- 1151 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
HZ. MUHAMMED'İN (SA) ÖRNEKLİĞİ / MEDİNE'DE 11 YIL (09)
Allah ile insanlar arasındaki engeli kaldırmak!
Siyerin din olarak algılanması (ütopyadır) zira geçmiş yaşam yaşanmış bitmiştir.
Siyer, İslam dini literatüründe peygamberlerin, din büyüklerinin, halifelerin hayat hikâyesidir, şeklinde ele alınmaktadır. Aslında İslam dini literatüründe ifadesi yanlıştır. Biraz sonra açıklayacağımız gibi, siyer, sire, siret anlamlarından üretmedir. Dilimizde kullanılan suret sözü siret, siret ise sire kökünden gelmektedir. Suret, insanı ilgilendiren, kişilik, kimlik, ahlak, kişinin hal ve gidişleri olarak ifade edilmektedir. Siyer, kişiye ait, kimliğin, ahlaki değerlerin, hal ve gidişlerin rivayetleridir. Günümüzde bu tür derlemelere biyografi tarihi denildiğini bilmekteyiz. Bu anlamda, siyer tarihi bilimi açısından, insanlara, toplumlara örnek teşkil edenlerle ilgili biyografik çalışmalar olarak dile getirilebilir. Ancak Müslümanların tarihinde, siyer, daha çok, peygamber ve arkadaşlarının hayat hikâyeleri olarak ele alınmıştır. Dolayısıyla, insanı ilgilendiren hayat hikâyelerine İslam denilmesi mümkün değildir. Onun için siyer, İslam dini literatüründe peygamberlerin, din büyüklerinin, halifelerin hayat hikâyesidir ibaresi tamamen yanlıştır. Siyer’i insan hikâyeleri olarak tarif etmek daha doğrudur. İnsanın yaşamı din değildir. İnsan dini yaşamaya çalışır. Arapların dili olan Arapçanın belli bir müddet sonra, din dili, dinin de İslam olduğu anlayışıyla, Arapça kelimelere din kapsamında tanımlar getirmek yanlıştır. Ne yazık ki bu tutum, Müslümanların hayatında önemli bir sapmayı öne çıkarmıştır. Arapça yazı türü, Arapça kelimeler, Arap dili, sanki İslam dininin dili, yazısı gibi algılanmaktadır. Böyle bir yargı hiçbir zaman doğru değildir.
Siyer, divan edebiyatında sadece din büyüklerinin değil, hükümdarlar gibi önemli kişilerin hayat hikâyesi anlamında da kullanılır. Kısası Enbiya, hilye (insanı belirleyen, güzel sıfatlar), mevlit, şemail kitapları Siyer başlığı altında ele alınan yazım çalışmalarıdır.
Siyer, sire ve siret kelimelerinin çoğuludur ve hayat tarzı demektir. Karşıt anlamı suret’tir. Siyer-i Nebi adıyla, Muhammed’in hayatını anlatan manzum ve mensur kitaplar ortaya çıkmıştır. Bu anlamda siyer, Muhammed’in hayatı demektir. Başlangıçta Hadis kitaplarında siyer başlığı altında ele alınan siyer, sonradan ayrı kitap yazımlarına konu olmuş, hadisten ayrılmıştır. Fıkıh kitaplarında da siyer başlığı vardır. Zira fıkıh (hukuk) ilgilendiği hayat, insan, toplum yaşamlarıdır. Çoğu fıkıhçı (hukukçu), toplumların yaşamlarında genelleşen konuları, adet, örf babında fıkıhta delil olarak kabul ederler. Nitekim Hanefi mezhebi, fıkıhta hükmün kaynakları arasında örfü de esas alır.
Müslümanların tarihinde, Siyer’in kaynakları İslam’ın ilk dönemlerine ait hadis, haber, eser, rivayet gibi birkaç yüzyıllık sözlü anlatımlara dayalı bilgilerin zaman içerisinde derlenmesi, düzenlenmesi ve tasnifi ile oluşturulan bir din çalışma alanıdır. Bu kaynaklar içerisinde kıssacılık ve vaazcılık geleneği halkın din algısını oluşturmada din bilimleri açısından özel bir önem taşımıştır.
Kıssacılık veya vaaz kültürü İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren yaygın bir kurum haline gelmiş, anlatıcılarına geniş sosyal ve maddi getiriler sağlayan, halkın dini hislerini kamçılayan anlatımlar geniş rağbet görmüştür. Kıssacılık kültüründe anlatımların doğruları yansıtması gibi kaygılar bulunmaz. Hisseyi ekle. Tamamen anlatıcıların bilgi birikimlerine, zihinsel yaratıcılıklarına dayalı bir hitabet, etkileme sanatı olarak görülür. Farklı anlatıcılar tarafından benzer veya ortak anlatımlar ise tevatür olarak isimlendirilir. Tevatür, yani haberlerin ağızdan ağza yayılması Müslümanların kültüründe önemli yer tutmuştur. Halkın arasında resulden ve arkadaşlarından gelen rivayetler, yani tevatürler fıkıhta en kuvvetli bilgi kaynaklarından kabul edilmiştir.
Siyer ve meğazi kitapları başlangıçta hadis külliyatlarının içinde bir bölüm olarak telif edilmiş iken sonraları ayrılarak ayrı kitaplar haline getirilmiştir. Meğazi kitapları, savaş hikâyeleri demektir. Meğazi çalışmaları, peygamber ve arkadaşlarının, ya bireysel, ya da bütününü ele alan savaş hikâyelerini konu edinmiştir. Müslümanların tarihinde bireysel savaş hikâyeleri en çok Hz. Ali üzerinedir. Siyer ve mağazi ilk zamanlarda hadis külliyatlarının içinde bir bölüm olarak telif edilmiştir demiştik. Bu nedenle, siyerle ilgili yazılar hadislerin genel karakteristiklerini, sakıncalarını barındırır. Müslüman bilim adamlarının genel kanaatine göre, siyer yazarlığı ilk zamanlarından itibaren mutlak bilgiye ulaşma ve yayma gibi objektif amaçlarla yapılan bir iş değildir. Yani bugünkü tarih araştırmacılarının üzerinde durduğu gibi, geçmişteki bir olay hakkında, belgelere dayalı tarihsel bir araştırma değildir. İbni İshak örneğinde görülebileceği gibi siyer anlatımlarına en baştan itibaren Yahudi-Hıristiyan efsaneleri etkili bir şekilde sokulmuştur. Efsanevi rivayetlerle karışık bir şekilde Peygamberin kişiliğini yüceltme, peygamberliğini kanıtlama, yazarı için şefaat vesilesi edinme gibi sübjektif amaçlar, metotlar siyer yazarlarının hareket tarzları olmuştur. Bu kitapların başından sonuna kadar Muhammed hakkında yüceltici, muhalifleri hakkında da alçaltıcı, yargılayıcı, ifadelere yer verilir. Batıda gelişen şarkiyat araştırmaları sonrasında siyer malzemesinin nesnel ve tarihsel değeri Müslüman dünyasında da tartışılmaya başlanmıştır. Zira batılı tarihçiler, siyer kitaplarında verilen birçok bilginin kanıtlanması, belgelendirilmesi konusunda ciddi eleştiriler yapmıştır.
Günümüzün Müslüman tarih araştırmacıları Siyer yazıcılığı ile ilgili olarak yaptıkları araştırmalar da, İbni Hişam örneği esas alınarak, siyerle ilgili yazılan diğer kitap ve risalelerde anlatılan yüceltmeci, olağanüstücü, mucize olarak anlatılan rivayetlerin sayılarındaki artışa dikkat çekmektedir. Bu tespitlerden bir diğeri de ilk yazılan siyer kitaplarında bulunmayan, ancak zaman içerisinde siyer kitaplarında geniş yer işgal eden irhasat rivayetleri ile ilgilidir. İrhasat, Müslümanların siyer çalışmalarında, peygamberin peygamber olmadan önce, peygamberliğine ilişkin rivayetler uydurmasıdır. Hz. Muhammed’in de, peygamberlik gelmeden öncesine ait tarih üretilmesi, üretilen tarihle sanki doğumundan itibaren peygamberliğe hazırlanan bir insan oluşu anlatılmaktadır. Peygamberliğe hazırlanan insana birçok peygamberlik nişanı haberleri eklenmiştir. Günümüzde yazılan Müslümanlara ait tarihlerde de, bu nişanlardan söz edilmektedir. Müslüman siyerciler, sanki peygamberliğe hazırlanmayan bir insanın peygamber olamayacağı vurgusunu yapmaktadırlar. Sanki Allah başından itibaren peygamber seçeceği insanı yetiştirmiş, korumuş, yüceltmiştir. Aksi halde normal hayat seyrinde olan bir insanın, Allah’ın istediği anda peygamber seçilmesi mümkün değildir. Böyle bir vurgunun peygamberlik olgusuna aykırı mı, değil mi konusu ciddi olarak düşünülmelidir. Yani Allah, insanlardan herhangi birini, normal yaşantısını yaşarken peygamber seçemez mi? Allah’ın iradesine bu yönde ambargo koymak mümkün mü?
İçinde yaşadığımız, Anadolu toplumunda, Ahmediyye, Muhammediyye, Envar’ül Aşıkin gibi tarihsel örnekleri bulunan bazı popüler siyer kitapları Muhammed’in hayatını mistik-destansı unsurlarla süsleyerek anlatmaktadır. İslam mitolojisi olarak değerlendirilebilecek konular ile tarihsel olaylar birbirine karışmaktadır. Aslında İslam’ın mitoloji olamaz. Bu deyim tamamıyla yanlıştır. Zira İslam Allah’ın gönderdiği din olarak mitolojilerden uzaktır. Ancak Müslümanlar da zaman içinde, mitolojik yani, din adına kutsal hikâyeler üretmişlerdir. Peygamberin Miracı, cenneti, cehennemi görmesi, Muhammed’in doğum hikâyesi… Peygamberin şeytanı bağlaması, ya da taşlaması, cinlerle konuşması vb. konular açıkça mitolojik hikâyelerdir. Bir kısım mitolojik anlatılar kendisine atfedilen mucize kavramıyla açıklanmaya çalışılır. Bunun dışında, bir kısmı hayatın olağan akışına aykırı söz, fiil ve davranışların da güvenilirlik açısından sorgulanması gerekmektedir. Siyer kitaplarında Ay’ın Yarılması veya Miraç gibi rivayetleri tarihi bir olay olarak görmüşlerdir. Özellikle hikâyelerde anlatılan ayın yarılması, günün bilgisiyle ölçüldüğünde, gezegenler sisteminde büyük bir olayın gerçekleşmesi gerekir. Ancak ayın yarılmasıyla ilgili anlatıma baktığımızda öyle büyük bir olay gerçekleşmemiştir. Gökyüzündeki ay ikiye bölünmüş. Ayın parçaları peygambere doğru gelmiş. Parçanın birisi peygamberin sağ kolundan içeriye, diğeri sol kolundan içeriye girmiş. Sonra peygamberin göğsünde birleşip çıkarak bütün halinde gökyüzündeki yerine yerleşmiştir. Bugünkü bilimin dünya, ay hakkındaki bize sundukları bilgiler dikkate alınırsa, ayın parçalanarak yeryüzüne gelmesinin ne anlama geldiğini düşünmek bile zordur. Hele ay parçalarının bir insanın kollarından girip, göğsünden bütünleşerek çıkması bütün bilim değerlerini altüst eder. O dönemin insanları gökteki ayı ve yıldızları, birer gezegen olarak düşünmüyorlardı. Ay ve yıldızlar Allah’ın gökyüzüne yerleştirdiği nurlardı. Bir nurların, yani ışığın ikiye bölünüp dünyaya gelmesi, insanın kollarından girip göğsünde bütünleşerek çıkması gibi bir haber, o dönemin insanları için garip değildi. Yani bundan bin yıl önce böyle bir haberi okuyan insan için, haberin yalan sayılması zordu. Zira onların aklına, mantığına uygun bir haberdi. Günümüzde ise bu tür haberler, ne akla, ne bilime uymamaktadır. Çocukluğumuz da köylere gittiğimizde, ilkokulda öğrendiklerimizi anlattığımızda, hele ayın, güneşin, yıldızların, dünya gibi bir yer olduğundan söz ettiğimizde, “ne diyorsun sen, onlar Allah’ın nurudur, sizi kâfir okulları iyice saptırmış” derlerdi. O nedenle, geçmişte ayın yarılma hikâyesi uydurulduğunda hiç kimseye garip gelmedi. Zira her dönem kendi kültürüne göre hikâye uydurur. Günümüz toplumu, uzayla ilgili bilim kurgu hikâyelerinin uydururken, kendi kültüründen hareket etmektedir. Geçmişte ayın yarılması hikâyesi, o dönemin kültürüyle uydurulmuştur. Uydurulan hikayelere doğru diye bakarsak, sünnetullah, yani Allah’ın yarattığı varlıklara tabi kıldığı kanun altüst olur.
Destansı unsurlarla süslenen, muhtevasında birçok ayrıntıyı da içeren siyer ve meğazi anlatıları toplumu etkilemeye devam etmektedir. Konuya bilimsel çalışmalar açısından ilgilenenler bir kenara bırakılacak olursa, toplum genelinin siyer anlatımlarının gerçekliği ile değil, "hikâyelerin gücü" ile bağlantılı olabileceğini söylemek mümkündür. Yine aynı sebeplerle olaya bilimsel bakanlar hangi tespitleri yaparlarsa yapsınlar, bu ve benzeri anlatılar tarih boyunca anlatılmaya, dinlenmeye devam etmiştir. Sadece anlatımların ismi değişmiştir. Dün destan deniliyordu. Mitoloji deniliyordu. Bugün bilimsel kurgu veya fantastik kurgu denilmektedir. İşin doğrusu, destanlar, mitolojiler ile, bilimsel. Fantastik kurguların hiçbir farkı yoktur. Ama insan, bilimsel, fantastik kurguları hayranlıkla dinlerken, seyrederken, destanları, mitolojileri, mucizevi hikayeleri dinlerken, okurken, saçmalık olarak düşünür. Hâlbuki hepsi aynıdır. Aynı nedenle üretilmiştir. Aynı amaca yöneliktir. Bunlarla toplumlar oyalanmaktadır. Toplumların manevi değerlerine güç katılmaktadır. Toplumlar belirli amaçlara yönelik bilinçaltı güçlendirilmektedirler.
Bugün Müslümanlar geçmişte üretilen destansı, olağanüstü hikâyeleri garip karşılayabilirler. Hiçte garip bakmamaları gerekir. Günümüzde güçlü ülkelerin ürettikleri, bilim kurgu hikâyeleri, filmler, kişiler üzerinde oluşturdukları, Herkül, Samson, Masis, Rambo figürleri, Hz. Ali üzerine üretilen hikâyelerden bin beterdir. Gezegenlerle ilgili uzay filmleri, üretilen miraç olayından bin beterdir. Bunlardan söz ederek, Müslümanların geçmişte ürettiklerini aklamak istemiyorum. Ancak, bilimsel değerleriyle kabul edilip, günümüzden örneklerle değerinin anlaşılmasından söz ediyorum. Kültürel olarak birbiriyle çatışan toplumlar, fikirde, ideolojide, inançta, savaşta, beceride, üstün figürler yaratmak, olağanüstü olayların tasarımlarında bulunmak üzere kendilerini şartlandırmışlardır. Bugün dünyayı sömüren Amerika, her alanda, olağanüstü kurgular üreterek, üstün insan, üstün olaylarla, inançları, fikirleri altüst eden tasarımlarda bulunmayı, sonra bütün düşmanlarını ürettiği üstünlükle yok etmeyi, kitaplarında filmlerinde yansıtmaktadır. Adeta bununla şunu söylemek istemektedir. Amerika’yla baş edemezsiniz. Geçmişte kendilerini kadim dinin temsilcisi sayan Yahudiler, sonra gelen Hıristiyanlar, kutsal metinlerde geçen birçok kelimeyi çarpıtarak, üstüne hikâyeler yazmışlardır. Peygamberlerin tanrılaştırılması veya yarı tanrı ilan edilmesi… Ayetlerde geçen delil, ayet kelimelerinin çarpıtılarak mucize olarak anlamlandırılması ve üzerlerine hikâyeler üretilmesi… İnançların, toplumların üstünlük fobisinden kaynaklanmaktadır. Yahudiler kendi peygamberleri Musa için mucize hikâyeleri uydururken, Hıristiyanların, Müslümanların altta kalması düşünülemez. Yahudiler ve Hıristiyanlar, kutsal din adamları figürleri, üstün savaş kahramanları üretirken, Müslümanların altta kalması düşünülemez. Toplumsal çatışmalarda, üstünlük savaşı, ne yazık ki, bütün din mensupların kutsal, olağanüstü hikâyeler uydurmasıyla sonuçlanmış. Tarihleri bu tür hikâyeler tarihi haline gelmiş. Psikolojisi düşük inananlarının gücünü artırmak için bu tür hikâyelere sarılmışlardır. Ehli kitap, ruhbanlık, havarilik adına ne üretmişse, Müslümanların hayatına da karşılıkları, şeyhlik, erenlik, evliyalık, imamlık olarak girmiştir. Tek başına Hz. Ali büyük bir savaş kahramanı olarak, karşısına çıkan on bin, yüz bin kişilik orduları yenmiştir. Hatta okuduğum Kan kalesi hikâyelerinde, Ali’nin meşhur kılıcı Zülfikarı, Ali sağ tarafa salladığında sağdaki ordudan dört yüz kelle, sol tarafa salladığında soldaki ordudan dört kelle kesmektedir. Ve Ali böyle bir savaşı sabahtan akşama kadar sürdürmekte, akşama kadar kılıcını sağa sola salmamakta, her sallayışta dört yüzer kelle gitmektedir. Artık siz akşama kadar Ali’nin kestiği kelle sayısını düşünün. Atı Düldül, başkalarının bir ayda gittiği yolu, bir günde gitmektedir. Atı şaha kalkıp ön ayaklarını kaldırıp yere değdirince kilometrelerce mesafe almaktadır. Atın ayakları havada iken yer dürülmektedir. Düldülün önünde, yokuşlar, inişler düz olmaktadır.
Allah’ın Hz. Muhammed ile gönderdiği ayetler, hiçbir şekilde mucizelerden söz etmemektedir. İşin aslında Kur’an-ın içinde mucize kelimesi yoktur. Ne Hz. Musa’nın, ne Hud’un, ne Salih’in, Ne Süleyman’ın mucizelerinden söz edilmez. Ayetlerin orijinaline baktığınızda, ayetler onlarla birlikte insanlara sunulan delillerden, ayetlerden söz eder. Ayetler inerken, putperest Arapların, Yahudilerin, Hıristiyanların istedikleri, kendilerini yok edecek olağanüstü delilleri, ayetleri Allah hep ret etmiştir. Allah onlara, istedikleri verilirse artık yaşamazlar, yok olurlar demektedir. Onlar kendi din kültürlerini mucizelerle süslemişler. Süsledikleri mucizeler ile cahil toplumlar üzerinde egemenlik kazanmışlardır. Allah Müslümanlara böyle bir yol izlemeyi değil, bilgiye, bilince yönelik yol izlemeyi ayetleriyle göstermektedir. Geçmiş toplumların ürettikleri her türlü yalan yanlış tasarımların hepsini ayetleriyle çürütmekte, onların bilgilerine, bilinçlerine akli, ilmi deliller getirmektedir. Fakat peygamber vefat etmiş… Ayetlerin gelişi durmuş… Bilgili, bilinçli Müslümanların çoğu savaşlarda şehit düşmüş… Müslümanlar arasına değişik toplumlardan insanlar Müslüman olarak katılmış… Böylece Müslümanların toplumu genişlemiş… Genişledikçe cahillik artmış… Toplumun bilgisi, bilinci düşmüştür. Bu durumda birlikte yaşadıkları, birlikte yaşamadıkları Hıristiyanların, Yahudilerin bilgi saldırısına maruz kalmışlardır. Ayetler inerken, gelen ayetler, putperestlerin, Yahudilerin, Hıristiyanların bilgilerini darmadağın ederken, sonraki yıllar, ehli kitabın bilgi saldırısı karşısında Müslümanların bilgileri darmadağın olmuştur. Toplumun önünde yürüyen güya bilim adamları, destancılar, hikâyeciler, ehli kitabın saldırısı sonucu morali düşen Müslüman toplumun moralini yükseltmek için, onların mucizelerine karşı mucizeler, onların olağanüstü hikâyelerine karşı olağanüstü hikâyeler, onların ruhbanlarına karşı Müslüman ruhbanlar üretme yolunu seçmişlerdir. Böylece Müslümanların kültürü alabildiğine yozlaşarak Kur’an-dan uzaklaşırken, Kur’an üzerine çalışmalar da, çatışmalardan etkilenerek, israiliyat yani Yahudi, Hıristiyan kültürü doğrultusunda açıklanmaya başlamıştır.
Müslümanların tarihinde ilk geniş çaplı siyer çalışmalarını yapanlar olarak bilinen, İbn-i İshak (M.699 - 768), İbn-i Hişam (M.708 – 760 veya 838), Taberi (M.838-923) kaynakları esas alınarak, resul ve sahabe üzerine çalışmalarını sürdürmüşlerdir. Bu çalışmalardan önce de, küçük çaplı siyer çalışmaları yapıldığı rivayet edilmektedir. İbn-i Hişam’ın çalışmasının İbn-i İshak’ın kopyası olduğu olduğunu söyleyenler çıkmıştır. İster önceki çalışmalar, ister bu çalışmalar, zamanlarının kültür çatışmalarından etkilenerek yapılmıştır. Nakledilen olayların hiç birisi, objektif değerlendirmelere tabi tutulmamıştır. Resul ve arkadaşlarını, fantastik hikâyeler ile kutsallaştıran, olağanüstü insanlar haline getiren bu çalışmalar, ne yazık ki, bilimsel tarih açısından ciddi eleştirilere tabi tutulmuştur.
Siyer, yani resul ve arkadaşları üzerine yapılan çalışmalar, iki açıdan bugünün Müslümanları için ütopyadır.
Birincisi; anlatılan olaylar içinde, kutsallaştırmaya yönelmiş, olağanüstü gerçek dışı anlatımlar vardır. Bu anlatımların hiç birisi, gerçek yaşama indirgenemez.
İkincisi; her zamanın kendi şartlarına özgü yaşam biçimi, değerleri vardır. Günümüz yaşam biçimi ve değerleri açısından değerlendirildiğinde, geçmişin yaşam biçimleri, değerleri, günümüzle uyum sağlamaz. Tarıma ve hayvancılığa dayalı yaşam biçiminin, günümüzün sanayi, kentsel yaşam biçimlerine uygun olması düşünülemez. O dönemin kervanlarla kurulan ticaret anlayışlarının, bugünün ticaret anlayışlarıyla bağdaştırılması da zordur. Günümüze göre, ilkel, doğal sayılan yaşamlarının, bugün tekrar yaşatılması mümkün değildir. Eğer günümüz Müslümanları, o dönemin yaşam değerlerini, metotlarını kendilerine uyarlamaya çalışırlarsa, yaşam içinde büyük bocalamalar yaşayacaklar, geçmişi aynen günümüze adapte edemeyeceklerdir. Geçmişin yaşam değerlerinin özlerini kavramak, günümüzde nasıl gerçekleştirebileceğini düşünmek ayrıdır. Elbette bütün insanlık, geçmişten gelen kültür, yaşam biçimlerinin olumlu değerlerini esas alarak inançlarını, kültürlerini, yaşamlarını güçlendireceklerdir. Ancak bugün Müslümanların siyere bakış tarzı, özleri anlayarak günümüze yansıtmaktan çok, benzeri bir yaşam biçiminin günümüzde şekillendirilmesidir. İlk anda böyle söylendiğinde olur mu öyle şey diyenler bile, konuyu detaya indirdiklerinde Müslümanların 1500 yıl önceki yaşam biçimlerini, kılığıyla, kıyafetiyle, adetleriyle günümüze aktarma gayreti içindedirler. Gelişen bilgi, kültür, teknoloji, bilim göz ardı edilerek, geçmiş günümüze kopyalanmaya çalışılır. Bu tür kopyalama yaşam biçiminin mümkün olmadığı, ütopik bir yaşam hayal etmek olduğu anlaşılmaz. Israrcı bir şekilde geçmişin yaşam biçimi günümüze İslam bilinci olarak yansıtılmaya çalışılır. Böyle olunca insanın hayatında gerçekleşen yaşamla, insana İslam diye sunulan yaşam asla uyuşmaz. İnsan yaşamına uyduramadığı güya İslam yaşamıyla çatışma içine girer. Çatışma sonucu, ya bu devirde artık İslam yaşanmaz der, ya İslam diye düşündüğü geçmişin yaşam biçimini günümüze göre eğip bükmeye çalışır, ya da tamamıyla İslam’ı yaşamaktan vazgeçer.
Her şeyden önce siyer, peygamber ve arkadaşlarının, kişiliklerine, kimliklerine, ahlaki değerlerine ve yaşamlarına ilişkin haberleri kapsar. Sonradan bu rivayetlere, mezhep imamlarının, tarikat şeyhlerinin, eren, evliya ilan edilenlerin fantastik hikâyeleri eklenir. Böylece önümüze insan hikâyelerinden oluşan bir kültür çıkar. Bu kültürün İslam olarak algılanması, vurgulanması söz konusudur. Bugün Müslümanlık veya İslam denilince, halkın önüne konan şey, Allah’ın ayetlerinden oluşan din değildir. Halkın önüne İslam diye konan şey siyer kitaplarından alınan hikâyelerle oluşturulan yaşam biçimidir. Elbette hangi devirde olursa olsun Müslümanların geçmişi kendilerine örneklik teşkil eder. Ancak örneklerin ahlaki yapıları, yaşamları, kimlikleri, kişilikleri örneklikten çıkıp, din haline gelirse iş değişir. Allah gerek putperest Arapları, gerekse ehli kitabı, atalarının yolunu kendilerine din edinmeleriyle eleştiriye tabi tutmuştur. Onların atalar yolu, geçmişleridir. Onlar geçmişlerini din edinerek Allah’ın yolundan ayrılmışlardır. Kendilerini İbrahim’e dayandıran putperest Arapların İbrahim’le ilgileri kalmamıştır. Kendilerini Musa’ya dayandıran Yahudilerin Musa’yla ilgileri kalmamıştır. Kendilerini İsa’ya dayandıran Hıristiyanların İsa’yla ilgileri kalmamıştır. Allah onların, İbrahim’e, Musa’ya, İsa’ya gönderdiği dinle hiçbir ilgilerinin olmadığını Hz. Muhammed ile gönderdiği ayetlerle anlatmaktadır. Tam burada, bugün Müslümanların Muhammed ile ilgisi var mıdır? Bugün Müslümanlar bu soruya gerçekçi cevap vermek zorundadırlar. Değilse büyük bir aldanışla hayatlarını sürdürmeye devam ederler.
Allah’ın ayetlerini doğru anlamak, ayetlerde anlatılan sünnetullah’ı doğru anlamak, Müslümanların temel görevidir. Allah’ın sünnetullah ile anlattığı, yarattığı varlıkların, yaratılış ve yaşayış temel yasası, ne yazık ki Müslümanlar tarafından yeterince anlaşılmamıştır. Hâlbuki Allah, sünnetulllah’ın da hiçbir değişiklik olmadığını sürekli vurgulamaktadır. Ayetler geçmiş resullerden, kavimlerden söz ederken, sünnetullah üzerinde durur, insanlığın başlangıcından itibaren, insana koyduğu yasaların değişmediğini belirtmektedir. Ancak insanlar, sürekli sünnetullahı değiştiren kavramlar üretmeyi, üreterek yaratılanları kutsamayı öne çıkarmıştır. Hakkında fantastik hikâyeler üretilen resuller, resullerin arkadaşları sahabeler, imamlar, evliyalar, erenler, şeyhler, gerçeğinden saptırılarak, dokunulmaz, tartışılmaz, ulaşılmaz hale getirilmişlerdir. İnsan gücünü aşan güçler… Mucizeler… Kerametler… Allah’ın Kur’an-da söz ettiği sünnetullah kavramına dokunurlar, parçalarlar, yıkarlar. Bu tür saptırmalar, Allah’ın gücünden bir gücü alarak insanlara verme anlamına gelir. Onlar işi daha da uzatırlar. Allah’ın gücünü insanlara vermek onlara yetmez. Allah kendisinin tartışabilir olduğunu söyleyip tartışmaya açarken… Allah kendisinin insanlara şah damarından yakın olduğunu vurgulayıp, insanların istediği anda Rabbine ulaşabileceğinden söz ederken… Kutsallaştırılan insanlar, ulaşılmaz, dokunulmaz, tartışılmaz hale getirilir. Bu sapma yaratıcı ile yaratan arasındaki farkı ortadan kaldırma anlayışıdır. Bu sapma, üretilen kutsalları Allah ile ortak kılmaktır. Ayetler bu durumu insanın putlaştırılması, bunu yapanlarında şirke düşmesi olarak anlatır.
Geçmişte kutsallar üreterek insanların kültürlerini fantastik hikâyelerle dolduranlar, ürettikleri hikâyeler doğrultusunda din üretmişlerdir. Bunu yaparken Kur’an-ı raflara kaldırmışlar... Hafızların zihinlerine işlemişler… Ayetlerin toplumda yaşanır hale gelmesine karşı çıkmışlardır. Ancak ayetler bir şekilde anlatılması gerekir. İşte bu noktada saptırmacılar araya girerler. Allah’ın ayetlerini ürettikleri kutsallarıyla anlatırlar. Ayetlerin anlamlarını kutsallarına göre tevil ederler, yani değiştirerek yorumlarlar. Böylece Allah ile kullar arasına, ayetler ile insanlar arasına, ayetlerin anlamlarını kutsallarına göre çeviren aracılar vardır. Allah’ın diniyle, Müslümanların yaşadıkları arasında, kutsallarla üretilmiş din vardır. Sonuçta Müslümanlar Allah’ın dininden uzaklaştırılarak, toplumun ürettiği kutsallarla oluşturulan dine göre yaşamak zorunda bırakılırlar. Tabi kutsallarla üretilen din ile yaşamak mümkün olmayacaktır. Çünkü kutsallar insan sınırlarının ötesine ulaşır. İnsan sınırlarının ötesine ulaşan anlayışla üretilen din insanların yaşamına indirgenemez. İnsanların yaşamına indirgenemeyen din ise, gerçekçi bir din olmayıp, tamamıyla ütopik bir dindir.
Böylece her toplumun siyeri yani tarihi din haline getirilir. Siyerin din oluşu, ayetlerin rafa kaldırılması, toplumların ehli kitaba dönüşmesidir. Bugün Müslümanlar Kur’an-daki dini yaşamamakta, siyerlerin oluşturduğu dini yaşamaya çalışmaktadırlar.
Caferi Mezhebine bağlı olanlar, Hz. Ali ve Fatıma’nın çocuklarının yaşam hikâyesinden din üreterek adına İslam demişlerdir. Ayetler tevhit adına, Allah’ın sıfatları adına ne anlatırsa anlatsın, artık ayetlerin yeryüzünde hükmü yoktur. Resul’ün ehli beyti kutsaldır. Onların yaşam hikâyesi dindir. Bu yapılanmayı değiştirecek tüm ayetler, oluşturulan fantastik kutsalların yaşamlarına göre yorumlanır, evrilir, çevrilir.
Caferi mezhebinin dışında oluşan Şia, ülkemize yakın topraklarda Arap alevi olarak tarif edilmeye çalışılır. Hz. Ali taraftarlığını esas alan bu düşünce, Fatıma soyu üzerine din edinir. Bazı teferruatlarda Caferi mezhebinden ayrılan bu gruplar, siyasi çekişmelerle farklılıklarını ortaya koymaktadırlar.
Felsefi noktadan Hz. Ali’yi tanrılaştırmaya kadar giden Şia grupları, tarihte yerini almıştır. Bugün söylemlerde fazla öne çıkarmasalar da, hümanizmin ortaya çıkışıyla, insanı tanrılaştırma çerçevesinde dolaylı olarak dile getirmektedirler.
Arap kökenli Müslümanların Arap tarihini, Arabistan’da yetişmiş imamların tarihini esas alarak kendilerine din ürettikleri, ürettikleri dini yaşadıkları tartışılmaz.
Türk kökenli Aleviler, Hz. Ali’yi öne çıkarsalar da, anlayışları, dinlerini oluşturuş biçimleri, Türklerin eski şaman dinine aittir. İslam ile hiçbir ilgisi yoktur.
Sünni yaşamı öne çıkaran Müslüman gruplar, Emevi döneminin yaşamıyla fazla ilgilenmeseler de, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı dönemlerinin tarihini kendilerine din edinmişlerdir.
Ülkemizdeki Müslümanların çoğunluğu, siyerlerin anlattığı, resul, sahabe, imamlar ve Osmanlı toplumunun yaşam biçimini din olarak algılamaktadır. Bugün ülkemizde Müslümanlar ayetleri anlamaya çalışırlarken, siyerlerde anlatılan fantastik hikâyeler, Osmanlı’nın din anlayışı ayetleri anlamada örneklik, önderlik eder. Yazılan tefsirler, yapılan meal çalışmaları, siyerde oluşturulan fantastik hikâyelerin mantığına göre yapılandırılır. Bu nedenle, Allah’ın söz ettiği, yardım, şefaat, delil, ayet, nimet kavramları altüst edilerek, yerine, evliyaların erenlerin yardımları, şefaatleri, deliller, ayetler yerine mucizeler kerametler, nimetler yerine üstün insanları başarı öykülerine dönüşür. Artık meal okuyan, tefsir okuyan Müslüman, siyer mantığıyla yapılandırılmış tefsirleri, mealleri okuyarak din öğrendiklerini zannederler. Bugün elinizde kuranın açıklaması diye okuduğunuz mealler, fantastik hikâyeler mantığıyla tevil edilen, tercüme edilen kitaplardır.
Bugün şöyle net bir soru ile konuya açıklık getirsek,
Müslümanların yaşamları İslam mıdır? Elbette Müslümanların yaşamları ayrı, İslam ayrı diyeceğiz.
Abbasi devletinin yaşamı İslam mıdır? Elbette Abbasi devletinin yaşamı ayrı, İslam ayrı diyeceğiz.
Osmanlı devletinin yaşamı İslam mıdır? Elbette Osmanlı devletinin yaşamı ayrı, İslam ayrı diyeceğiz.
İmamların, evliyaların, erenlerin yaşamları İslam mıdır? Elbette değildir. Zira onların her biri insandır. İnsani zaafları vardır. İslam zaaflardan uzaktır. İnsanların yaşamlarının hiç birisi birebir İslam olamaz diyeceğiz.
Sahabelerin yaşamı İslam mıdır? Elbette sahabeler bir insandır. İslam’ı yaşamaya çalışmışlardır. Müslümanlara örnektir. Ama bizatihi sahabelerin yaşamları İslam değildir diyeceğiz.
Resulün yaşamı İslam mıdır? Elbette diyeceğiz. Hemen ardından Hz. Aişe’den bir rivayet getireceğiz. “Ya Aişe bize Resulü anlat… Dediklerinde o, siz kuran okumuyor musunuz? Okuyoruz. İşte o yaşayan kurandır” haberini nakledeceğiz. Böylece resulün tüm yaşamını İslam olarak belirleyeceğiz. Hâlbuki Muhammed hem resul, hem abduhu, yani insandır. Resul olarak Müslümanlara vahyin uygulanmasında, tebliğ, açıklama, uygulayarak gösterme görevini üstlenmiştir. Ama bunun yanında o bir insandır. İnsan olarak da yaşamını sürdürmüş. Ayetlerin hükmetmediği alanlarda, iradesiyle yaşamını şekillendirmiştir. Resulün ayetlerin hükmetmediği alanlarda, iradesiyle yaşamını şekillendirdiği alanların İslam olarak algılanması mümkün müdür? Allah resulünün, ayetlerin belirlemediği alanlardaki yaşamını İslam’dan sayarsak, doğru yapmış olur muyuz, olmaz mıyız?
Siyer, yani tarih dediğimizde, devletlerin tarihi, toplumların tarihi, insanların tarihi akla gelir. Devletlerin tarihi, daha çok iktidar savaşlarını, devletlerin devletlerle savaşlarını inceler. Osmanlı, Selçuklu, Memluklu, Abbasi, Emevi, dört halife devri, resul devri dediğimizde, eğer meseleye devletler açısından bakarsak, devletlerin kuruluşu, yıkılışı, iktidar ilişkileri, savaşları anlatılır. Bu anlatımlara İslam demek doğru mudur?
Siyer, yani düşüncelerin, inançların tarihinden söz ediyorsa, düşüncelerin, inançların tarihi İslam olabilir mi? Mesela, Müslümanların tarihindeki, itikadı mezhepler tarihi, kelam tarihi İslam sayılır mı?
Siyer, yani kişilerin biyografisi, İslam sayılır mı? İnsanın aklıyla, iradesiyle, gücüyle sınırlı yaşam süren, hataları, doğruları olan insanların yaşamları İslam sayılır mı?
Sorularla karşı karşıya geldiğimizde, “bütün bu sorulara evet İslam’dır dememiz mümkün değil” deriz. Bu bizim ilk yargımızdır. Ancak uygulamaya gelince, ayetlerle aramıza bütün bu siyer, yani tarih bilgileri girer. Ayetleri anlarken, siyerlerde anlatılan bilgilere göre hareket ederiz. Ülkemizde Osmanlı’nın din anlayışı ayetleri algılamamıza etki eder.
İşin özüne baktığımızda, ister devlet, ister toplum, ister kişilere ait siyer bilgileri olsun, hepsi kafamızda önceden bir din oluşturur. Oluşan din artık bizim ütopyamızdır. Örnek aldığımız devletlere, toplumlara, kişilere göre İslam kafamızda şekillenir. Şekillenen İslam’ı yaşamımıza indirgemek zordur. Zira hayalimizde, yani ütopyamızda şekillendirdiğimiz İslam, bize, zamanımıza ait değildir. Geçmişimize ait olan İslam algımız, günümüzde bir türlü yaşamımıza indirgenemez.
Her şeyden önce, siyerle yani tarihle ilgili gelen bütün bilgilerin doğruluğu tartışılır. Fantastik, kutsamacı hikâyelerle doldurulan tarihi bilgilerin, gerçeklerden söz eden İslam’la bütünleştirilmesi imkânsızdır. Allah’ın ayetleriyle ilkeleri, kuralları, metodu, hedefi belirlenen dinin, devletlerin, toplumların, kişilerin yaşamlarına göre şekillendirilmesi İslam’a aykırı olacaktır. Kur’an rafa kaldırılarak yerleştirilen İslam algısı, ayetler yerine siyer rivayetlerini esas alarak yeni bir din üretmiştir. Üretilen dinin dünya yaşamına aktarılması zordur. Zira üretilen din, insanüstü değerlerle üretilmiştir. İnsanüstü değerlerin dünyada yaşanması mümkün değildir. Hâlbuki Allah dinini, insanüstü değerlerle değil, bizzat insani değerlerle göndermiştir. Gönderilen din, meleklerin yaşamını düzenleyen din değildir. Gönderilen din, hayvanların yaşamını düzenleyen din değildir. Gönderilen din insanın yaşamını düzenleyen dindir. İnsanın dünyadaki yaşamı, basit, yalın değerlere sahiptir. O nedenle kutsanmış hikayelerle doldurulan siyer bilgileriyle oluşturulan ütopik din anlayışı, yaşamı basit, yalın olan insan yaşamına uymaz. Allah’ın ayetleri ütopik bir din emretmez. Tam tersine, insanın, basit, yalın yaşamını düzenler. Onun için Müslümanlar, siyerlerin anlattığı din olgusunu terk etmedikçe ayetleri anlayamazlar.
Eğer bugün bir Müslüman her okuduğu ayetin önüne, resulden geldiği söylenen ama ispatlanamamış bilgileri, yani hadisleri korsa, rivayetlerle gelenlerle ayetleri anlamak için kendini zorlarsa ayetleri anlaması güçleşir.
Eğer bugün bir Müslüman her okuduğu ayetin önüne, Müslümanların kurduğu devlet anlayışlarını, tarihteki Müslüman toplumların anlayışlarını, kişilerin anlayışlarını korsa, ayetleri anlaması mümkün değildir.
Eğer bugün bir Müslüman her okuduğu ayetin önüne, Müslümanların kurduğu devletlerin yaşam biçimlerini, Müslüman toplumların yaşamlarını, bazı Müslümanların yaşadığı hayat örneklerini korsa, ayetleri anlaması mümkün değildir.
Ne yazık ki bugün, mümkün olmayan bu yol, Müslümanların İslam’ı anlama yolunda yürüdükleri yoldur.
Allah bizi gönderdiği ayetleri anlayacak, bilince ulaştırsın inşallah.
Müslüman hangi kültür olursa olsun, bütün kültürlerden, ilmi, bilimsel bilgilerden istifade etmeyi bilendir. Resulün, sahabelerin, imamların, devletlerin, toplumların yaşamları Müslümanlar için örnektir. Müslümanlar örnekleri din edinmediği müddetçe, örneklerin aklından, mantığından, inançlarından, yaşamlarından yararlanabilirler. Zaten Allah sünnetullah kavaramı içinde, geçmiş resullerin, toplulukların yaşamlarından örnekler vererek, gerekli derslerin alınmasını istemektedir.
Rabbim bize geçmişten ders almayı, ama asla geçmişi din edinmemeyi nasip etsin inşallah.
Rabbim bizi, Fatiha suresinde belirttiği gibi doğruların yanında olmayı nasip etsin. Zalimlerden, yanlış yolda olanlardan uzaklaştırsın inşallah.
Hepimizi, Müslümanlar olarak, insanlar olarak Allah’ı anlama yolunda, sabırlı, kendini bilen, geçmişin yanlışlarından ders alan, doğrularıyla güçlenenlerden kılsın inşallah.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.