- 825 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
NADİA'NIN HİKAYESİ!!!
BİR KİMLİK SORGUSUDUR!
Her insan olmak istediği kişiyi, olduğunu sandığı kişiyi ve gerçekte olduğu kişiyi içinde saklarmış. Zaman ve mekân bu üç kişilikten uygun olanın açığa çıkışına yardım edermiş ve gerçekte olduğun kişi ile olduğunu sandığı kişi arasındaki çelişkiler, olmak istediğin kişinin karakterini çizermiş. Şu halde kimliğimi sorgulamam ve kim olduğumu ortaya koymam gerek.
Kimim ben? Olduğumu sandığım kişi mi yoksa olmak istediğim kişi mi?
Bu soru aklıma geldiği zaman kendimi Zagros’ta kör bir nokta, Hebron’da yalnız bir Filistinli gibi hissederim. Bildiğim her şey kendi exodusunu yaşar beynimde. Kâh İndus Nehri’nde boğulan bir Taliban olurum kâh Manhattan’da bir Afrikalı mülteci kâh Somali’de açlıktan ölen bir zenci... Tokyo borsasında neyi alıp sattığı belli olmayan şaşkın bir broker gibi hissederim. Yani biraz garp biraz da şark bulaşır zihnime, Babil’i düşlerim. Kalbimse Ortadoğu gibi kanlar içinde.
Nadia diye bir kız tanımıştım İzmir sokaklarında. Babası Atinalı, annesi İzmirli bir Yunan kızı… Aslı sefarodmuş, rivayet. Beyaz çizgili bir pantolonu, yüksek topuklu ayakkabıları ve şık bir gülüşü vardı. Tuhaf biliyorum ama bu soru aklıma geldikçe, Nadia ve Bostanlı’da balık-ekmek yediğimiz o küçük, köhne balıkçı gelir aklıma. Nadia balıkçıda bir fener, ben balıkçı teknesinde pullu bir sazan. Biraz sonra kılçığımdan ayıracak beni Nadia. Kemiksiz bir et yığını gibi süzüleceğim tabağına. Ne zelil bir durum ama.
Sahi kimim ben?
Hâlbuki o köhne balıkçıda kendimi anlatmak istemiştim Nadia’ya. Lakin karar verememiştim hangi beni anlatacağıma. Dudağımda bestesi olmayan devirsiz bir ıslık, Karşıyaka’da fayton sefasında aklımdan olmak istediğim kişiyi bozuk İngiliz aksanıyla anlatmak geçiyordu ona. Nadia’nın gözleri Ege’nin mavi sularında… Saat 20 vapuru iskeleye yanaşmakta. Tuzlu su hışımla iskeleye vurmakta. Cumhuriyet Caddesi’nde elzem bir kalabalık. Sonra aklıma yarım yamalak da olsa Türkçe konuşabildiği gerçeği geliyor, içimden s.ktir et, nasıl olsa anlamaz elin ecnebisi deyiveriyordum. Nadia’nın gözleri ise hala Ege’nin mavi sularında.
Oysa yanında hep olmayı istediğim kişiydim sanki. Yamacımda havalı bir kız, onun dudağında benim dudaklarım ara sıra. Faytonun çatısındaki ziller bile oynuyordu ya. Öylesine mutluydu işte İzmir. Lakin karnımda alışık olmadığım bir sancı içten içe büyüyordu. İçimdeki ben kızıyordu bu afili delikanlıya, sen bu değilsin dercesine. Anlatmak istiyordu belki de Nadia’nın dudaklarının ecnebice bir şarkının sıcak notaları olduğunu. Benim dudaklarımda ise bir türkünün daha şık durduğunu. Anlatmak istiyordu belki de Nadia’nın dudaklarının benim dudaklarımda sarı sıcak bir uçuk gibi durduğunu ve her öpücüğün Machpelah’ta bir mezar olduğunu.
İzmir’de Karşıyaka metrosunda görmüştüm O’nu önce. İtalyan marka gözlüğü göbeğini gösteren askılı bir bluzu ve bir de iç gıcıklayan bakışı vardı. Habsburg Hanedanı’nın son üyesi gibiydi. Bu soru aklıma her geldiğinde Konak Meydanı da gelir aklıma. O Saat Kulesi ve altında öpüşürken adeta hünsaya dönüşen âşıklar… Kendimi, gerçekte olmak istediğim kişinin, Nadia’nın dudaklarına yapışmışken bulduğum, onun ellerinin saçlarımda gezindiği o günü düşlerken hayal ederim hep. Bense ellerimi nereye koyacağımı şaşırıp, askıda bir gömlek gibi rahat ve ruhsuz vaziyeti idare ediyordum işte. Orta yaşlı bir hanım güvercin yemliyor, birkaç yeni yetme ortalıkta fink atıyordu. Köşe başında bir simitçi, beş yıldır alışamadığım taze gevrek tümcesini yuvarlarken ağzında, Nadia’nın bembeyaz elleri geziniyordu hala dağınık saçlarımda. Kimdim ben? Düzenbaz bir yalıçapkını mı, sonradan görme alaturka Türk delikanlısı mı?
Koyu kırmızıya çalan, vişne tadında bir ruju ve berbat bir İtalyan parfümü vardı. En az Afrodit kadar güzeldi Nadia. Lakin o İtalyan parfümü ölü gibi kokmasına neden oluyordu. Bu soru aklıma her geldiğinde rujunu da o lanet parfümünü de hatırlarım hep. Ne vakit kollarıma alsam iliğime kadar işlerdi o koku. Teneşir solusam daha iyiydi sanki. Oysa ne çok isterdim Nadia’nın kokusunu duyumsamayı. Şimdi natürmort bir tablo gibi bu şehir. O gitti gideli binlerce ceset dolaşıyor sanki şehrin sokaklarda. Ya da tüm şehir o lanet parfümü kullanıyor galiba. Kaç kimliği ziyan ettim aklımda bilmiyorum lakin bu nekrofili bana Nadia’dan hatıra.
Metrodan Karşıyaka İskele’ye ardından da Alsancak’taki oteline kadar takip etmiştim onu. Kısa kesim boyalı simsiyah saçları vardı. Kalın ve uzun topuklu ayakkabıları yere vurdukça, hafif tombul kalçaları sallanıyor, sanki tüm sokak durmuş ona bakıyordu. Lens olmayan mavi gözleri, sırtındaki ebemkuşağı askılı buluzuna uygun gibiydi. Güneş vurdukça renkleri daha bir göz alıyordu. Bu soru aklıma geldiğinde dışarı çıkar diye kapısında saatlerce beklediğim o üç yıldızlı lanet oteli de hatırlarım. Ahır kapısına bön bön bakan danalar gibi öylece bakıyordum otelin kapısına. Dilimde bir sürü küfür, ruhumda atalet son kertede. O’nun gözleriyse benim üzerimde. O kaldırımlarda tam da olduğum kişiydim işte. Etrafımda bana aldırmadan geçip giden insanlar, çok da pahalı olmayan mavi kotumun kalça kısmında daha önce oradan geçen onlarca insanın ayak izleri, zihnimde Nadia’nın mavi gözleri…
Tanrı, imzasını atmak istemediği yerde rastlantı rumuzunu kullanırmış ya, bu soru usuma düştüğünde otelinden çıkıp Zelda edasıyla üzerime yürüyüşünü de hatırlarım. Yüzünde müstehzi bir ifade ve hayal meyal hatırladığım berbat bir retorikle: Trende sen, iskelede sen, vapurda sen… Ne büyük rastlantı değil mi? Deyişini de… Allame-i cihan olsan cevaplayamazsın bu soruyu. Oysa ne basit bir cevabı vardı. Ruhumda ters yönde bir itki oluşmuştu o an. Hani an gelir, paldır küldür yıkılır bulutlar demişti ya Attila İlhan; işte o an yıkılıyordu gerçekten gök. Ruhumdan dirim çıkıyordu sanki ve taşıyordu Ege. Bir Trollope Hilesi’ne gelmiş gibiydim sanki. Oysa O’da biliyordu, O’nun peşinde benim Pavlov’un laboratuvarundaki kobaylardan farksız olduğumu.
Yaşlı bir Yahudi kimi kadınları yanan pipoya benzetmişti zamanında. Şimdi şimdi anlıyorum, meğer ne çok haklıymış! Çoğu kadın içten içe yanan fakat ateşini göstermeyen parlak bir pipodur zannımca. Bazı kadınlarsa ince uzun bir sigara. Bu soru aklıma geldiğinde o yaşlı Yahudinin şeloşimden yeni çıkmış bedbaht suratını da hatırlarım. Tam yirmi dört yaşındaymış mahdumu, Azrail aldığında. Olmak istediği kişi değildi karşımda. Tıpkı Alsancak’taki o üç yıldızlı otelin sokağında, benim Nadia’nın karşısında durduğum gibiydi. Bir soru bu kadar esritmezdi adamı oysa. Üstelik Lilliput’da bir dev gibi hissederken.
Sonbahara beş kala ayrılmıştık onunla. Nadia bir sefarod ezgisiydi artık dudaklarımda. ‘’Adio Kerida’’ diyordum nemli kaldırım taşlarının üzerinde. Nadia bir Kasım’patıydı güneş Ege’de batarken, bense Hinduçin’de Amerasian bir çocuk. Bir p.çlik vardı bu günde belli. Yoksa hissetmezdim böylesine yetim. Şehirde savruk, esrik bir hava; içimde hınçla dönüyordum ardıma. Hermann Hesse’nin Goldmund’u gibi diyoniyak olsaydım eğer, gidebilseydim duygularımın peşinden dönmezdim şu kahrolası armonisi bozuk şehre. Ne acı ki Narziss olmayı ve acı çekmeyi seçtim. Jon Huss gibi yanmayı hak ettim.
Şimdi düşünüyorum da: Çoğu kez kendim ol/a/mamışım çeyrek asra sığdırdığım şu kısacık hayatımda ve bir şizofreni değilse bu üç kimliklilik, hiç de iğreti durmuyor aslında insan ruhunda. Bir şizofreni değilse… Ne müthiş bir önerti ama. İstibdatta olsaydım eğer, Taşkışla’da kalebentlik makamım olurdu zannımca. Mütemadiyen ziyaretime gelen Nadia ve elinde ıtıknamem olurdu. Bir de beni sermest eden kokusu. Nadia Haliç’te bir Levanten ben taşrada bir reaya. Öylece bulurdum kimliğimi, yitirdiğim hayatta.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.