- 833 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
TUTSAK
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Gece... Ormanda benden başka kimse yok. Hava nemli, sisten bir adım önümü göremiyorum. Dün yağan yağmurun damlaları hala çamların dallarından üzerime dökülüyor. Hafif nemli toprakta durmaksızın yürüyorum. Güçlü bacak kaslarımın her bir lifinin gerilip gevşemesini, eklemlerimin bükülüp düzleşmesini, bütün sinir hücrelerimle hissediyorum. Muttasıl bir hareketlilik halindeyim. Ben yürüdükçe karanlık arkamdan koşuyor, adımlarım öylesine sık ve hızlı ki, yetişemiyor bir an bile bana.
Güçlüyüm. Gecenin bu vakti burada ne aradığımın bir önemi yok benim için. Bu süreğen hareketlilik dışında şu anda düşünebildiğim hiç bir şey yok.
Ormanın içinden sesler duyuyorum, ormana aitler. Benim gibi. Kaç yıldır, her gece, böyle durmadan bu ormanda koşuyorum, hatırlamıyorum.
Bir çam dalı ıslak yapraklarını yüzüme çarpmaya yelteniyor, sağ elim, hemen arkasından sol elim yüzümün imdadına koşuyorlar. Bir canavarla savaşırcasına ellerim iğne yapraklı ağacın dallarını sert refleksler silsilesi halinde yüzümden uzaklaştırmayı başarıyorlar. Pazularım geriliyor. Parmaklarımda yaprakların ıslaklığını hissediyorum. Sivriliğini. Pürüzlü, sert, odunsu dokuyu hissediyor parmaklarım.
Yürümeye devam ediyorum, ayağım bir taşa takılıyor. Ayakkabımın ucu açılıyor. Sağ ayağımın ikinci parmağını kanatıyor taş. Acıyı hissetmek ne güzel bir şey Allah’ım. Yaşıyorum!
Hafif naif bir rüzgâr, ağaçların arasından sürtüne sürtüne eteklerimde dolaşıyor. Saçlarım, sağlıklı, gür, parlak, sarı, upuzun, omuzlarımdan dökülüyorlar. Rüzgâr onları karmakarışık bir halde bırakıp gidiyor. Omuzlarımdan uçuşup yanaklarıma ve gözlerime dokunuyor. İki elimde toplam on parmağım var. Tüm tendomlarım sağlıklı. Zarif hareketlerle ellerim yüzümde geziniyor, saçlarımı ait oldukları yere gönderiyorlar, az önce şaşkın rüzgârın tarumar ettiği kahküllerim eski hallerine döndüler şimdi. Yanaklarımda, burnumda ve kaşlarımdaki huysuzluk gideriliyor.
Hayır, bir ışığın peşinde değilim. Bir amacım yok belki. Sebepsiz geliyorum her gece, insanlar uyuduktan sonra bu ormana. Koşmak için bir bahanem var fakat. Kendimi zapt edemiyorum bu bedende.
Bazı geceler başka yerlere de gitmiyor değilim. Yorgun olduğum gecelerde, mutlu olduğumda bazen ya da. Pazara gidiyorum mesela. Çocukluğumun geçtiği sokaklarda yürüyorum, Yakar top oynuyorum arkadaşlarımla. Ama asla durmuyorum, oturmuyorum bir sandalyeye, uzanmıyorum bir yatağa, elimi kaldıramayacak kadar halsiz olmuyorum hiç bir zaman.
İşte yine sızlıyor ayak bileklerim fazla koşmaktan. Sol baldırım çekiyor şimdi. Kramp da girer az sonra. Ne mutlu!
Ve yine sabah oluyor, güneş dört metre karelik odamı aydınlatmaya başlıyor.
Annem, korkarım diye perdelerini hiç indirmiyor odamın camlarının. Güneş her sabah göz kapaklarımın içinden doğuyor sırf bu yüzden. Kaç kez söyledim oysa ona "yüzümü pencereye dönük yatırma beni" diye. O da haklı ya, neyse. Yıllardır konuşuyorum onunla, yıllardır duymadı sesimi fakat. Bazen kendi kendine konuştuğuna şahit oluyorum, sonra elinde bir mendil eğilip yanağıma akan gözyaşlarımı siliyor. Ana yüreği işte. Ne bilirim ben analığı, tatmadım ki bir kez bile olsun.
Aslında tam da tatmak üzereydim bu duyguyu. Mutluyduk o gün. Yeni evlenmiştik. Aynı pencereden bakıyorduk Ömer’le dünyaya. Aynı pencerenin arkasından bir birimize... Apaydınlıktı yüzlerimiz. Güzel hayaller biriktirmiştik içinde birimizin bile eksik olmadığı. Beyaz bir gelinlik giymiştim ben, öyle çok şatafatlı bir şey değildi. Paramız da yetmezdi zaten gösterişe. Aile arasında bir nikâh… Bir kaç akraba ve bir kaç arkadaşın arabasından oluşan düğün konvoyu, bizi evimize kadar uğurlayacaktı. Her şey, her güzel şeyin başladığı kadar güzel başlayacaktı.
Parlak bir ışık gördüğümü hatırlıyorum en son. Uzun bir uyku... Başka bir ışıkla yeniden uyandığımı hatırlıyorum. Gözlerimi açtığımda mutlu bir telaş yaşadı yanımdaki insanlar. Konuşmalarından üç aya yakındır uyuduğumu anlıyordum. Sonra doktorlar geldi beyaz önlüklü, hemşirelerle doktorlar anlamadığım bir dilin, tuhaf grameriyle konuşuyordu sanki. Zaman geçti, sonra annemi çağırdılar.
Annem, başörtüsünün ucuyla gözlerini silerken, artık eve gidebileceğimizden bahsetti. Sevindim.
Çok susamıştım. Komidinin üstünde bir bardak su vardı. Uzanmak istedim, hareket edemedim. Anneme sesleneyim dedim, ağzımdan anlamsız sesler dışında ses çıkaramadım. Bağırmak, hareket etmek, içine hapsolduğum bedenin dışına çıkmak istedim, nefes alamadığımı, kapana kısıldığımı hissettim. Neler olduğunu işte o zaman anlamaya başladım.
Doktor anneme "metin olun Allah’tan ümit kesilmez" diyordu. Annem hıçkırıklarını ısıra ısıra ağlıyordu. Ben mi? Öylesine üzgündüm ki, ağlayamıyordum bile! Hayatı boyunca acı çekemeyecek bir insan olarak, bir bedene sıkışıp kalmış, bir tutsaktım artık. Şu başımdaki makine olmasa, boğazımdaki delik, nefes alıp vermeyi bile beceremeyeceğim.
Annem... Kaç yıl oldu bilmiyorum bu halde olduğumu. Bazen benimle dertleşir. Konuşur kimi zaman. Benimle konuştuğunda ne kadar mutlu olduğumu bir bilseydi eğer, hiç susmazdı, eminim.
Ömer’in adınıysa yıllardır duymadım fakat. Bazen, onu en son gördüğüm haliyle, siyah takım elbisesinin içinde görüyorum, düşümde.
Bir gün konuşabilseydim en son soracağım şey "Ömer nerede?" olurdu her halde.
Boğazımdaki delikten entübasyon hortumunu, sondalarımı, drenlerimi,çıkarıp, bedenimi katlayıp, yatağımın ucuna bırakıyorum, zincirlerimi, kelepçelerimi duvardaki askıya asıyorum. Çırılçıplak bir ruh kalıyorum hemen.
Fakat bu kez bir ormanda olmuyoruz. İkimiz el ele tutuşmuş, benim üzerimde gelinliğim, onun üzerinde damatlığı sahilde el ele yürüyor oluyoruz. Ayaklarımız çıplak, kum ve deniz ayak parmak aralarımızın arasından akıp gidiyor. Topuklarımız, etek ve paçalarımız çamura bulanıyor. Kuru temizleme masrafını düşünmüyoruz bile. Onun ellerini ellerimin içinde hissediyorum, yeniden. Yüzümüz bir birimize dönük, deniz sakin dalgalarını bize fon yapıyor, birbirimizin yanağını okşuyoruz usul usul. Dudaklarımızdan, kelimelere ihtiyaç duymadan dökülüyor birbirimize olan sevgimiz.Gözlerimizin içine bakıyoruz uzun uzun. Kaybettiğimiz yıllarımızı arıyoruz orada. Bir birimizde yok oluyoruz.
Masalcı ninenin sesi duyuluyor kayalıklardan:
"Sonsuza dek mutlu öldüler!"
Ve yine sabah oluyor, güneş doğuyor. Masal bitiyor. Tutsaklığım hala süreğen...
YORUMLAR
mahpeyker
bil mukabele...