- 952 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Çürümek
sana benzeyen bir şeyin resmini yapıyor Tanrı. göğsünü boşaltma. izine, gölgene, sesine, her şeyine tam ihtiyacımın olduğu andır. çürüyorum.
Biten
‘Sana ihtiyacım olduğu için gelmedin. Yolun sonu burasıydı. Karşılaştık, kabul ettin. Sadece bir odanın ışığı kapalıydı. Girdik içeri. Ben bir daha çıkamadım.’
Kitabın bu sayfasında, bu cümleyle biten yerinde durdum. ‘Nasıl yazmış be yazar’ diye düşündüm. Matbaaya teşekkür edilmesi gerekliliği beni çıldırttı. Deli gibi çalışıp, özel bir şirkette yönetici olan arkadaşımın sözlerini hatırladım:’ Ben erkenden emekli olan bir eşek değilim, ben eşek hiç olmadım. Hepiniz bana eşek gözüyle baktı ama eşek olan sizlersiniz. Kesinlikle vazgeçemediğim mantığım ve onun aydınlattığı yolda ilerledim. Bana zengin diyorsunuz, hayır kabul etmiyorum. Zengin olmakla, kazanmak, kazandığının karşılığını almak farklı bir şeydir. Her iki türlü de siz beni kıskanıyorsunuz. Sizden iğreniyorum, sizin gibi arkadaşlarla yıllardır konuştuğum zaman için kendimden de tiksiniyorum.’ Bu düşünmeyen bir insanın konuşmasına benzemiyordu, düşünüyordu ama hisleriyle düşünüyordu. Hisleriyle düşünmek nedir bilir misin? His insanın mantığını alt üst eder, onun içinde kendi hegemonyasıyla çığır açtığını düşünür. Düşünceye de his karıştı mı, düşünce abuk sabuk bir halde dökülür. Çürür. Çürümekten mi korkuyorum, bunu bana mı soruyorsun, bana sormadan önce kendine sorman gerekiyor.
Gülmeyi unutuyoruz. Doğruyuz. Yalancı hep diğerleri, sözümüz cumhuriyet altını. Yastık altlarımızdaki terin kokusuna alışan burunlarımız, güvenden bahsediyor. Bununla beraber o hep anlatıyordu:
-Son zamanlarda ülkemizde yaşanan her şey, dışarıda birilerinin tezgâhları. Siz niye bu adamların günahına giriyorsunuz? Ben de esnafım, benim de evimde para sayma makinesi var.
Gülmeyi hatırlıyoruz. Yalancıyız. Doğruları hep siz söylüyorsunuz.
-Sana bir şey diyeyim mi?
-Söyle bakayım neymiş, suçlamaya başlama hemen birisini.
-Kimseyi savunma!
-Niye savunmayayım? Onlar oraya benim oyumla çıktı. Savunurum da. Ha, yeri gelir eleştiririm tabi, ama haksızlık bu!
-Ne haksızlık?
-Dur bakalım, senin durumun iyi, seni kıskanıyoruz zannediyorsun. Bir kere bunu aklından çıkar. İkincisi, herhangi bir milletvekili emekli olduğunda asgari ücretin neredeyse yedi sekiz katı emekli maaşını ölene dek alacak. Bunu da biliyor muydun?
-Biliyorum. Alsın, ne olacak? 550 kişi zaten. O kadar şeye paramız gidiyor, bunlar milletvekili.
-Neden peki?
-Adamların belli bir statüsü oluşuyor. O statü yıkılmasın diye o parayı vermeli ki devlet, hala saygınlıklarını koruyabilsinler.
-Saygınlık parayla eş değer bir şey mi?
-Olması lazım.
-Biliyor musun Sokrates savunmasında ne diyordu:’ En ünlülerin en yetersiz kafalılar olduklarını buldum, ve daha az saygı gören başkaları ise gerçekte daha bilge ve daha iyi idiler. ‘ Hak olan neredeyse, ona saygı göstermeli! Sen de inansan artık, insanlar yanlış yapabilir.
-Sen kimi savunuyorsun bana onu söyle. Ne düşündüğünü bilmiyorum. Sen çok tehlikelisin esas. Sen ortacı oportünistlerdensin. Hem arkadaşlarınızla beni yıllardır kıskanıyorsunuz, hem de siyasi olarak kimi savunduğun belli değil.
Vazgeçmenin en olur yanı, bir gün vazgeçtiği şeyleri geri almak için hazırlanıyor olmaktır. Vazgeçtim.
***
Bir Yaprağın Ölümü
-aklımdakileri ıskalıyorum her defasında. bir pusulam dahi yok
Bedenin uzanırken, ruhun geri çekiliyor, geri çekilmesi uzun süren barış orduları giyip durduğu her yerde insanların ilgi odağı oluyor. Uzun bir yaprak gibi, saçlarının ellerimde ufalanıp yok olmasından korkuyorum.
Adam ceketini çimenlerin üzerine attı. Kadın yanına, ayakta onu bekliyordu.
İlk göğsünde kararıyor ceketi adamın, gözleri düğme karası o son bakış, umutsuzluğa yüceliyor elleri. İnsan ne için sayıklar? Bunun adı bir dua mı? Damarlarından biri çatlayınca insanın, kendine gelebilmesi ne kadar uzun sürebilir? Biliyor musun, insanın ruhundaki damarların çatlaması daha kötü. Kanaması hiç bitmiyor. Ölüm kurtuluştur ama ya diğer şeyler? Geride kalanlardan başka bir şey düşünmeyen bir insanın inatçı ve kinci tutumu karşısında hangi yağmur ruhu serinletebilir ki?
-Kitabını çıkarmana çok sevindim.
-Teşekkür ederim ama çok değersiz buluyorum.
-Neden ki?
-Çıkardığıma pişmanım. Çıkardım dedim de, sanki yumurta çıkarıyormuş gibi. Komik ama değil mi?
-Anlamadım bir şey. Peki, annenin durumu nasıl oldu?
-Hastaneden çıkmadı henüz. Zaten seninle görüşmek için iki saatliğine akrabalara söyledim. Yanında hep ben kalıyorum.
-Ne olmuştu? Beyinle alakalı bir şeydi sanırım.
-Beyin damarlarından birinde, tıbbi olarak pek anlamıyorum işte…
-Anladım, geçmiş olsun.
-Kitabıma gelirsek, üç bin liraya iki bin tane bastılar. Saçma sapan bir yayınevi işte. Yazık oldu öykülerime. Kitabın kapağı bile itici.
-Önceden konuşup anlaşmadınız mı? Kitabın kapağına göre değişiklik yapılabilirdi. Yani ben de pek anlamam o konuları ama bir arkadaşımın yakın bir dostu çıkarmıştı aynı senin çıkardığın gibi.
-Kitap mı?
-Evet evet, hatta o daha az para vermişti ama sanırım onun kitabı daha az basılmıştı.
-Bir hataydı, pek hatırlatmaya gerek yok sanırım. Sen okudun mu kitabı?
-Aldım ama evde bir yere koydum. Geçen okuyayım dedim, bulamadım. Kaybettim evde.
-Bulursun inşallah.
-Sen boş ver üzülme. Annen de iyileşir inşallah!
Adamın ceplerinde birkaç alışveriş fişi. Kadının parfümü duru, çekici bir kadın ama neden o an orada olduğunu dahi bilmiyor. Kolonya kadar hafif bir edası var. Adam kadına, üzerine ceket serdikleri otun sapına kadar âşık!
O halde ben de anlatmıyorum. Bunları bir kuşa çekiyorum. Ağır çekiyor sigara. Nerede oluyorsam, soğuk demirin ilk pası orada… O halde anlatmıyorum, şairlere bıraksınlar elbisenin ilk ipini. Servet harcanası omuzların sahibi de bir gün ölecek. Sevinci arayan yok, git, otur, uyu ya da sen ne istersen. Kendileri gibi çoktan gidenleri anlatıyor bu öykü. Hikâyeleriyle yorulmuş yiğitlerin anısına, takati tükenmiş sözün özündeki gurur eriyor.
-Ben gideyim artık.
-Neden? Şurada bir kafe var, oraya gidelim. Hastanede sıkılıyorum bazen, orada oturalım. Hem bir şeyler içeriz.
-Ben gideyim artık, geç kaldım.
-Nereye geç kaldın ki? Hem otur daha az, daha yeni geldin.
-Ben sen çok istiyorsun diye geldim. Telefonda geçmiş olsun dedikten sonra yanına gelmemin bir manası yok diye düşündüm ama sen çok zorladın telefonda.
-Yani?
-Gideyim ben. Birkaç yere de uğramam lazım. Zaten planımı ona göre yaptım, buraya senin yanına uğradıktan sonra diğer işlerimi de programladım.
-Peki, görüşür müyüz yine?
-Ben sana telefon açarım. Annenin durumunu sorarım, olur mu?
-İyi günler sana…
-Sana da, bye…
Adam ceketinin üzerinde oturuyor tek başına. Göle bakıyor. Bu zehri ben tek içmek isterken, artık adam da aynı zehirle yaşıyor. Peynirli gözleme sipariş eden birinin, içi boş gözlemeyi yerken dudaklarında peynir tadını araması gibi, kadın gitti. Adam ceketini yerden kaldırıyor. Ceketi tozlarında, üzerinde kalan otlardan arındırıyor. Ceketini üzerine giyiyor. Bu ceketi ne kadar da çok seviyor. Her erkeğin bir ceketi olmalı, onun var. Bakkaldan aldığı elli kuruşluk mavi tükenmez kalemiyle, bankanın verdiği dekontu çıkartıyor. Yazdıklarını okuyorum. Ona sormuyorum. Ben onun tanrısıyım. O gelen kızı gönderen de benim, onun oradan çabuk ayrılmasını sağlayan da. Allah şahit!
‘Bu zehri içen benim. Neden geldi ki Allah’ım? Sen mi gönderdin onu bana? Sanmıştım ki, bu kederli anımda beni rahatlatacak bir şey söyleyecek, belki biraz yardımı dokunacaktı ama olmadı. Bir bıçak alıp, şu kalbimi söküp onun avuçlarına koysam, kurtulur muyum, yarını atlatabilir miyim? Göğsüme dayalı hançeri güneşe, kuşu maviye, aşkı şaire, çiçeği bir kaldırıma, kurumuş yaprakları kitaplara, benim olmayan ne varsa sahibine verirsin de, dört bir yanda yolumu kesip hayaliyle beni peşinden koşturan kadını bana vermiyorsun. Söylemeye dilim varmıyor. Onun boşluğunda açan çiçekleri hayal ediyorum. Terleyince daha hür, tam da sıkıştığı yer de benimle oyun oynuyor. Biliyorum ki toprak kuruyunca güzel, onu yitirince de daha güzelleşiyor sanki! Pencere dibinde ölü bir sinek gibiyim. Pencereye yapışan tozun vefası bile yok insanlarda. Bana sarılıp, ‘seni seviyorum’ deseydi, neden her şey istemediğim gibi var oluyor?’
Sen tanrı mısın?
Kalkıyor oturduğu yerden, hastaneye geri dönüyor. Doktorla karşılaşıyor.
-Annenizin beyin röntgenine baktım da, şu an durumu iyi. Sol gözündeki kapanma da düzelir. Kılcal damarlarda bir problem oluşmuş. Siz onu konuşturmaya devam edin. Hafızasını geri getirmek için bu noktada size çok iş düşüyor.
-Anlıyorum doktor bey. Teşekkür ederim bilgi verdiğiniz için.
Sen pencere tozunda uzanmış yatan ölü sineğin vefası kadar yakın olamadın hiçbir şeye. Narin bahçeye akan kutlu su, gururun dumanında bölünüyor. Duvarda yazan kan, o kadının bakışları kadar ölgün. O kadın şimdi evinde senin kitabını okuyor.
-Selâmun Aleyküm Anne!
-Aleyküm selam…
***
Bir Metin
-çürümek üzerine
Deniyorum, her şeyi didik didik ediyorum, farklı bir şeyler bulmak umuduyla çırpınıyorum. Nafile! Gözlüklerimdeki kirin sebebi karanlık olmamalı, bu aydınlığa bahane olur. Bekleneni olmayan gözlerim sözlerini arıyor. Çıkış kapısını çoktan geçmiş bir yolcunun umarsızlığını emiyor duvarlar. Soğuk, gayretle hücum ediyor boşluklarıma. Böbreklerimden akan suyun çıkardığı sesi dinliyorum. Parmaklarım kırılmayı bekleyen odun parçaları gibi her biri farklı bir yöne dağılmış. Kelimeler sessizliği yırtıyor. Sesim kadar kişiliksiz metinlerin suçlusu; zavallı parmaklarım başka sözlerin sağırlığını taşıyorlar. Anlatmaya değmez; bir oda, halıya serdiğim nemli tütün, pencere kenarında babaanne hatırası çarşaf yüzü, kâğıtla kaplı bir duvar, gergin bir elektrik hücumuna şehadet eden nicesi! Yanan tütsünün gri dumanı boğazıma yapışıyor. Eğilen bir penis ucunu andıran sarma tütün ise fukara bir dilenci gibi, tablasına el açmakta! Susuyorum, başıma gelen en tatlı şey bu, hayır susmuyorum, kelimeler yok, ses denen şeytanın ense kökümden kıçımın yarığına kadar sardığı deriyle bir ilişkisi olmalı. Yorgun, bir o kadar da benzersiz ikilemlerin arasında sesle beraber hisler de saklanıyor. Karşıda sakin bir orman, bir kuşun var olmasını diliyorum, dilim sonra onu kovmaya varmıyor, hakaret yağdıran motor seslerinden başka, ilk defa öpüyorum ayaklarından yalnızlığın. Hayır, bu da yalan, belki daha yavaş, alçak bir sesle bana konuşuyor azgın su. Duruşu, kalkışı, bir yerlerden sıyrılışı ve eylemsizliği; elimde duran vahşi maya, kuruyorum.
Bir anlam karmaşasında kavga eden parçacıkların olduğuna inanmak, sonlanmakla eş değer. Kuruntuyla birlikte aziz bir varlığın oluşunu haber edecek ve sonra kalkıp ilerleyecek, sürecek, sessizlik yok oluncaya kadar kelimeler büyüyecek! Var edilmesi imkânsız olsaydı, o zaman bu ağır süreç aptal bir balığın bütün ömrünü aynı suyun içinde geçirmesine benzerdi ki, su yok, balık çok! Ölü balıkların uzun saçları var, yapraklara benziyor. Peki, kendime hafif ettiğim hafif küfürlerden de sıkıldım. İlk göğsünde kararan bir ceket bırakılmış kadının gözlerindeki düğme karası o son bakışın terli şüphesiyle boyunda silinmeyen izler bırakan umutsuzluğu yücelten ellerime ne demeli? Soru yok, soru varsa, cevap bekleniyor. İhanet edeceksem, ışık bulabilirim, bir ses açabilirim, konuşabilirim, dua edebilirim, sayıklayabilirim. Bunların hiçbirisi o ağın yırtılması için mümkün görünmüyor. Bir ses duydum, tekrar aynı şeyi anımsadığımın farkındayım. Ses yok, ben buradan çıkıncaya kadar aylaklık etmeye, arayış içerisinde bulunmamaya, kendimi belleksiz kılmaya dair avuntu dolu rüyalar uydurdum. Uydurduğum rüyaların hayallerle bir bağlantısı olmalı. Hayallerin sessizliği de kelimelerin omzuna binen yükü artıyor. Umudumu kıracak olan yeni bir umuda tahammül edemiyor oluşum, bu çürümenin sonlanmasını bekleme dair bir inat. İnancını tanımıyorum, an itibariyle bu öyküde ona da yer yok, kirli bir çorabın kokusunu sevgilisinin ağzına tıkayan canlının hislerini taşıyacak aşırılığa yer olmamalı, bunu ben söylüyorum, öyle olmalı, olmadığını bildiğim halde çalışmalı ki benim bahanelerimde yer alabilsin.
Daha keskin uçlar arıyorum. Göğün altında herhangi bir kuma yazılı tereddütlere ihtiyacım olsaydı, buna en iyi şekilde ayakkabım verebilirdi. Bir iz bırakacaksa, ayakkabıdan daha iyi kumda iz bırakacak bir şey tanımıyorum. Gitmiyorum, geldiğimi bir yerden gitmemekle alakalı inadım gitmeyi bilmeyişimden. Dikkat ederek, seçerek, kavrayarak bunları söylemiyorum, ağız dolusu kustuğumu hayal ediyorum, sesi yırtan bir yiyecek olsaydı, kelimelere ihanet olurdu ve öykü umutsuzluğunun sonu gelirdi. Bir son istemiyorum, yeni bir başlangıç asla, belki biraz değişim, susacaksa yine o da tercih edilmekten uzak! Hiç dikkat etmeden soluksuz kalacağım anları toplayıp, zamanın şiddetinden çıkarıyorum. İçinde boğulan güzel günlerin olma olasılığı beni ilgilendirmiyor. Bir son olsa, bu sona nasıl katlanılır onu da bilmiyorum, dahası bilmediğim bir şeyi istemenin küstahlığı içerisindeyim. Tırnakları ojeli, parmakları sabun kokan bir fahişenin dudaklarına benziyor avuntu. İhtiyaç duyduğumu biliyor ve bu yüzden öpmüyor. İçine girip çıktıktan sonra sahip olamadığın bir avuntunun kimseye bir faydası da olmuyor. Aynı şeyi, aynı saatlerde olmasa da, zamanın bir yerinde aynı şekilde tercih edince, korkmamın geçerli sayılmayacağının farkındayım. Buradayım, burada olunca burada olacağımı da söyleyen burada olan bir hayal ise, burada olmanın buradakine kattığı tek şey aynı sessizliğin yalağından su içmeye benziyor. Nesne doyduğunu ne zaman bilecek, kimin için doyacak, ne zaman erişilmez sona dokunacak diye çıldırırken, özne dolaylı bir anlatımın kurbanı gibi boynunda ki iple meydanlarda. Meydanda insan fısıltıları, araba sesleri, naylon poşete bağlanmış aydınlık gölgeleri ve daha fazlası ruhlarını sattıkları şeyin peşinde hızlıca yürüyorlar. Yürümekten var olmaya atılan ilk geri dönüş ölümü istemek, bu istek, kırıntılarıyla etrafa savruluyor. Göremediğim için daha bir kızgınım. Kızgınlığımı söndürecek şey bir damla su. Çürüyorum.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.