- 1550 Okunma
- 23 Yorum
- 4 Beğeni
Bana Oğlumu Ver...1
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Sizin hiç,
çoluğunuz çocuğunuz, eşiniz dostunuz, bakmakla yükümlü olduğunuz , sizden ekmek bekleyen insanlar karşısında mahcup duruma düşüp, çaresizliğin acı şerbetini tattınız mı?
Ben tattım.
Siz hiç,
yaşadığınız şehri, sokak sokak, cadde cadde, köşe bucak,bir uçtan bir uca, ayaklarınız şişene, dizleriniz ağrıyıncaya kadar arşınlayıp, küçük bebeniz için ucuz çocuk bezi aradınız mı?
Ben aradım.
Siz hiç,
iftar saati arifesinde, sıcacık, bol susamlı, yumurtalı, mis gibi kokan Ramazan pidesine sulanıp da, paranız çıkışmadığı için somun ekmeğe talim etmek zorunda kaldınız mı?
Ben kaldım.
Otuz kırk santimetre karda, kışlık ayakkabısı olmadığı için okuluna yazlıkları ile gitmek, ayaklarına kar dolmaması için, başka insanların ayak izlerini izlemek zorunda kalan, ıslanan çorapları nedeni ile de, akşama kadar tir tir titreyerek ders dinleyen çocuğunuz oldu mu sizin?
Benim oldu.
Ülkeyi yönetmeyi beceremeyen, yetersiz, bilgisiz, beceriksiz Cumhurbaşkanları, Başbakanlar, saçma sapan siyasetçiler yüzünden, devletin ekonomik krize yuvarlanması sonucu, işsiz, dolayısı ile aç kaldınız mı siz hiç?
Ben kaldım.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük ekonomik felaketi olan 2001 krizi, ülkeyi çöküş noktasına taşımıştı, biliyorsunuz. Bu gün burada, bu güzel defterin müstesna sayfasında arz-ı endam eden, şiirlerinde, yazılarında çarşaf çarşaf siyaset yapan, hükümet yıkıp, hükümet kuran, adalet, özgürlük, dürüstlük nutukları çeken şair ve yazarlarımızın büyük bir bölümü, o kara günleri, devlet babanın şefkatli kolları arasında, ekmek elden su gölden misali, zevk-ü sefa içinde geçirdiler. Bunların başında, askerler ile devlette görev alan memur ve işçiler gelmektedir. Bu gurupların dışında kalan halk, bilhassa özel sektörde hayatını kazanan emekçilerin binlercesi ekmeğini kaybetmiş, yüzlerce iş yeri kapanmış, onlarca iş adamı intihar etmiş, inanılmaz bir kaos dört bir yanı sarıp sarmalamıştı.
Keleme almaya çalışacağımız bu hikayemiz, işte o sevimsiz kriz günlerinde, Sakarya ovasının hazana merhaba dediği bir Eylül sabahı başlıyor; Gürcistan’dan Azerbaycan’a, S.S.C.B.den İsviçre’ye, dünyanın dört bir tarafını dolaşıyor, güzel İstanbul’umuzda finale erişiyor. Uzun soluklu bu hikayeyi, sizleri sıkmadan, ilginizi dağıtmadan sunabilirsek, kendimizi mutlu eddedeceğiz. Sözü uzatmayalım, usuldan usuldan hikayemize başlayalım, kahramanlarımızdan bir olan Şamil Bey ile hayatımızın kesiştiği coğrafyaya doğru yola çıkalım aheste aheste.
O sonbahar, Sakarya Ovasında oldukça bereketliydi yağışlar. Sakarya Nehri, her zamankinden daha debili, daha coşkulu, daha heybetli akmaktaydı kara sevdası Karadeniz’e doğru. Sapanca Gölünde doğan ve Sakarya Nehrine ulaşmak için Adapazarı’nı batı, güney yönünde kat eden, 1999 depremi sonucunda, havzasında yer alan evlerin tümünün yıkılması nedeni ile, şimdilerde az buçuk yalnızlığın burukluğunu yaşamakta olan Çark Deresi, yağışların yoğunluğu nedeni ile yükselmiş, aheste aheste akışının bakışlarımıza sergilediği güzel tablo, yağmurun romantizmini ikiye katlamıştı.
Çoktan yitirmişim dudaklarımdan asla eksik olmayan tebessümlerimi aslında. Bakışlarım, geleceğin belirsizliği kucağında naçar kalmış, ovanın uzak noktalarında, alçak tepelerle sevişmekte olan yağmur bulutları ile yarenlik etmekte.Bir çıkış yolu bulamamanın ezikliği, çaresizliği, düşüncelerime paslı çivilerle çakılmakta kanatarak.
İnanılmaz bir tedirginlik var havada. Korku, almış başını gitmiş dört bir yanda. Toplu işten çıkarmalar, sıra sıra iflaslar, halk şaşkın vaziyette. Evliyim, çocuklarım var okuyan, bir tanesi de henüz altı aylık. Emeğimiz ve diplomamızdan başka bir şeyimiz yok satacağımız, satıp da yaşamaya çalışacağımız.
Bir sevimsiz Eylül sabahı, hesabımızı kestiler, işsizler ordusuna dahil ettiler bizi de. Hava soğuk, kış uzaktan sesini duyurmaya başlamış usuldan, ekonomik kriz kılıcını sallamakta acımasızca. İş, aslanın ağzında değil, midesine inmiş çoktan, diploma, tecrübe para etmemekte. Hayat pahalılığı almış yürümüş, enflasyon tarif edilemez boyutlarda, iş yok, güç yok. Yabancı bir şehirdeyiz, okullar yeni başlamış, ev kira. Bebem mama, eşim oğlana bez diye ağlamakta. Kızlarımın doğru dürüst üstlerinde kışlık elbiseleri, ayaklarında ayakkabıları yok. Durumun farkındalar, isteyemiyorlar, boynu bükük garibanların. Sözün özü, resmen perişan haldeyiz.
Üç dört ay şaşkın bir vaziyette, ne yapacağımı, nereye baş vuracağımı, çocukların nafakasını nasıl çıkaracağımı bilmeden, Adapazarı İstanbul trenin kirli vagonlarıyla dolanıp durdum.Her sabah, ümitle, dualarla yolcu etti eşim, her akşam moralim çökük, boynum bükük durumda döndüm evime. Hazıra dağ dayanmıyor, aldığımız tazminatın dibi görünmeye başlamış çoktan. Kime gitsem, kimden para bulsam bilemiyorum? Küçük oğlum, hiç bir şeyden habersiz, hüzünlü bakışlarımızın gölgesinde, ağır ağır büyümekte.
Allah, sıkışan kulunun yardımına koşar derler ya, bize de resmen öyle oldu. Türkiye’de iş bulmak imkansız hale gelince, bazı dostlarımızın yardımları sayesinde Gürcistan’ın Poti şehrinde bir iş buldum kendime. 2002 yılının soğuk bir Ocak sabahı, çoluk çocuğumu Adapazarı’nda, kaderleri ile baş başa bırakarak, hurda bir otobüsün en arka koltuğunda, başımı dayadığım bir kirli camdan akseden kederli yüz hatlarımın yarenliği ile akıp gittim gün doğumuna doğru.
İlginç bir yolculuk. Sigara dumanından göz gözü görmüyor. Araçta, her çeşit milletten insanlar mevut. Türk, Rus, Gürcü, Azeri, Ermeni... Aklınıza gelecek tüm Kafkas halklarından örnekler bulabilirsiniz. Otobüsün ısıtma sistemleri yetersiz.İnsanlar paltolarına sarılmışlar; uyumak, bu sevimsiz yolculuğun bizlere sunduğu çilenin en azından bir kısmını bu yolla bertaraf etme çabasındalar. Yolcuların azımsanmayacak bir grubunu oluşturan hayat kadınlarının pek umurunda değil bu durumun sevimsizliği. Onlar hallerinden memnun olmalılar ki, kıkır kıkır gülmelerine devam etmekteler. Şüphesiz Türkiye’de geçirdikleri günleri, ağlarına düşürdükleri para babalarını, söğüşledikleri şehvet düşkünü avanakları anlatmaktadırlar birbirlerine.
Düşünceler, hayaller, kendinle hesaplaşmalar, dünü, bu günü yargılamalar, yarına dair ümitler beslemelerle çok çabuk tükendi Türkiye sınırları içindeki yolculuğumuz. Otobüsümüz, memleketimden geçtiği halde,duramadım, anamın, babamın elini öpmek, hayır duasını almak kısmet olmadı.Gecenin ilerleyen soğuk saatlerinde, Türk polisleri ve gümrük memurları ile selamlaşıp,memleket topraklarını terk ettik, Gürcistan’a ayak bastık. Türk tarafındaki tertip düzenden sonra, karşıki taraftaki gariplikler insanın moralini bozuyor. Ülkenin geri kalmışlığı konusunu duymuştum ama, ilk adımda yüz yüze gelmek de, gerçekten hiç hoş olmuyordu. Yarım saatte geçtiğimiz Türk gümrüğünden sonra, Gürcistan gümrüğündeki işlerimiz tam iki saatte tamamlanabildi. Ardından Acerya sınırı. İyi ki buradan sadece para vererek geçebiliyorsunuz, öyle pasaport, vize kontrolü flan olmuyor.(Sonraki senelerde Türk vatandaşları, Gürcistan’a sadece kimlik kartları ile girebildiler)
Karanlık yollardan ağır aksak ilerliyor otobüsümüz. Gümrükteki tantanadan sonra, hiç kimsede uyuma zevki kalmadı, sigara dumanı ve muhabbet kirliliği tavan yaptı yine. Hopa-Sarp arasındaki duble yoldan sonra, çocuk mezarı büyüklüğündeki çukurların kol gezdiği bu bakımsız yol, pek rahatsız edici geldi bizlere. Şartlar, zaten isteseniz de uyku uyumaya pek müsait değil. Karanlığı süzüyorum öyle gayesiz bakışlarla. Tek tük rastladığımız evlerin girişlerinde, soğuktan üşümüş, yalnızlıkların sevimsizliğini yaşayan, mahzun ve soluk lambalar gözlemlemekteyim.
Erzurum sınırları içindeki Hasan Dağından doğan ve Gürcistan içerlerinden Karadeniz’e dökülen Çoruh’u geçiyoruz ilkin.Gürcülerin Çorohi diye isimlendirdikleri bu nehir, dünyanın en hızlı akan nehirlerinden biridir ve en derin olanıdır. Çok geçmeden,uzaktan Batum ışıkları gözüküyor. Sınıra yirmi kilometre mesafede zaten.Sessiz, sakin, mazlum bir şehir. Tenha ve yorgun sokaklarından usul usul geçiyor; eski, bakımsız evlerin kasvetli siluetlerini arkamızda bırakarak, doğu yönündeki dar yoldan, yüksek tepelere doğru tırmanmaya başlıyoruz.Kanuni Sultan Süleyman zamanında ilk kez Osmanlı topraklarına katılan bu kent, uzun seneler Türklerin egemenliğinde yaşadı. Türk izlerini hala görmeniz mümkün bu şehirde.(Batum, daha sonraki yıllarda Karadeniz’in Beyrut’u olmuştur)
Yüksek dağlardan, dumanlı tepelerden, derin derin çukurlardan, bilmem kaç tane gümrük ve polis kontrolünden geçtikten, bilmem kaç Lari rüşvet dağıttıktan sonra, güneşin ilk ışıkları ile, Anadolu’nun bir ilçesini andıran bir şehrin, ilginç bir köşesinde duruverdi döküntü otobüsümüz. İnsanın vatanı, doğduğu değil, doyduğu yerdir derler hani. Yeni vatanımıza gelmiştik. Hayat hikayesin asla unutamadığım Şamil Bey ile yollarımız burada, bu küçük şehirde kesişecekti.(Devam edecek)
Bir tutam hayat-27.12.2013-Azerbaycan
YORUMLAR
1. Kutlarım diyeceğim ama dilim varmıyor. Neyi kutlayacağım? Yaşadığın acılar yanında kaleminin güzelliği hiç kalıyor. Girişte yazdıkların öyle bir tokat vurdu ki suratıma ne yazacağımı bilemiyorum.
2. Kadere bak ki hiç beklemediğim bir yerde buluşturdu bizi. Çünkü o depremden sanıyorum on günsonra eczacı bir arkadaşımla birlikte arabaya ilaç, çocuk bezi vb... doldurarak adapazarına gelmiştik. önce resmi yerlere uğrayıp (hastaneydi galiba) yardım teklif ettik,hani nerdeyse kovdular bizi. neyse dolaştık ve heralde sizin bahsettiğiniz Çark parkı denilen yerde çadırlar gördük. bir eczane çadırı kuruluyordu. başında sakallı bir göz doktoru vardı. galiba İHH'nındı. kendimizi tanıtmamızla işe koyulmamız beş dakika sürdü. çünkü yağmur yağıyordu, çadırın altından sular giriyor, karton kutulardaki ilaçları ıslatıyordu.
bir tane eczacı ne yapacağını şaşırmıştı. bizüç kişiydik. birimiz eczacı, yeğenimiz veteriner öğrencisiydi. hemen iş bölümü yapıldı onlar ilaçları tasnif etmeye başladı. çünkü doktor gelenlere ilaç yazıyor ama o karmaşada ilaç bulunamıyordu. bende hemen terlik giyerek bir fırçayla suyu dışarı süpürüyordum ve çadırın dışınada beton dökerek çadırı kurtardık. geç saatlere kadar çalıştık, eczacı arkadaşımızı Hendeğe götürdüler biara. Orda İHH'nın ilaç deposu varmış. arabadauyumaya çalışıyorduk amabardaktan boşanıyordu yağmur, camıaçamadığımız için bunalmıştık. kanalizasyon yoktu. o çark deresinin kenarlarındaydı insanlar. ve biz bu sıkıntıyı bir gece yaşadık ama siz kimbilir neler yaşadınız. ertesi sabah İstanbuldan bir grup eczacı gelince işimiz bitmişti.
3. unutamadığım iki insani özelliği de paylaşmak istiyorum. Tokattan çıkarken kızım kendi elbiselerinden koymuştu. Orda ağacın altında elbiseler ıslanmış çamur içindeydi. bir bayan ordan elbise bakarken ben arabadan kızımınkileri uzattım. 'teşekkür ederim ben alacağımı aldım. onu başka birine verirsiniz.' çok duygulandım oysaki o ıslaklardan almıştı. ve binim verdiklerim tertemiz ütülüydü. yani kadın asaletini o şartlarda da korumuştu.
4. bizimle beraber gelen yeğenimiz. O göz doktorunu Tokatta bir gece önceden rüyasında görmüş ama heyecanından bize söylememiş, dönüşte annesine söylemiş.
5. insanların o enkazların üzerlerine çıkıp poz verip fotoğraf çekinmeleri de beni derinden yaralamıştı.
6. çok uzun yazdımbiliyorum. ama anılarımı ve acılarımı depreştirdi yazınız. Üstelik o sizin gittiğiniz Hopa, Artvin Çoruh o yollarda az gitmedim onaltı yaşlarındayken.
hikayenizin devamınıokuyacağım. şimdilik selam ve dua ile kalınız. saygılar.
Bir tutam hayat
Hikayenin konusu dışında anlattıklarınızı birebir yaşamış bir insan olarak,
gözlerimin dolmadığını söylesem, yalan söylemiş olurum.
Anlattığınız her şeyi yerinde yaşadım,
o kadar günü sizler gibi soluklandım ben de.
Kötü günlerdi.
Ama,
her ne olursa olsun,
insanımızın yüce gönüllüğünün de çok örneklerini gözlemledik o günlerde.
Mesela,
Erzurumlu bir fırıncı,
bir kamyon ekmek göndermişti Adapazarı'na...
Ve,
sizler gibi nice yardım sever insan koştu geldi...
Ne demeli?
Hepsinden Allah razı olsun.
Güzel yorumunuza da çok teşekkür ediyorum tekrar.
Yalın,gerçek,su gibi bir anlatımla sizin hayatınızda önemli bir dönemeç olan yurt dışındaki ekmek kavganıza gidiş hikayenizi okuduk.Bahsettiğiniz dönemde değilde daha öncesi dönemlerde karlı bir kış günü delik botumla sırılsıklam ve buz gibi ayaklarla okula gidip ders bitene kadar ayağımda kuruyan çoraplarımı değiştirme imkanı bulamadan tekrar o karın dondurucu sıcağını hissederek eve döndüğüm günleri, aç kalmasakta hemen her gün patates kuru ekmek yemek zorunda kaldığımız günleri ve diğer zor günleri hiç unutmadığım için bugünlerime hep şükrediyorum.Hikayenin devamınıda merakla okuyacağım.Güzel yazan kaleminiz daim olsun.Saygılarımla.
Bir tutam hayat
O günleri yaşayan insanlar,
bu günlerin kıymetini daha iyi biliyor galiba.
Teşekkür ediyorum.
Şiirlerimde özgürlük nutukları atıp bazen yönetimin güzel yönetemediğini anlatırım şiirlerimde. Öyküler yazıyorum ve hayatım hiç te sizin dediğiniz gibi refah içinde geçmedi. İğne ucuyla okuttum çocuklarımı..
Ailemin desteğiyle biraz da ama şimdiki durumları işçilerin taşeronlaşmasını, işçi ölümlerini, vurgunları soygunları hiç bir dönemde görmedik. Aç açık kalmaya razıydık, ülkemiz ayrıştırılmaya kalkışılmasa,
topraklarımız bir yandan yabancılara, bir yandan da içimizdeki talancılara peşkeş çekilmeseydi keşke ve
bizlerde gülün bülbülün aşkı sevdasından bahsetseydik hep.
tebrikler,
yaşanmışlığıyla güzeldi,
saygılar..
Ne kadar sizi çok iyi anlıyorum desem de yalan olur..O yıllarda kendi ekmeğimi elime almışım sırttım pek omuzumda Devlet babanın şemsiyesi mutlu mesut yaşadım..Ha bu demek değil ki ekonomik durumun farkında değildim..Zor durumda olan insanları bu gözlerim görmedi..Veya da hissetmedi..Zor yıllardı çoğu için..
Sadece Allahım hiç kimseye böyle bir şeyi yaşatmasın temennisinde bulunabilirim..
Devamını hevesle bekliyorum.
hayatın inişleri çıkışları
her zaman ustaca dökülür bu kalemden
ki en zorudur çocuğunun yada aileyin
talepleri karşısında sessiz kalmak
ve aklıyın yetip de gücüyün yetmediği
olaylarla karşılaşmak....bilesin ki
devamı merakla beklenir şairim...
usta kalemini
canı gönülden kutluyorum
her dem saygımla
Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük ekonomik felaketi olan 2001 krizi, ülkeyi çöküş noktasına taşımıştı, biliyorsunuz. Bu gün burada, bu güzel defterin müstesna sayfasında arz-ı endam eden, şiirlerinde, yazılarında çarşaf çarşaf siyaset yapan, hükümet yıkıp, hükümet kuran, adalet, özgürlük, dürüstlük nutukları çeken şair ve yazarlarımızın büyük bir bölümü, o kara günleri, devlet babanın şefkatli kolları arasında, ekmek elden su gölden misali, zevk-ü sefa içinde geçirdiler. Bunların başında, askerler ile devlette görev alan memur ve işçiler gelmektedir.
bu cümleyi kendi sayfamda yorumunuza cevap verirken
yanlışlıkla almamışım
özellikle şu cümleniz;
Bu gün burada, bu güzel defterin müstesna sayfasında arz-ı endam eden, şiirlerinde, yazılarında çarşaf çarşaf siyaset yapan, hükümet yıkıp, hükümet kuran, adalet, özgürlük, dürüstlük nutukları çeken şair ve yazarlarımızın büyük bir bölümü, o kara günleri, devlet babanın şefkatli kolları arasında, ekmek elden su gölden misali, zevk-ü sefa içinde geçirdiler. Bunların başında, askerler ile devlette görev alan memur ve işçiler gelmektedir.
çok dikkat çekici geldi
kendi sayfamda belirttiğim düşüncemi burada da paylaşacağım.
Ben burada yazılan yazılara empati gözüyle bakarım ve kişinin özel hayatı, mesleği, medeni durumu, ırkı ve memleketi beni ilgilendirmez. Sözüm meclisten dışarı
burada bir hayat kadını üye olsa ve namuslu şiirler yazsa
yorumlarken
sen hayat kadınısın namuslu şiirler yazamazsın mı diyeceğiz. Veya yazar hayatında özel sektörde çalışıyor. maaşı iyi. Sosyal devleti anlatan bir şiir yazınca
Dur arkadaş sen kapitalistsin. Sosyal devleti anlatan şiir yazamazsın mı diyeceğiz?
Veya zengin.
fakir bir hayatı yazdığında yazamayacaksın mı diyeceğiz.
Ayrıca; genelleme yapmak ne kadar doğru, bilemem. Takdir elbette sizin
yazıya gelince.
her zamanki gibi çok güzel bir hikaye. Hikaye gerçek olduğunu bildiğimiz için
hikayenin kahramanların yaşadıkları anlatıldıkça
eminim o dönemki Türkiye'ye de bakılacaktır kalem tarafından
ve bunu okumak biz okurların bakış açılarında yeni kazanımların elde edilmesini sağlayacaktır.
tebrik ve saygılarımla dostum
ersinbaşeğmez
ve
yazarını kutlarım
dostum
Sevgili Arkadaşım.
Senin kalemin beni büyülüyor adeta...İnsan yaşadıklarını böyle mi yaşatır başkalarına...Öylesine bir kalemin var ki o otobüs yolculuğunu ben yaptım, Gürcistan'a ben gittim sanki. Özellikle tasvirlerin müthiş. Olay bir de yaşanmış olunca daha da ilgi çekici oluyor öykü.
Ben bir solukta okudum ve devamını sabırsızlıkla bekleyeceğim.
Ancak..Bir husus da belirtmeden geçemeyeceğim. Böyle bir yazıda bile siyaset izleri aramak hangi hastalıklı beynin ürünü olabilir çok merak ediyorum...Nasıl bir hastalıktırki bu yazıya bakıp '' soğuktan donan ayaz bebek bu hükümetin idaresinde yaşamıyormuş dü.'' yorumunu yazabilir? sanki ayaz bebeğin ölümüne alkış tutmuşsun da kendi üşümenden dolayı kahretmişsin gibi...
Gerginlik şiirimi boşuna yazmamışım demek ki...Diyecek söz bulamıyorum.
Selam ve sevgilerimle.
Samimi cümleler ötesinde gerçeklerin, acıların, tüm yaşanmışlıkların arz-ı endam ettiği ve hüzünlü yanı da ağır basan çok başarılı bir çalışma daha kaleminizden yansıyan.
Öncelikle içtenlikle kutlarım. Birilerinin dile getirmesi gereken gerçekleri yaşadıklarınızla harmanlamışsınız. Ne yazık ki gerçekler göründüğünden daha acı ve çok da düşündürücü.
Devamının bir an evvel gelmesi dileğimle. Ve bir kez daha kutluyorum sizi: Ailesi için her türlü zorluğa katlanan azminiz ve güçlüklere göğüs geren yapınız itibariyle.
Kaleminize sağlık.
En içten selam ve saygılarımla...
sizinle beraber dolandım o yerleri yine
rabbim nasip etmişti karadeniz gezisnde gör müştüm gürcistan sınırını
sizin güzel anlatımınızla yine hatıralar canlandı
ah yokluk dedim kimleri batırmadıki bizlerde sebeblendik o batmalaran hala düze çıkamayanlar var hala zorluğu yaşayanlar
güzeldi anlatımınız takipteyim inşallah
Merhaba dost kalem
Benim orta okulda bir matematikhocam vardı
Derdini dostluk, kantarla, alış veriş misaller derdi
Peki sizin bu yazınız siyaset değilde piknik hatıralarını mi anlatıyor
Bu külümeti Kur'an parti hangi sloganlar iktidar olduyalana talana soyguna son demedimi peki ne yaptılar dolarları koyacak kasa kalmayınca ayakkabı kutularına doldurdular yoksulluk hep vardı şimdi de var soğuktan donan ayaz bebek bu hükümetin idaresinde yaşamıyormuş dü.
Diş güçler mi bakanın oğlunun yatak odasına dolarları koydu
Her vatandaş elini vicdanına koyup Allah'ın lütfettiği aklın süzgeçinden geçirerek olaylara bakması lazım değilmi siz yorumlarına değer verdiğim ve taktır ettiğim bir dostunuz ama hükümet hakkında yazanlara da saygı duymanızı rica ediyorum size hayırlı yolculuklar diler Allah'a emanet olun derim hoşça kalın