Kendime mektuplar (I)
Saat 10.30
Yolculuk başlıyordu. İçimde her zaman olan heyecan yok gibiydi. Gitmekle gitmemek arasında kalmıştı usum. Ayaklarım usumu dinlemez halde, yüreğim ise umursamaz bir tavır içindeydi.
Cama dayayıp başımı seyretmeye koyuldum bildiğim yolları, yol boyunca dağları, ormanı ve otobüs camından yansıyan doğayı, yaşamları. Ne varsa işte…
Bu defa tepelerde kar da vardı. Tepelerden yola kayıyordu bazen gözlerim. İçimdeki umursamazlık devam ediyordu. Bir ara camdan ayırıp gözlerimi yanıma aldığım Cezmi Ersöz’ün “Şizofren aşka mektuplar” adlı kitabını okumaya başladım.
Bir süre öyle geçmiş. Kitaptan başımı kaldırdığım zamanlarda yine camdan dışarıları seyrediyordu gözlerim, adeta fotoğrafını çekiyordu kayıtsız bir umursamazlıkla. Pek konuşmadım bu süre içinde muavinin sorularına kısa cevaplar dışında.
Kitap bitmişti…
Hafiften kar yağmaya başlamıştı. Günün son ışıklarını değerlendirmeye çalışıyor, gördüklerimin kaydını tutuyordum adeta zihnimde. Bilmediğim kentleri solumak istiyordum. İçlerine girip ruhunu yakalamak. Onlarla sevinip hüzünlenmek. Ne gerekliydi bunun için?
Yolculuklar yapmalıydı insan bilmediği kentlere…
Sonra yine düşünceler…
Kendimi bulmak için mi, yoksa kendimden kaçmak için miydi bütün bunlar?
Ne olursa olsun umursamaz bir huzur ve mutluluk duyuyordum içimde bir yerlerde… Kendi zamansızlığımı yaşıyordum. Dönüşü düşünmemeye çalışıyordum çünkü keşfettim ki dönmek istemiyordum ve kalmakta. Bu ikilem çok acıtıyordu. Oradan oraya gitmek istiyordum mütemadiyen. Bunun nedeni belki de henüz kalmak istediğim yeri bulamadığımdandır. İçimde ki küçük dünyamı… Bulduğumda onu kalacağım elbette.
…
Mola veriyoruz. Yan koltuktaki yolcunun değiştiğini fark ediyorum. Yaşlı bir kadın… Uzun boylu, yüzünde derin çizgiler; yaşanmışlığın izleri. Elinde kraker paketi; açıp içinden birkaç tane atıştırıyor. Dudaklarıma yansıyan bir gülümseme yalıyor içimi. İnsanlar yaşlandıkça çocuklaşır cümlesi geliyor aklıma. Acaba içlerindeki büyümeyen çocuğumu çıkarır yaşlandıkça insanlar?
Bense hiç büyümemiş gibi hissediyorum kendimi çoğu zaman. O yüzden yaşam dedikleri şeyin ikircilliklerini anlayamıyorum. Çabucak kırılıyorum. Safça düşünüp safça sevebiliyorum. Kötücül şeyler düşünemiyorum. Ama ne yazık ki kötücül şeyler yaşıyorum.
Ve öyle çok kırılıyorum ki; bulunduğum yerden uzaklara gitmek istiyorum. Kaçıp uzaklaşmak o an. Dayanılmaz önüne geçilmez bir istek duyuyorum.
Ve işte yolculuklar… Otobüs camından seyrediyorum sonra yaşamı…
Ve bu yolculukların götüreceğini sanarak küçük dünyama mütemadiyen tekrar edip duruyorum.
…
Saat 17.00
Hala otobüsteyim.
Hala camdan dışarıyı seyrediyorum. Güneş batmak üzere… Kışın daha bir güzel batıyordu güneş…
Bütün ışıklarını dağıtarak pembe tonlarda elbiseler giydiriyordu bulutlara. Kalemi bırakıp sadece pembe lekelere odaklandım. Aynı ton renklerde bir elbiseyle düşledim kendimi bulutların üzerinde… Kırmızı şarap tadını duyumsadım dudaklarımda ve dudaklarının tadını.
Yine yakalamıştı bana yolculuklar yaptıran içimdeki boşluk…
İlk denememde yardımlarını esirgemeyen sayın Ersin Başeğmez’e teşekkürlerimle.
yeşil düşlü şair/gülsüm öztomurcuk
13 aralık 2013 /20.30 manavgat