- 565 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
EDEP YAHU DİYENLERE
EDEP YAHU DİYENLERE
İnsanlar, kendilerini yönetecek siyasileri seçerken milli ve manevi değerleri gözönünde bulundururlar. İnsanların özlemi ve beklentisi; huzur, barış ve sükunet içinde yaşamaktır. insanlar, kanunlara ve siyasilere güveni esas kabul ederler. Ancak bu güven sarsılmaya başladığında insanların kanunlara ve siyasilere olan güveni de yok olur. İnsanlar bu takdirde başka seçenekler üzerinde bir süre düşünür ve sandığa vardığında düşüncesini oy ile tesciller. Bu demokrasinin vazgeçilmez bir kuralıdır.
Pek çok ülkede, siyasilerin insanların değerleri üzerinden söylem geliştirip, iktidar koltuğuna oturduğunu biliyoruz. Ancak geçen süreç içerisinde dini ve milli duyguları istismar ederek işbaşına gelenlerin yolsuzluğa ve usulsüzlüğe bulaşmaları sebebiyle sandığa gömüldüğünü görüyoruz. Ülkemizde de bu konuya örnek teşkil edecek pek çok olay mevcuttur. Bu örneklerden bazılarını kısaca hatırlatmakta fayda vardır: 1975 yılında AP (Adalet Partisi) iktidardayken; Başbakan Süleyman Demirel’in yeğeni Yahya Demirel, hayali ihracat yaparak büyük bir vurgun yapmış; yargı önünde hesap vermişti. Bir diğer örnek; 1995 yılında, AP’nin devamı olan DYP’nin (Doğru Yol Partisi) Genel Başkanı Tansu Çiller Başbakan olmuştu. Bu dönemde Selçuk Parsadan, Emekli Orgenerallerimizden Necdet Öztorun’un ismini kullanarak Tansu Çiller’i kandırmış ve örtülü ödenekten 5.5 milyar lira dolandırmıştı. Selçuk Parsadan da yaptığı dolandırıcılık sebebiyle kanun önüne çıkartılarak hapse mahkum olmuştu. Diğer örnek; dört eğilimin partisi olarak ortaya çıkan ANAP’ın (Anavatan Partisi) Şişli Belediye Başkanı Gülay Aslıtürk ise; 1997 yılında belediyesi üzerinden yaptığı vurgun sonrasında yurt dışına kaçarak paçayı kurtarmıştı. Bir örnek daha verelim; 1993 yılında SHP’nin (Sosyal Demokrat Halkçı Parti) İstanbul Belediye Başkanlığını yapan Ergün Göknel de belediyesi üzerinden devleti dolandırdığı için hukuk önüne çıkarılmış ve hapse atılmıştı. ANAP’ın; Turgut Özal’lı ve Mesut Yılmaz’lı dönemlerinde de hayali ihracat ve ‘Mavi Akım Projesi’ üzerinden büyük vurgunların yapıldığı kayıtlara geçmiştir. İşte bu yüz kızartıcı olaylar, milletimiz tarafından telin edilmiş, milletin tokadı, ‘İlahi adaletin tokadı’ olarak tecelli etmiş ve bu pisliğe bulaşan siyasi partileri sandığa gömerek siyaset sahnesinden silmiştir.
İnsanlarımız, tertemiz imanı ve ahlakı olan bir yönetici arar olmuştur. 2002 yılında dış mihraklar tarafından şekillendirilip, 28 Şubat Post Modern Darbesi’nin bir ürünü olarak milletimizin önüne servis edilen AKP Hükümeti; milletimizin dini ve milli değerlerini istismar ederek iktidara gelmiştir. Yandaş basın ve medya gurubu: AKP Hükümetini; imanlı, ahlaklı, yalan söylemeyen, tüyü bitmemiş yetimlerin hakkını koruyan, yolsuzluk ve vurgun yapmayan, devletimizin ve milletimizin değerlerini sonuna kadar koruyan bir parti olarak milletimizin hafızasına yerleştirmiştir.
Kısa bir araştırma yaptığımızda Tayyip Erdoğan’ın 1997 yılında ABD tarafından belirlenecek bir partinin başına getirilmesinin planlandığını görürüz. Bu süreçte Tayyip Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’ndan istifa etmiş; o dönemlerde Necmettin Erbakan ekolüne bağlılığı ile bilinen Abdullah Gül ve Abdüllatif Şener ve Bülent Arınç gibi isimler, RP’den (Refah Partisi) istifa ederek AKP saflarında yer almıştı. Bunun üzerine merhum Necmettin Erbakan, ABD’den icazet alan Tayyip Erdoğan ve yol arkadaşları için şu tarihi açıklamayı yapmıştı; mealen; “sizi gidi sizi. Siz Milli Görüş Gömleğini çıkardınız, Siyonizmin gömleğini giydiniz…” Dünya siyasetinin iç yüzünü çok iyi bilen merhum Necmettin Erbakan’ın bu tarihi sözleri AKP’nin nasıl bir parti olduğunu, kimler tarafından kurulduğunu ve kimlere hizmet etmekle görevlendirildiğini çok açık bir şekilde anlatmaktadır. Ayrıca; AKP Hükümeti tarafından topraklarımızın, madenlerimizin, limanlarımızın, iletişim sektörümüzün ve kamu iktisadi teşekküllerimizin tamamının yabancılara büyük bir gayretle satılması; Tayyip Erdoğan’ın ABD-İsrail ortak yapımı olan BOP Eşbaşkanlığına getirilmesi ve bu projenin gereği olarak İslam ülkelerine alenen haçlı seferlerinin düzenlenmesine destek vermesi AKP’nin kimlerin hesabına çalıştığını apaçık göstermektedir. Üniter devlet yapımızın değiştirilmeye çalışılması, milli marşlarımızın okullarda yasaklanması, Bayrağımızın göndere çekilmesinin bile tartışılır olması; TSK üzerinde büyük bir yıkım operasyonunun yapılması ve Atatürk İlke ve İnkılaplarına apaçık savaş açılması, AKP’nin kimlerin talimatıyla çalıştığını tekraren ortaya koymaktadır.
AKP Genel Başkanı ve Başbakan Tayyip Erdoğan, seçim dönemlerinde Fethullah Gülen Cemaati ile eşgüdümlü hareket etmiştir. Fethullah Gülen’in; yönünü Vatikan’a ve ABD’ye çevirmiş bir cemaat lideri olduğunu; ayrıca FBI ve CIA ile ortak hareket ettiğini yazılı kaynaklardan öğreniyoruz. Dinlerarası Diyalog ve Medeniyetler ittifakı; ABD-Vatikan ortak yapımı bir projedir. Fethullah Gülen, 28 Şubat Post Modern Darbe döneminde irticai faaliyetlerde bulunduğu gerekçesiyle tutuklanması söz konusuydu; ancak o dönemin boşluklarını fırsata dönüştürerek ‘şeker hastası’ olduğunu ileri sürmüş ve tedavi olmak için ABD’ye gitmek zorunda olduğunu söylemişti. Bu süreçte; ABD’nin CIA Teşkilatı, Fethullah Gülen’e Pensilvan-ya’da 40 dönümlük bir çiftlikte muazzam bir ev hazırlayarak burada yaşamasını sağlamıştı. AKP İktidarı döneminde de, Dinlerarası Diyalog ve Medeniyetler İttifakı süreci başlatılmış ve Fethullah Gülen bu projenin Türkiye sorumlusu olarak Pansilvanya’da aktif görev almıştı. Bu projelerin Türkiye’de sahnelendiği dönemlerde Antalya’da Müslüman bir Türk kızı bir Hıristiyan ile evlenmiş; Akdamar Kilisesi ile Sümena Manastırı’nın yanı sıra ülkemizin pek çok ilinde kilise evleri açılmış; her türlü Hıristiyan propagandasının (misyoner faaliyeti) yapılması kanunlarla serbest hale getirilmiştir. Ayrıca: Fethullah Gülen, Vatikan’ın düzenlediği el öpme ayinine katılmış ve yanındakilere Papa’nın elini ve eteğini öptürmüştür. Bununla da yetinmeyen Fethullah Gülen; Papaya uzunca bir mektup yollayarak, bu projeye destek vermeye ve bu projenin hizmetkarlığını yapmaya hazır olduğunu çok açık ifadelerle belirtmiştir. Araştıranlar, bu bilgilerin yalan olmadığını anlayacak; hatta daha fazla bilgi edinecektir.
AKP Hükümeti üçüncü dönemini yaşıyor; yani 11 yıldır ülkemizi temsil ediyor ve yönetiyor. Başbakan Tayyip Erdoğan, yeri ve zamanı geldiğinde sürekli demokrasiden, insan hak ve hukukundan ve hatta ileri demokrasiden bahsetmiş; demokrasiyi hedefe götüren bir tramvaya benzetmiştir. Yine yeri ve zamanı geldiğinde tüyü bitmemiş yetimleri, Allah’ı, Kur’an-ı, Peygamberi, camileri, imam hatip liselerini diline dolamış; Atatürk için “Üç ayyaşın yaptığı kanun oluyor da, neden bizim yaptığımız kanun olmuyor?” mealinde talihsiz bir açıklama yaparak Atatürk’ü açıkça hedefinin merkezine koymuştur.
Hepimizin malumu; 17 Aralık 2013 tarihinde AKP Hükümeti’nin yolsuzluğu ve vurgunları, yapılan operasyonlarla ortaya saçıldı. Başbakan Tayyip Erdoğan; büyük bir şaşkınlık krizine girerek İstanbul Merkezli emniyet teşkilatı elemanlarını en üstten en alt elemanına kadar, seri ve sistemli bir şekilde görevden aldı; başka illere sürgün etti. Kısa sürede emniyet teşkilatı üzerindeki görevden alma operasyonları yine seri ve sistemli bir şekilde tüm yurda yayıldı; onların yerine Hükümetin seçtiği isimler göreve getirildi. Aynı operasyon yargı üzerinde de yapıldı; yeni savcılar atanarak operasyonun seyri hükümet lehine olacak şekilde değiştirildi. Şu anda bu emniyet mensupları; mahkeme kararına rağmen operasyon emirlerini yerine getirmiyor. Hukukçulara göre bu bir anayasal suçtur. Hukukçular; emniyet teşkilatının bu emirlere uyması gerektiğini kanun kitaplarını dayanak göstererek açıklıyorlar. Boşuna dememişler; “Korku dağları deler” diye. Başbakan; yolsuzluk, vurgun, kara para aklama ve gayrimeşru yollarla para veya mal edinme olaylarının kendine kadar uzanacağını düşünerek; emniyeti ve yargıyı ‘zaptı rapt’ altına alma telaşındadır. Bu olaylar devam ederken; tutuklananların suçlu olduğunu iddia edemeyiz. Yargı sürecinin tamamlanması sonrasında suçlular veya suçsuzlar ortaya çıkacaktır. Hal böyle iken; ‘Abdestimizden kuşkumuz yok ki, namazımızdan kuşkumuz olsun’ diyen Başbakan, neden bir suçluluk psikolojisi ile kanunlara aykırı işler yapıyor? Bu işlerin kanunlara aykırı olduğunu HSYK Başkanı ve soruşturmayı yürüten Savcı Muammer Akkaş söylüyor. Savcı Muammer Akkaş soruşturmayı yürütürken; İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Turan Çolakkadı, operasyon dosyasını kendisinden alarak vurgunların ortaya çıkmasını engellemiş; yargı baskı altına alınmıştır. Ayrıca; dosyayı inceleyeceği iddiasında bulunan Çolakkadı, delilerin karartılması veya yok edilmesi için zanlılara zaman kazandırmıştır. Bu iddia da hukukçulara aittir.
Başbakan Tayyip Erdoğan, 17 Aralık 2013 tarihinde AKP Hükümeti’nin kirli işlerini ortaya çıkaran vurgun ve talan operasyonlarıyla sarsılmaya devam ederken; bir darbede bakanlarından gelmiştir. Yolsuzluğa bulaştığı iddia edilen AB Bakanı Egemen Bağış; meclis kürsüsüne çıkarak; “alnımız ak, başımız dik…” diyerek hem kendisini ve hem de partisini müdafaa etmiştir. Bu durumda; Rıza Sarraf’ın kendisine çantalarla geldiğinden ve o çantalarda nelerin olduğundan hiç bahsetmemiştir. Bu noktada düşünüyoruz; bu nasıl bir yüz ki kızarmıyor ve bu nasıl bir baş ki halen dimdik durabiliyor! Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın oğlu da bu operasyonlarla göz altına alınmış; dolayısıyla Bayraktar zan altında kalmıştır. Bu durum üzerine Başbakan Tayyip Erdoğan, kendisine bir istifa dilekçesi yollamış ve imzalamasını istemiştir. Bayraktar; istifa etmiştir ancak Tayyip Erdoğan’ın istediği gibi istifa etmemiştir. Zira Bayraktar’ın iddiasına göre istifa dilekçesini imzalarken Başbakanı ve Hükümeti zorda bırakmayacak bir deklarasyon yayınlaması istenmişti. Bayraktar’a göre bu bir dayatmadır ve dayatmalara boyun eğmediğini şu sözleriyle açıklamıştır; mealen; “imar konusunda yaptığım çalışmalarımın altında Başbakanın da imzası vardır. O da istifa etmelidir” diyerek, yolsuzluğun ve usulsüzlüğün merkezinde Başbakanın olduğunu belirtmiştir. Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın rüşvet vermeye meyilli bir bakan olduğunu birkaç gün önce televizyonlarda yayınlanan görüntülerinden anlayabiliyoruz. Bu görüntülere göre; başbakan Kasım ayında Trabzon’da bir miting düzenliyor ve o mitingde Bayraktar, kalabalığı artırmak için cebinden tomarlarla para çıkarıyor ve korumalar vasıtasıyla insanlara dağıtıyor! Bu durumun Türkçe meali; rüşvetle mitinge insan yığmak! Ancak bu paraların kaynağı neresidir? Sorusu halen merak konusudur! Yoksa bu tomarla paralar ayakkabı kutularına, çelik kasalara ve valizlere istiflenen ‘tüyü bitmemiş yetimlerin hakkı’ olmasın? Erdoğan Bayraktar gibi, usulsüzlük ve rüşvet gibi suçlarla oğulları tutuklanan İçişleri Bakanı Muammer Güler ve Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Zafer Çağlayan da istifa etmiş; ancak bu bakanlar Başbakan’ın talimatları doğrultusunda bir deklarasyon yayınlayarak Hükümeti ve Başbakanı aklamıştır. 27.12.2013 itibariyle, içlerinde Kültür ve Turizm Eski Bakanı Ertuğrul Günay’ın da bulunduğu üç AKP’li milletvekili daha istifa etmiştir. İstifa eden milletvekilleri yaptığı açıklamalarda; AKP’de despotizmin ve egoizmin egemen olduğunu; niyetlerin belirsizliğini ve kanunlara karşı alenen suç işlendiğini ifade etmişlerdir. Yaşanan bu istifalarla Başbakan Tayyip Erdoğan’ın suratı dağılmış, gözleri şişmiş ve sinir katsayısı yükselmiştir.
Yıllarca gördük; gözyaşı dökerek mağduriyet edebiyatı ve din istismarcılığı yapmak bu hükümetin en büyük özelliğidir. 17 Aralık operasyonlarıyla ortaya çıkan yolsuzluk, rüşvet, kara para trafiği, ayakkabı kutularına, kasalara ve bavullara istiflenen dolarlar ve para sayma makinesi hakkında Başbakan’dan net bir açıklama gelmemiştir. Hatırlanacağı üzere; Halk Bank Genel Müdürü, ayakkabı kutularına istiflenmiş dolarların imam hatip okulları ve Balkan Üniversitesi için toplandığını iddia etmişti. Ne yazık ki; dün Balkan Üniversitesi medya aracılığı ile resmi bir açıklama yaparak bu paraların Balkan Üniversitesi ile hiçbir ilgisinin olmadığını; ayrıca Üniversiteye para girişlerinin ve harcamalarının kayıt altına alındığını söylemiştir. Bir başka düşündürücü açıklama da Başbakan Tayyip Erdoğan’dan geldi: Başbakan, Azeri Uyruklu Rıza Sarraf için; “tertemiz bir iş adamıdır. Ülkemize fayda sağlıyor” diyerek bu şahsı aklama gayretine düşmüştür. Oysa ki; bu kişinin ‘tertemiz’ olduğuna yargı karar vermelidir. Başbakan, daha ilk başta kendisini yargı yerine koymuştur; Ergenekon ve Balyoz davalarında olduğu gibi. Hatırlanacağı üzere, Başbakan bu davalar görülürken; “Bu davaların savcısı benim” diyerek yine kendisini savcısı ve hakim yerine koyma geleneğini sürdürmüştü.
Ülkemiz, soygun operasyonlarıyla ve hukuk ihlalleriyle çalkalanırken; yeni bilgiler de ortaya dökülmeye devam ediyor. İşte onlardan bazıları:
Bazı AKP’li bakanların medya ve basın aracılığı ile yaptığı açıklamalara baktığımızda, buraya kadar aktardığımız bilgilerin net tespitler olduğunu görüyoruz. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın siyasi danışmanlarından Yalçın Akdoğan beş gün önce Milli Ordumuza cemaatçi bir kumpas kurulduğunu açıklamıştı. Bu açıklamalar sonrasında, Ergenekon ve Balyoz Davalarında tutuklanan generallerimiz, subaylarımız, aydınlarımız, milletvekillerimiz ve bilim insanlarımız yeniden yargılanabilecek ve bu kirli oyundan aklanarak çıkabilecektir. Muhalefet partileri ve hukukçular, bu konuyu yargıya taşımaya hazırlanmaktadır. Bu konuya ışık tutacak bir başka haber de 28.12.2013 akşamı, Ulusal Kanal tarafından kamuoyuna aktarıldı. Ulusal Kanal’ın ulaştığı bilgilere göre; Fethullah Gülen Cemaati’ne bağlı emniyet mensupları, İstanbul ve Ankara’da hücre evleri kurarak Ergenekon ve Balyoz operasyonlarını şekillendirmiştir.
AKP için zorlu bir süreç olan vurgun operasyonları esnasında; başbakan ve milletvekillerinin vaziyeti düzeltmek için yoğun bir beyin yıkama faaliyetine girdiklerini hayret ve dehşetle izliyoruz. Ülkemizde büyük bir vurgunun yaşandığını 1.5 yıllık teknik ve fiziki takip görüntüleri, telefon konuşmaları ve diğer dokümanlarla ortaya çıkmıştır. Başbakan; bu operasyonların arkasında Fethullah Gülen, CIA, Mossad, ABD ve Suriye’nin olduğunu söylemiştir. Ancak; ayakkabı kutularına, çelik kasalara ve bavullara istiflenen milyar dolarların orada ne aradığından hiç bahsetmemiştir. Bu iş dış mihrakların komplosu ise; dolarları oraya koyan casusların da mutlaka görüntülenmesi ve konuşmalarının ortaya çıkması gerekmez miydi? Gerek Başbakan’ın, gerek milletvekillerinin yaptığı açıklamalar maalesef ‘yedi yaş altı’ zeka seviyesine yönelik açıklamalardır ve bu milletin aklı ile alay etmekten başka bir anlamı yoktur.
“Ülkemizde paralel devlet ve çeteler var!” Bu açıklamalar Başbakan’a ait. 11 yıldır bu ülkeyi yönetenler, vurgun operasyonları olmasaydı halen derin devletin ve çetelerin varlığından haberi olmayacaktı! Nerede MİT? Türkiye’de yıllar boyu bir derin devlet ve çete oluşumu vardı da MİT neden 11 yıl boyunca bu yapılanmayı tespit edemedi ve hükümet bu konuda bir adım atmadı? AKP, paralel devlet görmek istiyorsa; PKK ile yapılan anlaşmalar sonrasında KCK militanlarının doğu ve güneydoğu bölgelerimizde nasıl vergi topladığına, nasıl elektrik ve su parası tahsil ettiğine; yolları kesip bir asayiş memuru gibi kimlik kontrolleri yaptığına, bu bölgelerde dalgalandırılan apo ve Kürdistan bayraklarına ve senatolarına bi’zahmet bakıversin. İşte o zaman gerçek paralel devleti görecektir!
Hükümetin bir diğer hamlesi; Adli Kolluk Yönetmeliği’nin Bakanlar Kurulu Kararı ile alelacele yürürlüğe sokulması oldu. İptal edilen eski Adli Kolluk Yönetmeliği AKP Hükümeti tarafından yürürlüğe konulmuştu. Ne oldu da kendi eserleri olan eski yönetmeliği iptal edip, yerine ‘sıfır kilometre’ bir kolluk yönetmeliği getirme gereği hissettiler? Pasif göreve çektikleri savcılar, Ergenekon ve Balyoz Davalarını yürüten savcılar değil miydi? Bu savcılar, yüzlerce polis eşliğinde paşaları, subayları, milletvekillerini ve aydınları ‘Şafak Operasyonları’ ile evlerinden almamış mıydı? O zaman hükümet ve milletvekilleri askerlere her türlü hakaretleri reva görmüşler; komutanları ‘Vatan Haini’ ilan etmişlerdi. Dün AKP Hükümeti’nin alkışladığı bu savcılar, şimdi büyük bir yolsuzluğu ortaya çıkarmış; buna karşılık hükümet anlaşılmaz bir şekilde emniyette ve yargı üzerinde büyük bir düzenleme yapma gereği duymuştur. Hükümetin yaptığı bu yanlışlıklar Doların ve Euro’nun artmasına, borsanın alt-üst olmasına ve dolayısıyla ülkemizin borcunun ciddi şekilde artmasına sebep olmuştur. Ayrıca; Türkiye’nin içine sürüklendiği bu trajikomik durum tüm dünya ülkeleri tarafından hayretle ve ibretle takip edilmekte; AB ülkeleri, kesinlikle yargıya müdahale edilmemesi gerektiğini AKP Hükümeti’ne basın ve medya aracılığı ile duyurmaya devam ederken ülkemizin her alanda kan kaybettiğini acaba ne zaman anlayacağız?
Muhalefetin bazı konuşmalarını öne taşıyan Başbakan; “edep yahu” diyerek muhalefeti kınıyordu. Şimdi ise bizler bunca yüz kızartıcı iddialara rağmen büyük bir pişkinlik örneği göstererek saltanat kayığında halen kürek çekmeye çalışanlara “edep yahu” dememiz gerekmez mi?
28.12.2013
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.