Peri Gazozu
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Bugünlerde bir kitabın gölgesinde yaşamaktayım, ışığında mı demeliyim yoksa?
“Daha önce de başka şiirlerde konaklamıştım” diyor ya Murathan. Okuduğu kitaplarda konaklıyor insan. “Değişen ruh iklimleri” ile başka kitapları serüvenine ortak ediyor. Nedir bir kitaba bağlayan bizi? Hangi kitapları içselleştiririz? İçimizi aşkla ya da hüzünle dolduran, bakışlarımızı kendimize çeviren nedir? Net bir cevaba ulaşmak zor. Elbette bir aşinalık buluyor insan okuduklarında. Kitaplar, filmler, şarkılar bize bizden haberler getirdikçe seviliyor biraz da. Söyleyemediklerimizi dillendirip deneyimlerimizle ve duygu dünyamızla örtüşüyorlar, bazen tam kalbimizden vuruyorlar bizi.
Bazı kitaplar sevdiğim lezzetler gibi okuyup bitirmeye kıyamam. Okuyup bitirsem de benim için hiç bitmez o kitaplar. Kitaplığımın bir köşesinde beklemeye bırakamam. Çantamda taşırım, gittiğim her yere götürürüm bir süre. Eşe dosta söz eder, okuturum heyecanla. Tekrar tekrar okurum bazı bölümleri ezber eder gibi. Demlenir içimde bir zaman. İşte onlardandı Ercan Kesal’ın Peri Gazozu… Susamış da su içer gibi okuduğum. Çocukken büyük dedemizin dolabından aşırıp içtiğimiz gazozların tadında.
Ercan Kesal’ın gazete yazılarını takip edenler elbette tanıyordur kitaptakileri. Ancak yazıların art arda gelişleri başka bir bütünlük duygusu oluşturuyor. Gazetedekilerin ne kadar tadımlık olduğunu anlıyorsunuz Peri Gazozu’nu okurken.
Son zamanların çok reklamı yapılıp az okunan kitapları arasında gerçekten kıymete değer olanları seçmek epey güç oluyor. Geç fark ettim ben Peri Gazozu’nu. Temmuzda raflarda yerini almış ama Tüyap’ta seslendi kitap bana. Bir solukta okunacak cinstendi, okudum. Hangimiz söyleşmeyiz elimize alıp da bırakamadığımız bir kitabın kahramanlarıyla yahut yazarıyla? Okurken zihnimizde oluşan bir konuşma isteği. Bu yüzden üzerinde pek çok şey yazılıp söylenmiş de olsa ben de bir şeyler söylemek hevesine kapıldım kitap hakkında.
Yazının sihirli bir yanı vardır, okurken ya da yazarken keşfettirir, zihnimize ışıltılı bir uyanış getirir. Peri Gazozu’nda sunuş bölümünde zaten yazar tavan arasındaki bir sandığı karıştırmaya çağırmaktadır bizi. O gösterir, biz izleriz. Bir koridordan geçer, bir dehlize girer gibi gireriz öykülerin arasına. Sağlı sollu dört bir yanımızdan akmaktadır anlatılanlar. Bir an görünüp kaybolan geri dönüş ve hatırlamalar. Şimdiki zamanın içinde capcanlı duran geçmiş zaman. Bir an dönüp baksak, tozlu eşyalar gibi üzerindeki perdeyi bir kaldırsak nefes alıp verdiğini duyabileceğimiz bir geçmiş. Aslında geçmemiş, hiç bitmemiş, uzaklaşılmamış sahici bir geçmiş. Bu gün hâlâ izlerini taşıdığımız, ölene kadar da taşıyacağımız; benzerlerini her gün yaşamaya devam ettiğimiz ilişkiler, karmaşalar, haksızlıklar ve kederler ağı. Kapadokya’nın gizemli coğrafyası gibi taş bir ev, bir mağara, bir oyuk içine gizlenmiş gözlerin seyridir bu. Herkesin görebildiği, açıktan yaşanan bir hayattan, zaman zaman da yalnızca bir hekimin bilebildiği sırlardan söz eder. Bazen herkesin baktığı yerden bakıp kimselerin göremediğini gören bir sanatçı duyarlılığı karışır işin içine. Sinemacı kimliğini de unutmamak lazım tabii. O kendi dünyasında hatıraların kapılarını bir bir aralarken bizimkilere de ışık tutar, kalbimize ayna olur. Kendi deyimiyle “kalemini kamera gibi kullanmakta”dır.
Sinemanın hareket-diyalog merkezli kurmacasıyla örülmüştür öyküler. Yazar yaşadıklarını ve yaşanmış öyküleri örtüsüz bir samimiyetle anlatır. Sadece anlatmaz, gösterir. Yalın, gösterişsiz bir dille - eskilerin sehli mümteni diye tarif ettikleri cinsten- bir çırpıda yazılıvermiş gibi görünen öyküler film gibi gerçeklik duygusu uyandırır içimizde… Okudukça fark edersiniz Peri Gazozu’ndaki öyküler asıl gücünü hayat kadar sahici oluşlarından almaktadır. Basbayağı konuştuğumuz dildir kullanılan ama anlatım öyle bir sözcük, ifade ya da ayrıntıda kilitlenir ki asıl etki onda saklıdır. Birbirinden farklı anektodların bir araya geliş sebebidir bu ayrıntı. Aslında öykülerin arasında organik bir bağ vardır, anlatılanlar temel bir motif etrafında kurgulanmıştır. Hem çıkış hem de varış noktasıdır o “metafor”.
Peri Gazozu’nu okurken Anadolu’nun bir kasabasında bir zamanlar Gazozcu Mevlüt’ün imal ettiği gazozlardan içip Ercan Kesal’ın çocukluğuyla birlikte hatıralarınızı seyredebilirsiniz. Çocukluğuma döndüm ben de sıkça. Bazen hafızamın kıvrımlarında sıkışıp unutulmuş bir hatıraya. Çocukken hep gittiğimiz bir doktor vardı, bizim kasabada. Hastalara yaklaşımı, teşhis ve tedavideki başarısı “Doktor İsmet bildiydi.” diye hâlâ anlatılır. Şiir ve edebiyata, sanata, eski eşyaya meraklıydı. İnsanına, memleketine önem ve değer veren bir adamdı. Kendince yıllar önce muayene olmuş hastalarla ilgili dosyalar tutar, yazdığı ilaçları bile not alırdı. Gözlüğünün üstünden şöyle bir bakıp “Falanca tarihte bir boğmaca geçirmiş.” diyerek başlardı muayenesine. Çocukken daha çok ateşlenince gittiğim, sancılar arasında ilaç kokan odalarda hayal meyal yüzünü hatırladığım Doktor İsmet amcanın kıymetini gençlik yıllarımda idrak etmiştim ki aramızdan göçüp gidiverdi. Birden, Peri Gazozu’nun sayfaları arasında ona rastladım. Ölmemiş, gitmemiş. Başka bir zaman ve mekânda, başka bir kahramanın şahsında hâlâ yaşamaktadır ve onun öyküleri öykülerimize benzer. Evet, bir kahraman… Peri Gazozu’ndaki öykülerin değişmez bir kahramanı vardır: yazar. Çocukluğu, gençliği, öğrenciliği, hekimliği ile; önce bir evlat sonra bir baba olarak türlü rollerde görürüz onu. Bazen kendisi yer alır öykülerin merkezinde bazen de görüp bildiği, tanıdığı insanlar. Ama tüm Anadolu insanının ruhu sanki onda tecessüm eder.
Hangimizin eski bir radyoya, mektup zarfına, siyah beyaz fotoğrafa hatta bir sobaya bakınca burnunun direği sızlamaz? Belli yaşa gelmiş insanların çocukluk, gençlik yılları, o yıllarda az ya da çok hepimizin yaşadığı garibanlık saklıdır bu eşyaların içinde. Tavan arası bu eşyalarla doludur. Bu yüzden baştan sona hüznün kitabıdır, Peri Gazozu. Kırık buruk sevinçlerin ve iç çekişlerin kitabı. Bir tohum düşer gibi toprağa, hüzün düşer her öyküde içimize gizli gizli. Gizli, çünkü yazar satır aralarına gizlemiştir asıl söylemek istediklerini. Açıkça ağır bir ıztıraptan, feryat figan eden bir acıdan söz etmez. Sessiz bir âh’tır yalnızca. Acıyı, aşkı, yaraları onların adını bile anmadan anlatır. Bazı öyküleri okurken gözyaşlarınızı tutamazsınız.
Neyin hüznü bu? Her şeyden önce geçen zamanın. Çocukluk ve gençlik capcanlı hatıralarda duruyor olsa da geçip gitmiştir nihayetinde. Sıkıntılı anlarımız da geçer mutluluklar gibi. O günlerde kanayan yaraların sızısı çoktan dinmiştir. Her şey, dopdolu bir inançla uğruna baş konulan davalar bile -o uğurda ölen fidanlar gibi- bir zaman sonra yitip gider. İzler?... Zamanın suları izleri yavaş yavaş siler. Ölüler… Her biri kendi öyküsünün kederini yüklenip uzaklaşır. Geriye sızısız, boş kalpler kalır. Zamanla kanıksanır her şey. Yalnızlaşır insan, susar ve içine gömülür. Aslında kalbimiz sızılarımızdan uzak düşmesin diye yazılmıştır Peri Gazozu. Çocuğunda çocukluğunu seyreden, hastalarının acılarıyla acılanan bir adamın bizimle ve zamanla hesaplaşmasıdır bu öyküler. Üzerinden atlayıp geçtiklerimizi işaret eder, onlara döndürür bakışlarımızı. Hastalarının yardımına gece gündüz koşan bir hekim gibi bunları bize göstermeyi de bir görev saymaktadır belli ki..
Biz’dendir yazdıkları Ercan Kesal’ın bizimdir! Soğuk odalarda sarınılan yorganlar, şarkı dinlenen radyolar, dua mırıldanan nineler kadar bizim. Kendi sesimizi dinler gibi okuruz. Anlattığı öyküler yazarla bizim aramızda bir yerde durmaktadır. Öykülerin ona yakınlığıyla aynıdır bizim onlara mesafemiz. Bizim yüreğimiz değil midir zaten onun kaleminde dile gelen? Bizimdir Peri Gazozu, hepimizin.
YORUMLAR
Haberim olmamıştı hiç böyle bir kitaptan.. Öyle güzel anlatmışsınız ki, hemen alıp okuyacağım. Hani şu an açık olsa kitapçılar, şimdi vuracağım kendimi yollara!
Çok teşekkürler bu güzel yazı için...
Saygımla.,.
tudefus
Özlem Tarhan
:)
Şiir yazmıyor musunuz?
tudefus
tudefus
Bu kadar yazar, çizerin arasında böyle bir yazının yorumsuz kalması düşündürücü...