- 801 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
PAYA DÜŞEN HESAP
PAYA DÜŞEN HESAP
Genç imam önce caminin minberinden cemaate süzgün süzgün baktı. Sonra sesine derin bir içtenlik vererek hutbesini okumaya başladı. Hutbe yazılı bir metin olmakla beraber, İmam Efendi’nin kendi düşünceleriyle de konuları takviye ettiği anlaşılıyordu. İçtenliğinden bazen yeşil gözleri kısılıyor, sevimli tombul yüzü lüzumsuzca geriliyor, bazen de hutbe kağıdını tuttuğu elini sallayarak konuya verdiği önemi hissettiriyordu.
Yardımlaşma ve sosyal dayanışmayla, birlik beraberliğin bütün erdemleri tek tek sıralanmıştı. Ayet, hadis ve atasözlerinden örnekler verdi. Büyük devletler hep bu birlik ve beraberlikleriyle tarihe geçmişlerdi. Bizim tarihimiz de hep böyle örneklerle doluydu. Kurtuluş Savaşı da böyle kazanılmamış mıydı? Merhum Akif’in “Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez; /Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez” beyiti ne derin bir anlam ifade ediyordu. “Bir elin nesi var ,iki elin sesi var” atasözü bile bu konuda basit ama ne kadar ders verici bir sözdü. “Köyümüzün kalesini düşünün” dedi. “Şimdiki aletlerle bile yıllarca uğraşsak zor yaparız. Ama büyüklerimiz ne yapmış? El ele verip dağlardan, bayırlardan eşeklerle, katırlarla taşlar çekmişler, keresteler getirmişler. Bizim onlardan neyimiz eksik?” diyerek cemaatin gözlerinin içine baktı. İmece ne güzel bir kelimeydi ve ne kadar milletimizin ruhuna yaraşıyordu…Nasıl oluyordu da bu kadar birlik beraberliğe önem veren bir dinin ve milletin insanları, en basit konularda bile bir araya gelemiyordu? Bu insanların üzerine ölü toprağı mı atılmıştı? “Allah, sizi her işinizde bir ve beraber eylesin” diyerek hutbesini bitirdi.
Cemaat tabiidir ki minberden yapılan bunca açıklamayı, hep ibadet içinde kabul ettiğinden, saygı içinde dinledi. Ancak kafaları da karışmamış değildi. Hani memleketi düşman sarardı da insanların bir ve beraber olmaları istenirdi. Durup dururken bu “birlik beraberlik” çağrıları nereden icap etmişti? Bu işte bir bit yeniği vardı, ama...Son günlerde İmam Efendi’nin Muhtar’la samimi duruşları kimsenin gözünden kaçmıyordu. “Kokusu çıkar yakında, duyarız nasılsa…” diye söylendi bazıları.
……….
Bahar deyince herkesin aklına ve gönlüne gençlik, uyanan tabiat, zümrüt gibi yeşillik, kıştan kurtulan kuşlar, soğuktan silkiniş gibi düşünceler gelir. Menderes Ovası’nda bu böyle değildir. Çünkü mevsim her zaman bahar gibidir. Bahar mevsimine ait otlar ve çiçekler fışkırmasa , kışın ağaçlar yaprağını dökmese mevsimler hemen hemen hiç anlaşılamaz. Sular küçük dereler, kesikler boyunca, bütün kış, dağlardan süzüle süzüle ovayı yalayıp üç dört kilometre aşağıdaki Menderes’e dökülürler. Mayıs ayına kadar da bu hep böyle sürer gider.Bu vakitten sonra susuzluğun ayak sesleri duyulmaya başlanır. Bunu artezyen motorlarının çalışması takip eder. Bütün bir ova “küt küt” bu seslerle çınlar…
Bu topraklar yüzyıllarca bereketli ovalarıyla, zeytini, inciri ve pamuğuyla adeta bereket hazinesidir. Osmanlı zamanında İtalyan tüccarlar, halktan meyan kökü de satın alırmış. İlaç için mi, meşrubatta kullanmak için mi alırlarmış? Herkes bir şey söyler ama sebebini sadece satın alanlar bilirmiş. O zamanlar, canlı mal değerli olduğundan her yer bükmüş .Koca ovada insanın kaybolması işten değimiş. İşte bu yerler, eşkiyalar için biçilmiş bir kaftanmış bu yüzden. Eskilerin hafızası, dağa ovaya kaldıran bir sürü haydutun hikayeleriyle doludur…
İstiklal Harbi’nden sonraki dönemde susuz pamuk dönemi yaşandı.Yine de arazilerin büyük bir bölümü incir bahçeleriyle kaplıydı.50’li yıllarda araziler yepyeni bir şekle girmişti. İncir bahçeleri sökülüyor,bükler kaldırılıyor, sulu ziraate geçiliyordu.Bu yeni ziraat anlayışıyla birlikte bazı teknik kavramlar da köylünün diline girmeye başladı..Köylüler bunları büyük bir heyecanla, kısa zamanda öğrendiler, ama bir sürü yanlışla. Iskaro’ya ızgara; turbin’e dürbün…Menderes’e yakın tarlaların sulamasında bir sıkıntı yoktu. Bir su motoru veya traktör vasıtasıyla işlerini görüyorlardı. Fakat,nehirden uzak,dağa yakın tarlaların sulanması için gücü olanlar artezyen çaktırıp mazotlu motorlarla işlerini görüyor, kuyusu olmayanlar ise yüksek paralarla kuyusu olanlardan su satın alıyorlardı.Bu da gariban çiftçinin gelirini mahvediyordu.70’li yıllarda artık halkın bir tek mahsulü vardı:pamuk.Onun yerini tutacak hiçbir ürün yoktu.
Evlenecek çiftler pamuk zamanını bekler.Taksitli alışveriş yapacaklar borcunu pamuk veresiye ayarlarlar. Mayıs’tan Aralık’a kadar bu ovada herkesin tek işi pamuktur.Fakat onun biricik ilacı sudur.Hem de altı yedi kere sulanmak ister.Üstelik ikinci suyunu geçirirsen bitki başındaki kozalakları atar, fazla su verirsen de bu sefer bitki azar.Her ikisinde de çiftçiler büyük zararlara uğrarlar.Fakat son yıllarda bir çok artezyen kurumuş,onun yerine derin su pompaları yere salınıyor, her yıl da daha derine inmek gerekiyordu. Bu gidişle bu işin sonu iyi görünmüyordu. Çiftçi bu sefer su satan artezyen sahiplerinin insafına düşmüştü, ama kimsenin bu işe bir çözüm aradığı yoktu…Ovanın artezyenli tarihi kuyuya kaçan,kuyudaki gazdan zehirlenen, motor kayışının çarpmasıyla kolu kopan insanların acılı hikayeleriyle doludur…
………
Yolun kahveleri böldüğü alanın alt kısmında bir kaynaşmadır başladı.Önce birkaç araba ve ardından yirmi ,yirmi beş kişinin kahvelerden birine doğru akın ettiği görüldü. Mevsim bahar olduğundan, bu mevsimde bu kadar insanın burada toplanması yadırganacak bir şeydi. İnsanların şu anda sadece tarlalarında olması beklenirdi. Anlaşılan Cuma namazından sonra, herkes işine gitmek yerine buraya gelmişti. Nisan ayının bu vaktinde bu yerlerde üç koku duyulur: Hava, toprak ve ter kokusu. Dağlardaki rengarenk çiçekleri burada hiç arama. Çiftçi toprağın öz evladı otları değil, üvey evladı pamuğu yetiştirme derdindedir. Onun için çiftçinin ot ile çiçek ile geçireceği zamanı yoktur. Berberden yeni tıraş olmuş çocuklar gibi, sürülüp ekilmiş tarlalar, sıra sıra dizilirler. Dağlardaki yeşile nispet, burada her yer kahverengi bir suluboya tablo, kınalı eller gibidir.
Görünüşte eli çantalı, zayıf , minyon tipli, gözlüklü adam ve yanındaki iki arkadaşı, kalabalığa bir şeyler anlatıyordu. Masalar birleştirilmiş, baş kısmına meraklı kalabalık yerleşmişti. Muhtar beklenmekteydi. Eli dosyalı adam sorulan sorulara üstünkörü cevaplar veriyor, derin konulara girmiyordu. Muhtarın 53 model cipi görülünce daha bir hareketlilik başladı. Bir kaynaşma ve karşılamadan sonra kahve “zıngırzık” doluverdi. Küçük bir hasbihalden sonra sadede gelindi.
-Arkadaşlar, ben size ne zamandır anlatıyorum. Bu arkadaşlar bildiğiniz gibi bizim su işini halletmek için buradalar, dedi Muhtar. Bu memleketin makus talihi, artık sizin elinizde. Biz suyu dibimizeki Meenderes’ten değil de yerin kaç yüz metre altından çıkarıyoruz. Vallahi eller bizim halimize güler. Akıl var, yol ortada. Çoğunluk başını sallayıp, ona hak verdiler.
-Bakın arkadaşlar, biz planı yaptık. Herkes ne kadar araziye sahipse, o ölçüde boru parası verecek. Bakın şirketten arkadaşlar burada. Kafanıza takılan ne varsa sorun.Yakın zamanda bu işi bitirecekler.Yeter ki siz paradan haber verin.
-Canım, adam bedava yapacak değil ya, dedi birisi, elbette herkes elini cebine sokacak.
Proje müdürü olduğu anlaşılan bey, kalemi elinde çevirerek insanları gözlüyordu.
-On bin metre boru gidecek arkadaşlar, dedi,biz ölçtük biçtik. Size metre birim fiyatını da söyledik. Kendinize düşen payı hesap edin. Bu artezyen işinin, yer altı pompası işinin sonu yok. Yeraltı sularından artık randıman alamazsınız. Bu gidişle tükenecek. Sonunu iyi düşünün. Bir miktar masrafınız var, ama ileride çok rahat edeceksiniz, bu iş sizin geleceğiniz, diye uyardı.
Dağ bölgesindeki ovada su satan üç büyük kuyu sahibi, bu işe bozuluyorlar, fakat bu durumda kaderlerine razı olmaktan başka yol da bulamıyorlardı. Öyle ya orada “Biz halimizden memnunuz, istemiyoruz” diyecek halleri yoktu. Onlardan Koca Durmuş,Yavaş Hayri ve Kıvırcık Niyazi yan yana oturmuşlardı. Yavaş Hayri, Kıvırcık Niyazi’nin kulağına eğilip söylendi:
-Söylemeli de biraz fiyat kırsınlar.
-Yo, fiyatta bir şey yok, dedi Kıvırcık Niyazi. Akıllı adamdı. Menfaatine uymasa da çok yer , yordam gördüğünden, hesabı kitabı iyi bilirdi. Bulunanların hepsi halinden memnun görünüyordu. Konuşmalar daha çok gelecekle ilgili, ne kadar işlerinin kolaylaşacağı ile ilgiliydi. Dağlı Ziya bile, tepenin eteğindeki yere biraz daha kendisi boru ilave ederek su çıkaracağını hesap ediyordu. Hayli soru ve cevaptan sonra Muhtar kahveciye seslendi:
-Zamanı geldi bakalım, haydi herkese birer gazoz, benden! Herkes bu sevinçli işin ardından gazozlarını yudumlamaya başladı..Muhtar,bu işten büyük bir haz duyuyordu. Kendisinin büyük bir arazisi yoktu, ama o bu işi bir vatan millet davası olarak görüyordu. Köye kalıcı bir eser bırakacak olması onun için büyük bir şerefti.O biraz da ”Sen bir tanesin” dendiğinde dağları devirmek isteyen sevimli bir adamdı.
Herkese senetler çıkarıldı. Herkesin önünde tek tek imzalanacaklar, herkes köy projesine ortak olacaktı.Tam bu sırada, herkesin kendisine bakmasına sebep olan bir ses duyuldu.Bu on dönüm tarlası için her yıl satın su alıp dünya kadar borca giren Yedi Kanun Mevlüt’ten başkası değildi. Genellikle patavatsız konuşmalarıyla tanınırdı.Her yıl borç dert çiftçilik yapar,ne kadar borcu var, nasıl derdi var herkes bilirdi. “Evzinmek” onun biricik işiydi. Gözlerini öne eğdirip, bıyıklarını büzerek ses düzenini akort eden bir uzun hava okuyucusu gibi nutuğunu atmaya başladı.
-Pek iyi diyosunuz, emme bu bizim ovayı Söke’ye gadar suluycak bir baraj yapılıyo Çine’de.
-Onun bir yirmi, yirmi beş senesi, otuz beş senesi var, dedi Muhtar.
-İyisiniz, emme bu borular o zaman kimin olacak?Şirket görevlisi güldü.
-Yahu amcacığım, yirmi beş sene sonra siz, nerede olacaksınız?
-Sene ne canım, benim nerede olacağım! Sen soruma cevap ver! Bu borular o zaman kimin olcak?
-Köy tüzel kişiliğinin. Mevlüt Ağa, o zaman kaşını çatarak bağırmaya başladı.
-Siz kime sordunuz da benim boruyu gonağa(muhtarlığa) veriyosunuz?. Arkıdeşler, bu bir gandırmacadır. Hepimizi gandırıyolar. Benim olmuycak boruya ben neyi parı verem? Ben deli değilim.Bir itişme oldu. İş buraya gelince, su satan grup için bu altın fırsat olmuştu.Koca Durmuş burada müdahale etti.
-Hem milletin kafasını garıştırıyo, hem de bizim rıskımızı göz dikiyorsun.Bu ay benim ne kadar mazot borcum var biliyo mun Muhtar? dedi.
-Beni sen değil,gariban millet ilgilendiriyor. Bu sırada Yavaş Hayri:
-Muhtar, senin otuz dönüm tarlan var. Eğer istiyorsan ben sene su veririm. Ne o,ö(y)le çölde galmış gibi? Hem milletin kafasını bulandırıyo(r)sun, hem de milleti altından kalkamıy(a)cağı borcun altına sokuyo(r)sun. Milletin durumunu soruyo musun hiç? Diye gürledi. Muhtarın yanındaki İmam’a da eliyle işaret etti.
-Hoca Efendi,camideki birlik beraberlik dedi(ğ)in bu muydun?Biz senin camideki işine karışıyor muz?Bu memlekette özgürlük var.Sen neye bizim işimize karışıyorsun?Diye hem çıkıştı hem bağırdı.Sonra hızını alamamış olacak ki, şirket yetkililerine hücum etti:
-Haydi, milletin aklına girip bozgunculuk yapmayın len! Borunuzu gidin başka yerde öttürün, bu iş bitmiştir, gülü güle!” dedi. Muhtar, ortalığı yatıştırmak istediyse de millet savuşmaya başladı. Koca Durmuş giderken:
-Sene oy veren ellerim kırıleydin. Emme yine de senin çilbirin bizim elimizde, seçimde görüşürüz,dedi. Muhtar:
-İster ver, ister verme. İstediğinizi yapın,dedi. Ancak yıkılmış, bitmiş, köyde hiç ağırlığı olmadığını görmüş, en haklı davasında bile böyle bir ihanete uğrayabileceğini hiç hesaba katmamıştı. Şirket yetkilileri de ondan izin alıp sıvışmışlardı. “Şu aşamada muhtarım, yapılabilecek bir şey yok.Köylünüzün kafası karışık görünüyor. Hazır olduğunuzda bizi çağırın.” diyerek gönül almışlardı sadece. Muhtar, birkaç kişiyle kalakaldı. İmama:
-Söylemiştim sana Hoca Efendi, bizler sadece savaşta ve felaketlerde birlik olabiliriz. Eğer böyle olmasaydı bu memleket şimdi çok başka bir seviyede olurdu, diye söylendi. Elleriyle kızarmış yüzlerini tuttu. Sanki bir günde yüzyıl yaşlanmıştı. İmam sakin bir bakışla güldü:
-Sen gereğini yaptın, insanlara zorla iyilik yapamazsın, yirmi beş yıl sonraki boru için şu hale bak, dedi.
Ertesi gün Muhtar, ilçeye gidip muhtarlıktan istifasını verdi. Aradan otuz yedi yıl geçti. Önce renkli televizyonlar çıktı. Ardından Sovyetler Birliği dağıldı. Köy internet teknolojisiyle tanıştı. Fakat köyün makus talihi değişmedi. Ova kendisini tutsak eden zihniyetin elinde, aşkından yanıp tutuştuğu suya kavuşacağı günü hasretle beklemeğe devam ediyordu.