda. O rahat, emin, cesaretli hareketleri, bu kişinin devlet memuru olma ihtimali yüksekti. Bakımlı ve sıhhatli halinin yanı sıra, kendinden emin ve rahattı. Belki vatansever bir devlet memuruydu gerçekten.
Açlık iyice kendini hissettiriyordu. Adamın konuşmasıyla uyanıyordum ara sıra. «Almanya’da çoktan beri temizlik yapılmadı. İyi bir temizlik yapma zamanı geldi artık» diyordu. «Aklı olan insan Almanya’ya gelip de yerleşmez. Gelenlerde akıl ne gezer. Almanların geleneğinde her yüz yılda, en az iki temizlik yaptığı bilinmeli» dedi. Konuşurken kalabalığa döndü ve ses tonunu da yükselterek ve gülümseyerek «Hey baylar bayanlar, size diyorum. Çoğunuz da benim gibi düşündüğünüz halde, açık söylemekten çekiniyorsunuz değil mi? İkiyüzlülük engel oluyor açık olmaya. Ha ha ha! İçinizden bana hak veriyorsunuz ve hatta bravo diyorsunuz, ben bunu hissediyorum. «Bakın İşte ben söylüyorum sizin için. Sizin yerinize de konuşuyorum artık. Siz rahatınıza bakın baylar bayanlar. Desteğiniz için teşekkürler» dedikten sonra kalabalığı eğilerek selamladı ve sustu. Yeniden bir sigara yaktı. Rahatlamış bir hali vardı.
Oradan nasıl kalkıp aşağıda bulunan metro durağına vardığımı bilmiyorum. Açlık iyice kendini hissettiriyordu, zorlukla yürüyebiliyordum. Her yerim acıyordu. Yeraltındaki durakta oturacak yere vardığımda, hemen oturdum. Metronun gürültüsüyle kendime geldim kalktım ve içeri girdim. En arkadaki koltuğa oturdum, oradan tüm vagonun içini görebiliyordum. Sırtımı koltuğa yasladığım an gözlerim kendiliğinden kapandı. Bir sese korkarak uyandım. Baktığımda yine sarhoşa benzeyen biri, başka biri konuşuyordu. Ayakta durduğu halde ortada bulunan direğe yaslanmıştı. Aramızda dört beş metre olduğunu sanıyorum. Seçebildiğim kadarıyla uzun krem renkli pardüsolu, gözlüklü, beyazlaşmış uzun saçlarıyla ve kıravatıyla bir profosöre ya da bir tarihçiye benziyordu. Serseri olmadığı kesindi. İçerisi gittikçe kalabalıklaşıyordu. Profösör rahattı ve sanki bir politikacı rolü oynuyor gibi geldi bana. Keşke trende sokakta ve kalabalıĝın olduğu yerlerde, insanı güldüren ve aydınlatıcı tiyatrolar oynansa. Ne de güzel olurdu diye düşündüm o an.
Profösörün konuşmasına dikkat etmeye zorladım kendimi. «Bakın» diyordu. «Dünya bizi iyi tanımıyor hatta yanlış ve eksik tanıyorlar bizi. Ben bütün dünyayı gezdim ve gördüm, konferanslara, tartışmalara katıldım. Ben yine de en çok vatanımı seviyorum ve iyi bir vatansever olduğumu söylemeliyim her yerde, diye de düşünüyorum» diyordu. «Evet, bizi yanlış tanıyor dünya ve bu yüzden de bize haksızlık ediyorlar. Bize, savaşçı bir tolum, sade savaş yapabilen bir toplum deniyor. Hatta nerde savaş varsa biz ordaymışız. İşi iyice ileri götürerek abartanlara göre ise; bu toplum ile savaştan başka birşey yapılamazmış. Hayır! bu iddia doğru değil. Bize savaşı kimse sevdiremez. Savaş yapmışsak, bunu insanlığın kurtuluşu için, arınması ve yenilenmesi için yapmışızdır. Savaşı sevdiğimizden değil, doğal bir zorunluluk ortaya çıktığından dolayı olmuştur. Savaş adı kadar da kötü değildir aslında. Bir de mentalitemiz sorgula-nıyor. Buna göre: biz boyun eğen, yukarıdan gelen her emre boyun eğen, durumu ise hiç sorgulamayan, direnmeyen bir toplummuşuz deniliyor»diye anlatmaya devam ediyordu konuşmasına.
Bu ara, annesinin kucağında oturan beş altı yaşlarında bir çocuk, konuşacıyı eliyle göstererek gülmeye başladı. Derken bir kaç kişi daha güldü. Gülmeler çoğalarak yayıldı. Konuşmacı ise rahatsız olmadığını ve kızmadığını gülümseyerek belli etmeye çalışıyordu. Profosör parmağını kaldırarak konuşmak istediğini belli etti. Gülüşmeler azaldığında yine başladı konuşmaya.
«İşte biz, görevlerimizi hayatın her alalnında duygu katmadan ve neye varacağını düşün-meden yaparmışız. Örneğin, basit bir memur bile görevini asker disipliniyle yerine getiriyormuş. Bu anlayışla hareket edenler, işlerini hiç sorgulamadan yaparken, (haksızlık ettiklerini, kötülük yaptıklarını bilseler de) neden sorusuna, mecburum, elimden başka şey gelmez, dedikten sonra kafa sallarlarmış. Bize kafa sallamayı kimse unutturamaz» dedikten sonra, önce çocuk daha sonra içerdeki kalabalık, gülerek alkışladılar. Adam yine de bozuntuya vermiyordu.
Daha dört sayfa kalmışken okumayı bırakıp kalktım. Hesabı ödedim ve kahveden çıktım. Kendimden geçmiş gibi yürümeye başladım. Hava soğuk değildi. Yağmur da yoktu. Vakit nedir bilmiyordum. Aslında ise merak bile etmiyordum. Hala telefonu açmamıştım. Yine de anlamadığm bir hafiflik ve boşlukta olduğum hissi vardı. Son günlerde üzerimde bir de belirsizlik vardı. Bu belirsizliğe bir yön vermem gerek diye düşünüyordum. İyi bir karara varmam gerektiğini, önemli bir yenilik için cesaretimi toparlamalıyım, özgür olmalı-yım gibi, daha nice düşünceler uçuşuyordu aklımda. Bu belirsizliğin uzun sürmesi iyice sersemletiyordu beni.
Yazının bir yerinde.
Dünya’da insanların delirmişlik hali değişmeden devam ediyor. Binlerce yıldır rahat yok yaşam için. Rahat yok sevgiye, aşka ve doğaya. Doğa can çekişiyor. İnsanın caniliği her yerde devam ediyor. İnsanın yardımıyla yine insan, başkalığı hatta birbirini aşağılıyor her yerde. Bazıları diğerlerini kendinden aşağılık görüyor. Hatta ölümü de hak ettiklerini düşünüyorlar. Düş, ateş ve çılgınlık. Suçlular ise, tanrı tahtında otururken seyrediyorlar aşağıdaki küçük kullarını. Olanlara kahkahayla gülüyorlar. İnsanlığı nasıl bir yıkıma itebildiklerini, o tanrısal güçlerine gururla bakarak içiyorlar kan dolu kadehlerini.
Sarhoşluk.
Allah kurtarsın bu çıldırmış insanlığı, eğer varsa o tanrı, varsa tanrılar. İlle de birbirinin gözüne parmak sokacak şu insanlar. Hiç bir inanç, hiç bir terbiye, ne de ahlak, insanın kudurganlığını ve birbirini yemesini önleyemedi. Bir de, geçmişten bu yana sürekli, samimi olmayan bir barıştan ikiyüzlülükle söz edilmekte sadece. Yalan yalan ve yine yalan.
Yazıyı okumayı burda bıraktım ve kalanını da okumayacağımı düşünerek çöpe attım.
Şehirdeyim.
Dolaşıyorum. Yaz havası ama yine de birden değişerek soğuduğu, kışa benzediği oluyordu. Bunu da sorun yapıyordum kendime. Gözüme ilk takılan güzel kadınlar, kızlardı. İnce bluzleri ve açık dekolteleri, dar kotlarından başka, kolyeleri, dudak boyaları, taranmış saçları, kıvrak yürüyüşleri ve mis gibi kokan parfümleriyle, her şey bir hayâl.
Hayâl…
bir kadın koşuyor
bana doğru
güzeller koşuyorlar
bütün güzel kadınlar koşuyorlar sonra
hafif uçan gülümsemeleriyle
kolları yana açık
koşuyorlar
tam kollarımı açarken birden
cansız resimler
Tablolardaki kadınlar ne de güzel
ne de uzak
ne de hafiftirler öyle
hiç
dokunulmazlar…
Görmezlikten geldiğim şeyler: Kedi kendine konuşan deliler, sarhoşlar, sapıklar, çöp karıştıranlar. Genç ve bitmiş dilenciler. Çirkinler, yorgun bitkin ve mutsuzlar.
Görmezlikten geldiklerim.
Kaçıyorum onlardan.
Kaçıyorum her yerden.
Yine karşıma çıkıyorlar.
Sokak sokak takip ediyorlar beni.
Ellerinde ateşler yanarken koşuyorlar üstüme üstüme.
Kaçamıyorum.
Yorgunum.
Düşüyorum koşarken yere
ayakların altına düşüyorum. (Eziliyorum ayakların altında)
Ayaklar üzerimde ama acı duymuyorum nasılsa. (neden acımıyor bir yerlerim)
Ben yokum.
Yok olduğumu anlıyorum
Yok olduğumdan acı da yok
Bir şey dokunmuyor bana. Korkuya kapılmıyorum, ölüm korkusuna da.
Bağırıyorum rüyada bağırır gibi, duymuyor beni kimse.
Duyan olsaydı, zaten ben de olurdum,
o zaman
yaşıyor da olurdum.
Kalkıyorum ayaĝa ve yürüyorum. İnsanlar beni delip geçiyorlar.
Bir hayal miyim?
Vitrinlerin camlarından giriyorum, dokunduğum hiçbir şey kımıldamıyor.
Rüzgar,
bir rüzgar gittikçe güçlenerek esiyor bana ve içime doğru.
İçim rüzgarla doluyor.
Rüzgar alıyor beni kendine.
Rüzgar ve ben
varız,
sonra rüzgar…
mehmet tekerek
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.