- 954 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
canım, sıkılabiliriz
"Ben hep sıkıntılıyım. Yani bir adamın canı sıkılır, o benim. Çünkü bana en yaraşan durumdur sıkıntılı olmak. Ne söylenmişse ve söylenmemişse, ne yapılmışsa ve yapılmamışsa, ne düzeltilmişse ve düzeltilmemişse ondan sıkılan biri. İşte böyle başlıyordu her yerde mutsuzluk. Ve mutsuzluk büyük bir umut gibi çekiyor kendine beni. Değişiyorum ve çoğalıyorum gibi. Tek büyük doğrunun yarım dilimi o. Ben, kutsal bir bahaneyim, belki de bir sığınağım kendime.”
Turgut Uyar
Okumayı seven bir arkadaşımın tavsiyesiydi:’ Yazdıklarını bir yerde yayınlamayı dene, odanda senin gibi yapayalnızlar. Kendine az da olsa güven, dene şansını. Ne kaybedersin ki?’ Vatikan’da yaşayan bir köpek kadar uysal ve mitolojiktim. Madam mamasını yiyordu. Televizyon açıktı. Telefonun şarjı bitmek üzereydi. Derginin editörü attığım maillerden bıkmış, bana telefon numarasını göndermişti ama bu sefer de bir türlü mailde gönderdiği numarayı aradığımda kimse karşıma çıkmıyordu. Sayıyordum her seferinde. ‘Şimdi on kez çaldı, tamam on birinci bağlanma tonunda o yazar avlayan sesi duyacağım.’ Hayır, duymadım. Tavsiye almaktan nefret etsem de, nefret ettiğim tavsiyelerin en acısını hayatımda emzirmek gibi ahmakça bir hayale sürüklenmiş, umutlarımı açık unutulan kamyon dorsesinde ruh bozguncularına kaptırmıştım.
Bir başka arkadaş siyasetten bahsediyordu. ‘Bu seçimlerde oy kullanacak mısın?’ diyordu. Uygun adım marş insanlar tek perdelik oyunda geçiştirilen figüranlar gibi yaşamlarına devam ederken, her gün aynı adamları televizyon ekranlarında görmekten dolayı siyasetten iğrendiğimi söylemek istiyordum. Gereksizdi. Ölmekte olan birisinin hayallerini, yanında oturan ve onun ölümünü bekleyen insanlara anlatması kadar boştu. Şekerli bir tatlının elde bıraktığı yapışkan his kadar, hafızamda kalmış şerbetli vaziyetin hayali canavarlarından kurtulmak istiyordum. Madam Ortans ölüm döşeğindeydi. Madama ne zaman Yunan yazarlarından bir şeyler söylesem, esneyip, kaşınmaya başlıyor. Zorba’da Madam Ortans ölüm döşeğindeyken, yanına gelen Giritli ondan şöyle bir günah bağışlanması diliyordu:’ Bugüne kadar senin hakkında ileri geri konuştuysam kusura bakma, insanız affet!’ Madam Ortans başını güneşe doğru çeviriyor. Yaşlı fahişenin damarlarında Azrail’in nefesi dolaşırken, kendisinden af dileyen birinin gözlerine dahi bakamıyor. Sonra siyasetten tekrar konu açılıyor. Ona dedim ki:’ Biliyor musun, Madam Ortans kadar açıkça vücudunu paylaşamayacak insanların arasında, ruh selameti diliyoruz sabahtan akşama. Bu yalnızca radyasyon kaynaklı bir hatıra biriktirme çeşidi. Hatıralar artık daha sanal!’
Net biri olamayınca, net cevaplarda alamıyorsun. Kadına âşık olmuştum, ilk görüşte aşktı bu. Yanına yaklaşmaktan korkuyor oluşuma sebep, yanında oturan hemcinsimdi. Adam sandalyede bana arkası dönük şekilde oturuyordu. Kadınla birkaç kez gözlerimiz aynı meridyende, paralel bir evrende birleşti. Adam her şeyden habersiz, kadının hazinelerini düşünüyordu. Benim aklımda olan şeyse, kadına söylemek istediğim, ağzımda kurumaması için ıslattığım mısraydı:’ Çok tembel bu resmimiz, biraz koşmaya ne derseniz?’ Gayet tabi bozuk bir saat vardı yüreğimde ve her gün iki insana âşık olurdum. Biri beni Babil’de yaşatacak bir kadın, diğeri de o kadına sahip olan erkekti. Hatta kıskançlığım en yüksek safhasında, kadına olan sevgiyi adamın gözlerinde okuyabiliyordum. Çaresiz peygamberimi bekliyordum. Kimse açıklamıyordu, açıklamadan akrep gibi kaçıyorlardı. Yoruldum. Masada otururken önümde duran peçeteden gemi yaptım. Bir gemim vardı artık. Bir peçete daha çıkardım peçetelikten. O çıkardığım peçeteden de uçak yaptım. Bir uçağım vardı artık. Bir uçağım ve bir gemim vardı. Âşık olduğum kadın, ona benim gözlerimle bakan adamın kolları arasında uzaklaşırken mekândan, arabam olmadığı için benim gözlerimdeki ateşi fark etmesini gerektiren sebepten çok uzakta duruyorduk. İtfaiye çağırmaya gitmişti birileri. Geri dönen kimseyle karşılaşmamıştım henüz.
İnsanlar sonra, önceden olduğu gibi hep önyargılı olarak kalacaklarını karıncaların rekorlar kitabına girerek şahsi beyanatlarla vermişlerdi. Esas saplantı çevrede dolaşan sinekten farklıydı ve bu muğlak saplanışın çıkış noktası olacak tek ülke kalmamıştı. İnsanlar kirliydi. İnsanlar kirletmişti. Kirli olmayan ülke kalmamıştı. Kirli insanların elleriyle, dudaklarıyla, tırnaklarıyla, diz kapaklarıyla, kanlarıyla, ayaklarıyla, vajinalarıyla, penisleriyle kirlettiği ülkelerde önyargı, tek şeritli bir yolu kapatmaya yeltenmiş bir dubanın plastik göğsünde padişah çıbanı gibi büyümüştü. Yavuz bir kene yapışmıştı dimağımızın tam ortasına. Tencerenin dibinde çözülmeyi bekleyen kurumuş yağın en sert parçasıydı eylemsizlik. Süratle ivme kaybeden otomobilin dört tekerinin birden jantlarından kurtulan lastiklerinin zaferiydi saygı. Kandı, biraz özveri ve çokça sabır! Güzel yaşamıyordum. Güzel yazmıyordum. Güzel yaşlanmıyordum. Hepsi birden olmayınca, hiçbiri güzel olmak için uğraş göstermiyordu. Manken gibi uzun ve fiziği düzgün kız zengin bir kocaya verirken, dağların Ferhat’ı veremden dolayı ölüveriyordu asitli boya tezgâhları arasında. Bazal iflaslık, ortaklığın bağ bozum vaktine denk düşüyordu.
Benim ‘tutunamayanlarımı’ biri aldı götürdü. Hep demiştim oysa biraz Turgut Uyar, biraz Oğuz Atay okuyalım. Sonra mağaramızdan çıkar, şerbeti eksik parmaklarımızı birbirimize dolayıp, ikimizin nabzının aritmetik ortalamasını alır, bir şeyler yazabilirdik. Güzel filozoflar, söylediler ve gittiler. Güzel kadınlar ahmakça bir hayat uğruna, gençliklerinin en güzel dönemlerini bir hiç uğruna harcadılar. Bir gün hiç utanmadan şöyle sormuştu:’ İlk izlediğin porno film hangisiydi?’ Şaşırmıştım. Bu aynı zamanda ilk mastürbasyonunu kaç yaşında yaptın demekti. İlk kez bir kızı ne zaman öptün ya da sevgilin gerçekten oldu mu? Bu son iki soru haricinde, bir de ‘ilk namazı kaç yaşında kıldın’, ‘ilk kez ne zaman şiir yazdın’ gibi sorular da şaşırtıcıydı. Cevap vermek zordu hepsine birden, o arada kalan iki soru hariç. Kısaca ‘yok’ deyip, geçiştirdiğini zannetmesini isterken karşıdakinin, aslında hiçbir şey geçişmiyordu. Uzun uzun sigaranın dumanı damağa yapışıyor, gaz içine girdiği şeklin hacmi miktarınca balgam üretiyordu. Akciğerleri sisli bir sabahın ertesinde, ne yapılırsa yapılsın, bu sıkıntıdan beni kurtaracak hiçbir şeyin olmadığına onu ikna ettim. ‘Yalnız’ dedim, ‘yalnız sen benimle olunca, göğsümün kafesleri açılıyor, ruhum hür bir kuşun ölmeden önce mavilerde son valsına ortak oluyor.’ Güldü. Her insan buna güler. Oysa ben bir sığınaktım yalnızca kendi hoyratlığıma. Eğer daha fazla canım sıkılırsa, doğruyu bir hap gibi yutup, içimde saklar, yanlışı, günahı yüzüme sürer, meydanlarda sıkıntılar destanımı okurdum. ‘Sınırımın dışına iade edilmeye az zaman kaldı’ de bakışları her nerede, hangi kadında görürsem göreyim, tanırım. Çaresiz bir bardak suyu kafama dikip, dişlerimin arasında, büyümüş bademciklerimin üzerinde iyice dolandırıp, yuttum. İkimizde kuş değildik.
Sıkıntıdan başka işim yokmuş gibi, başka işim varken, o benim, canı sıkılan, canı sıkılınca daha fazla can sıkıcı olan ben, edebi yalanlardan bahsetmek istedim. Kitap çıkarınca hafiften ünlü olan yazarların bunaltıcı hayal kusuşları karşısında, kendimi içi boşaltıldıktan sonra üzerine içilen bardaktaki son çayın kalıntısı dökülen porselen tabak gibi oldum. Ne verirlerse alıyor gibiydim ama yıkanmaya, temizlenmeye, saf bir su kokusuyla yaşamaya devam etmem lazımdı. Biri şöyle sordu: ‘Peki, sen de aynı hataya düşüyorsun. Sevdiğin bir şeyi tüm hayata yaymak, insanların onu görmesini, seni takdir etmelerini, büyük ihtimalle bir kazanç kapısı, daha da önemlisi menfaat ortamı oluşturmak istiyorsun. Bu edebiyatçılardan ne istiyorsun? Sana ne zararları var? Git, istediğin bir siyasetçiyi ya da medya konjonktüründe görev alan bir gazeteciyi eleştir ama neden bir sanatçı ya da sanatçılar?’ Ne yani, kimi kandıracaktım, kimi kandırmak için bu dünyaya gönderilmiştim? Kendi ruhunu tanıma, kendini tanımak için kalem denen simgeyi kullanma vazifesini yazarlık olarak belleyen, dahası boşluklardan bahseden, basitlik, sadelik adına alfabenin haysiyetini yerle bir eden, o harflere bir sürtük gibi davranan, tepki verdiğinde azgın bir jartiyer yırtığı gibi baldırdan dize kadar bir anda yırtılan eğlencesiz, iç güdümlü mutluluk kalemlerinden ne isteyebilirdim ki! ‘Bir fikrin delisi olup, o fikir uğruna ölmüş insanlara saygım sonsuzdur, ancak bir fikre sahip olduğunu gösteriş hazzıyla gözümü sokmak istercesine çabalayan, niyeti iyi de olsa, bilgiyi oyuncak yapan bir zekânın hangi mitostan güç alıp da, böyle saçmalayabildiğini anlamış değilim’ dedim ve sustuk.
Avilalı Tereza diyordu ki:’ Evet, aslında iblisler ruhumla top oynuyor gibi geliyor bana…’ Omuzlarında ıslak dünya acıları insanlar, Azize Teresa’nın heykelciklerinden daha güzel gölgeler sunuyorlar yaşarken. Aslında canavarların tek olacağını, bir canavarın dölüyle yeni bir evladı dünyaya asla bırakmayacağını bilirken, insan kendisinden başkasına aktaracak bir şeyin gereksizliğinin farkına varınca asıl cevher o zaman ortaya çıkıyor. Ahlaki tüm kanunlar birden patlak bir balon gibi itici gelmeye başlıyor. Suda boğulan ateş, aşksız, mesleksiz, nesilsiz bir yok oluşun çamuruna türünü yerleştirirken, bu çılgınlıkta bir gün son bulacağını kendi yazgısıyla itiraf ediyor. İnsan karışık bir varlıkken, kendi cinsi ondan tutarlı, düşüncesi açık sözcükler umuyor. Bir yandan da bir şey tamamen yok olmaya başlıyor:’ doğallık!’ Hiç kuşku yok ki, canı sıkılan biri her şeyi yapabilir ama kendini tam anlamıyla ifade edemez. Bu yüzden de bozguncu olarak tanımlanır. Oysa onu yaratan onu biliyordur ve onun ne demek istediğini anlıyordur. Bir arkadaşın yazma dünyasına merhaba dediği ilk yazılarında, kendisini şeytanlarla dans eden bir külkedisine benzetmesini tam olarak anlayamamıştım. Anlıyorum ki, o öykü yazmakla merhaba derken edebiyata, hiç tanımadığı biriyle aynı düşünceleri paylaşıyordu. Sanırım bırakmayalım bu laneti. Dölü parmakları arasında vıcık vıcık olmuş, gözlerimde bengisu hayaletlerin gülümseyen pozlarında kemirgen bir yüz buruşturmasını çizerken ilahi bir el, artık tüm duygular karmaşanın ortasında yerini bulmak için özünden ayrılmaya başlıyor. Haber verilmedikçe, merak artıyor. Özlem hak edildiği gibi, bir umut parçası tarafından haklanıp, bunaltıların tam ortasında gülünç bir antika parçası olarak geçmişe not ediliyor.
‘küfler’
…
Doğrularımız hep aynı doğrular. Hiçbir yenilik bizim önceki nesillerden üstün olduğumuzu kanıtlayamıyor.
Sizin hocalarınız, öğretmenleriniz, akıl ustalarınız, modern kavramların mutluluğu üzerine çiğ bir oluşa tapınan Hegel kadar basit, yapay… Fuzuli hüznü hep var, asillik yenilik iblisi, ellerimiz maymunun muzu sıktığı eller, sofist soyutlanıyor. İnsan asla mutlu olamaz. Bıraksınlar mutlu olmayı denesin bazıları. Hepinizin canı elbet sıkılacak, dengeden muaf, ümitsizlikle tarihe geçeceksiniz bir sinek kanı olarak. Büyükler asla yapay çiçekleri sevmedi. Akıl yürüten her dahi, sezgisinde en çok tiksintiyle iç içe yaşadı. Coşkusunda dahi büyüyen tiksinti!
Alay edilmeyi kabullenemeyen dâhilerimizle, çeşitli safdilli şarkılar besteliyoruz. Asıl sıkıntımızın iflasındayız. Can sıkıntılarının dahi içi boşaltılıyor. Önceden her sıkıntı bir icat demekken, şimdi sağlık kaybı… Artık gezegen tanrıları bile ayak basılacakları günün korkusuyla, ne aşkı tam anlamıyla insanlara yaşatıyorlar, ne de savaşları! Tüm savaşlar ahlaksızca! -aşklar da buna dâhil!
Son olarak Atinalı kardeşlerimin cennetinde misafir ederken kendimi, üstün ırkın en güzel şarkısını dinliyorum. ‘Her şey daima bilinmişken’, var olan bir şeyi yeniden keşfetmenin hiçbir manası yok. Ancak esasını kaybetmiş bilgenin yine de kulağına fısıldamalı. Biri yanına gelip, seni kötülese dahi, ona aldırış etmemenin zamanı bu çağ. Cahiller karşısında hikmetli sözleri kusman, sana saygınlık değil, bitkin, yorgun bir çobanın halini tasvir edecektir ki, koyunların kusmuklarıyla değil, sütleriyle sen besleniyorsun. Asla kimseyi küçümseme. Çünkü sen, küçümseyeme yeltendiğin insanlar sayesinde bilgesin.
canım, sıkılabiliriz Yazısına Yorum Yap
"canım, sıkılabiliriz " başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.