- 712 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
YAVUZ
O gece hastanedeki acil servis nöbeti her zamankinden daha sakindi. Bu sükûnetten faydalanan Yavuz ve arkadaşları çay içmek için yemekhaneye çıkmışlardı. Yemekhane bu saatlerde çok tenha oluyordu. Oysa bu saat, hastane çalışanları için yoğun denecek bir saatti.
Yavuz “ Bu gün ne kadar sessiz bir gün, dünkü nöbet berbattı. Bir bıçaklanma geldi, adama saatlerce CPR (canlandırma işlemi) yaptılar. On yedi yerinden bıçaklamışlar herifi. Fakat adam, onca bıçak yarasına bana mısın demedi, ben giderken hâlâ yaşıyordu, hemen ameliyata aldılar zaten.” dedi. Çayındaki şeker erimiş olmasına rağmen karıştırmaya devam ediyordu.
Ahmet; “Sen dün de mi nöbetçiydin?” diye şaşkın şaşkın baktı. Nöbet listesini kendisi yapmıştı, üst üste nöbet yazmak gibi bir hata yapmış olamazdı.”Hayır, bir şey almak için hastaneye uğramıştım, o zaman gördüm” dedi Yavuz, omuz silkerek.
O esnada Pınar’ın telefonu çaldı, telefonla konuştuktan sonra masada oturanlara dönerek” Narkotiklerin anahtarı kimde? Dünkü sayımda yine bir ampul morfini eksik yazmışlar anlaşılan. O kadar sıkı takip etmesek, biri morfinlere dadandı diyesim var, ama bizim çevrede kimse böyle bir şey yapmaz ki!” dedi. Herkes birbirinin yüzünden bir şey anlamaya çalışırcasına diğerine bakıyordu. Bir aya yakın zamandır dolaptan iki ampul morfin eksik çıkıyordu. Yavuz, cebinden anahtarı çıkarıp masada Ahmet’in önüne denk gelecek şekilde attı. “Bende kalmış. Unutmuşum” dedi. Ahmet, Yavuz’u dikkatle süzdükten sonra, kayıtlara daha çok dikkat etmeleri gerektiğini, son bir aydır hep ekside olduklarını anlatmaya başladı.
Narkotikler konusu tartışılmaya devam ediliyordu ki; Yavuz birden ayağa kalktı, tezgâhtan bir tane elma alıp cebine koydu. K.B.B binasına gideceğini, dolabından bir şey alması gerektiğini söyledi ve arkadaşlarına cevap hakkı tanımadan arkasını dönüp gitti.
Yavuz K.B.B. servisinden acile, nöbet tutmak istediği için, yeni geçmişti. Nöbet usulü çalışmak isteyen hemşireler, ya, hem çalışıp hem okuyan üniversite öğrencileri, ya da yalnız yaşayan bekârlardı. Yavuz, ara sıra Yozgat’tan, evini toparlamak, kıyafetlerini yıkayıp ütülemek için ve en önemlisi de oğluna göz kulak olup, özlemini gidermek için yanına gelen annesini saymazsak, yalnız yaşayanlardandı.
Yavuz’un fevri davranışlarına henüz alışamamış olan arkadaşları, konuşmanın ortasında hesap vermeden alelacele kalkıp gitmesini biraz yadırgadılar, fakat acile yeni başlayan hiç kimseye hemen alışılamazdı zaten.
Aylardan Temmuz’du. Ilık bir yaz gecesiydi ve dolunay vardı. Takımyıldızları, Samanyolu galaksisi, ateş böcekleri, geceyi aydınlatmaya yetiyordu. Bütün bu ışık kümeleri yeni bir ayine başlar gibi huşu ile şehrin başını döndürüyordu.
Birkaç hasta odasına ait pencere dışında, ışığın yanmadığı bu eski binanın önünde bir kadavra gibi duruyordu Yavuz.
Dolabı hâlâ bu binadaydı. Bir ay olmuştu acile geçeli fakat dolabını taşımayı düşünmüyordu. Dolaptan bir şey alma bahanesiyle sık sık buraya gelebiliyor, nöbetin bunaltıcı havasından biraz olsun uzaklaşıyordu.
K.B.B. binasının dış kapısından içeri girdi. Girişte poliklinikler, lavabolar ve giyinme odaları vardı.
Çok önem verdiği bir şeyini yitirmiş gibi hissediyordu. Onca işin arasında, ne olduğunu bir türlü hatırlayamadığı, bu “şey”i düşünmeden edemiyordu. Ayaklarını sürükleye sürükleye asansörün yanına kadar gelebildi. Sanki kaybettiğini düşündüğü nesne ayaklarından tutuyor, Yavuz’un koridorda ilerlemesine imkân vermiyordu.
Bu gece belki de şimdiye kadar yüzlerce kez adımladığı koridorlar, ona bambaşka bir yer gibi geliyordu. Loş koridorlarda yürürken dengesini yitirdiğini hissetti. Hastanenin antialerjik boyayla boyanmış soluk beyaz duvarlarına avuç içleriyle dokundu. Koridorun sonunda mavi bir ışığın belirdiğini gördü. Karanlıktan kamaşan gözlerini ovuşturan Yavuz, şimdiye kadar orada bulunduğundan bile habersiz olduğu bu ışık saçan odaya doğru ilerleyen ayaklarına engel olamıyordu. Hipnotize edilmiş gibiydi. Yürüyor, yalnızca yürüyebilmeyi düşünüyordu.
Koridor boyunca yürümeye devam etti. O yürüdükçe arkasında kalan kapılar kapanıyor, yerlerdeki parkeler sökülüyor, duvarlar katlanıyor, tablolardaki renkler siliniyor, gözünün görmediği, arkasında kalan her şey, bir girdabın içine doğru akıp, ardında bıraktığı hayat, ateşte eriyen buz kütlesi gibi eriyip hiç oluyordu.
Şimdi o meçhul mavi ışıkla Yavuz baş başaydı. Gaibe terk ettiği hayatıyla beraber, korkularını da ardında bırakmıştı. Hissedebildiği tek duyguydu şimdi; merak.
Işığın taştığı kapıdan içeri girdi. Tüm vücudu masmavi bir ateşe düşmüş gibi yanıyor, her bir hücresinden ayrı ayrı kıvılcımlar çıkıyordu. Fakat Yavuz o kadar üşüyordu ki, alevler içinde kalan kolları kendi vücudunu arıyor, kendi kendini sarmalıyordu. Gözleri bu parlak dünyada körlükle her şeyi görmek arasında gelgitlerle açılıp kapanıyor, sonunda hisleri körlükte karar kılıyordu. Beyaz körlük.
Bu bembeyaz karanlığın içerisinde merak hissini yitirmeden ilerleyen Yavuz, bir ses, bir türkü duyduğunu sandı. Neşet Ertaş, almış eline sazını sanki yalnızca onun için söylüyordu bu türküyü “Ah yalan dünya”. Müzik gitgide uzaklaşmaya başladı. Hâlâ yürüyordu. Parlak aydınlığa müthiş bir kulak çınlaması eşlik etmeye başlamıştı ve yıllardır yürüyormuş hissi vardı bacaklarında. Böyle ne kadar yürüdüğünü tasavvur etmeye çalışırken yol birden bire sona erdi.
Ne parlak ışık, ne beyaz körlük, ne dinmek bilmeyen çınlama, ne de hâkim olamadığı ayaklarındaki yürüme arzusu… Hiç birinden eser kalmamış, uçsuz bucaksız bir bahçeye, güzel bir Temmuz sabahına ulaşmıştı.
Bahçede envai çeşit çiçek ve meyve ağacı vardı. Kanatlarında renkli pullar taşıyan kelebekler, güzel kokulu çiçeklerin etrafında uçuşuyor, kuşlar en güzel şarkılarını bu bahçede söylüyordu.
Elli metre kadar daha yürüdüğünde etrafını ağaçların sardığı bir açıklık gördü. Tam ortada bir kuyu ve kuyunun yanına oturmuş bir kız vardı. Kızın saçları som altından, başındaki toka ise yakut, safir ve elmastandı. Üzerinde Hint ipeğinden beyaz bir elbise, yüzünde tarif edilemez bir hüzün vardı. Elinde bir ucu kuyunun içine sarkmış olduğu hâlde, gümüş bir sicim tutuyordu. Kızın yüzüne daha dikkatli baktığında kızın dudaklarının olmadığını fark etti. Kuyuya eğildi Yavuz. Dipsiz bir kuyuydu bu. Kızın aşağı sarkıttığı sicimi tarttı. Sağlam olduğuna kanaat getirip kuyuya inmeye karar verdi.
Kuyu dipsiz gibi görünse de oraya inmek göz açıp kapamayla ölçülecek kadar kısa sürmüştü. Yukarı kaldırdı başını, cılız bir ışığın dışında hiç bir şey görünmüyordu. Etrafına göz gezdirirken sağ tarafında tahta bir kapı fark etti. Kapının tokmağı elmas bir küreydi. Bu elmas kolu çevirerek kapıyı araladı. Kapı açılırken kuyuyu su sesi doldurdu. İçeriye adımını atar atmaz düşmeye başladı. Şimdiye kadar öğrendiği bütün fizik kuralları çiğneniyordu. Yavuz yatay bir merkeze doğru hızla çekiliyordu.
Sonsuz bir düşüşle düşüyordu Yavuz… Günlerce, gecelerce, saatler ve dakikalarca... Nihayet bir ağacın üzerine düştü. Ağaç elma ağacıydı ve dallarında yalnızca bir tane elma vardı. Yavuzun ağaca çarpması ile elma tanesinin bulunduğu dalı terk etmesi aynı anı paylaşıyordu. Şimdi, ağacın gölgesinde paramparça olmuş bir elma vardı… Yavuz yok olmuştu.
…
Ahmet, sabaha kadar Yavuzu cep telefonundan aramış, bir türlü ona ulaşamamıştı. Şimdiye kadar onun nöbeti terk ettiğine birkaç kez şahitlik etmişti ama sabaha kadar yok olduğunu hiç görmemişti. Nöbet çıkışı K. B. B. binasına göz atmaya karar verdi. Bu binada fazla hasta olmadığından nispeten diğer bölümlere göre tenha bir yerdi burası.
Giyinme odasına baktı, bulamadı. Tuvaletlere bakmaya karar verdi. İçeri girdiğinde bir musluğun açık kaldığını ve neredeyse suyun lavabodan taşmak üzere olduğunu gördü, musluğu kapattı. Son kez Yavuz’un telefonunu çaldırdı. Koridorun sonundaki tuvaletten Neşet Ertaş türküsü duyulmaya başladı “ Ah yalan dünya… Yalan dünya…” Ses Yavuz’un telefonundan geliyordu. Kapı aralıktı. Ayağıyla kapıyı itti Ahmet. Yavuz, klozetin yanında, dizlerinin üzerine çökmüş, mosmor kesilmiş yüzü, ezilmiş bir elmanın dağılan parçaları üzerine düşmüş, öylece yatıyordu. Yavuz’un ayaklarının dibinde 10 cc.lik enjektör ve kırık, beş tane morfin ampulü vardı.
Yavuz çoktan ölmüştü.
…
Cenaze işlemlerini yapmak ve oğlunu Yozgat’a geri götürmek için gelen Hayriye Hanım, polisin otopsi yapma ısrarını reddetti. Erguvan sokaktaki evden, oğlunun otuz üç yıllık hayatına dair üç beş eşya dışında hiçbir şey alamadı acılı kadın. Üzerine Yavuz’un kokusu sinmiş birkaç gömlek, ayakkabıları ve küçüklüğünden beri elinden düşürmediği sazı…
O gece, Hayriye Hanım oğlunun ayakkabılarını giydi, gömleğini üzerine geçirdi. Omuzlarını titreterek sabaha kadar, içli içli ağladı.
Yavuz’un meslek hayatında geçirdiği en yoğun nöbet, nihayet buluyor, Hayriye hanım omuzlarındaki ağırlığı, yeşil örtülü tabuta yükleyerek memleketine götürüyordu.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.