Büyük Atam
İlköğretmenim Benim adlı yazım annemin babasını anmak adına kaleme alınmış bir yazıydı,bu ise soyadını taşıdığım dedeme atfen yazılan bir yazı yani babadan dedeme. Her ikisi de akran sayılırlar,bu dedem diğerinden sadece bir yaş büyük, yani 1908 doğumlu,o da bir Osmanlı tebası dünyaya geldiğinde.
Aynı kuşaklar her ikiside,aynı dönemleri birlikte yaşamış aynı zorlukların içerisinden birlikte geçmiş insanlar. Diğerinin aksine bu dedem ümmi, okur yazar değil yani ama arif, halden ve dilden anlayan... Ümmiliği ise, fırsat ve imkan edinememiş olmasından anlaşılan.
En önemli hususiyeti harbi oluşuydu dedemin. Bir meseleyi eğip bükmeden muhatabına doğrudan ifade etmesiydi. Yani doğruya doğru yanlışa yanlıştı. Sonucuna getirisine götürüsüne bakmaksızın, düşünüp tartmaksızın direk söylerdi sözünü. Başı da ağrırdı bu yüzden ama o buna fazla aldırış etmez,doğru bildiğini haykırmaktan asla geri adım atmazdı. Bu vasfı aileye de yansırdı. Evlatları ve biz torunları buna göre şekillenirdi.
Büyükanneme,diğer bir ifadeyle babaanneme olan tutum ve davranışında da aynı şeyler sezilirdi. Yani kişi ayırımı yapmaksızın yakın uzak,yabancı ya da akraba hiç teretdütsüz aynı yönünü sergilerdi.
Bize hep geçmişimizi geleceğimizi anlatırdı dedem, İyi bir nakilciydi. Yani dönemini ve kendinden önceki dönemleri bize aktarırdı. Hem de hiç bıkıp usanmadan. O nedenle biz ailede en az üç yüz yıl öncesine gider; atalarımızı, yedi ceddimizi,en eski kuşakları biliriz. Nereden gelmiş, nerede konuçlanmışız, neler yaşamışız hep dinlemişizdir dedemden..
Memleketin kıtlık ve yokluk yıllarını anlatırdı. Savaş yıllarını gazilerimiz ve şehitlerimizi bir bir naklederdi. Ümmiydi ama anlaşılan bir şeylere iyi kulak veren birisiydi. Gözlemliyor,inceliyor, araştırıyor, anlıyor ve kalıcı olsun diye de nakletme gereği duyuyordu.
Sıkıştığında,ya da keyiflendiğinde hemen ya Karacaoğlan’dan ya da Dadaloğlu’ndan bir dörtlük döktürürdü. Bir değil iki değil belki sayısız dörtlükleri hafızasına nakşetmişti. Bunu nerede nasıl hangi yolla edinmişti anlamak zordu ama işte dizeleri bir bir sıralıyordu. Anlaşılan Allah vergisi bir kabiliyetti bu. Bir anlam vermek zor ama maalesef bizlerde bunların hiç birisi yok. Belli ki aktarılmamış bu genler bize..
İlginçtir, bilerek veya bilmeyerek tam bir sağlık uzmanıydı dedem. Bir iki uygulaması var ki bir çok şeye anında çözümdü. Ağrıya sancıya sıcak uygulamaydı önceliği. Ya bir tahta parçası ısıtır kor veya toprağı kızdırarak sorunu çözmeye çalışır bu da sonuç vermezse su kaynatarak çözüm arardı. Önceliği sıcak uygulamaydı ama yattığı yer evin en soğuk odasıydı. Asla soba yaktırmazdı. Zemheride, kışın en soğuk günlerinde kuru ayazda bile tercihi buydu.
Kendi dikkat ettiği gibi bizim de uymamızı isterdi sağlığa.. Cereyanda kalmamak,terliyken dış temastan kaçınmak, soğuk yiyecek ve içeceklerden uzak durmak, öğün atlamamak ama doymadan sofradan kalkmak,erken yatıp erken kalkmak,boş durmayıp bir şeylerle meşgul olmak ve daha sayılabilecek onlarca farklı şey..O sebeple dedemin doktora gittiğini ve ilaç kullandığını hiç hatırlamam. Kaybettiğimizde yetmiş dört yaşındaydı,güçlü kuvvetli sırım gibiydi. O yaşta eksik dişi yoktu ve hepsi sapasağlamdı üstelik inci gibi pırıl pırıldı.
Sıla-i rahim diğer bir yönüydü. En uzak akrabasını bile asla unutmaz,zaman zaman ziyaretlerinde bulunur, bağını hep sıcak tutar,hiç koparmazdı.
Vefasını,samimiyetini, içtenliğini, yakınlığını,inceliğini,nezaketini şu iki yaşanmış gerçek hadiseyle açıklayayım size.
Kendisinden yirmi yaş küçük kardeşi bir kaza kurşunu ile her iki gözünü kaybeder. Bir ümit yok mu diye doktor doktor hastane hastane gezerler. Maraş’a Antep’e en nihayetinde Ankara’ya giderler. Kendinden değil, bizzat hala hayatta olan gözlerini kaybeden amcamızdan dinliyoruz ve hep duygulanarak ve ağlayarak anlatıyor bu olayı.
Ben diğer odadayım ama ağabeyimin sesi geliyor işitiyorum, doktora soruyor diyor.
Kardeşimin hiç mi görme ümidi yok doktor bey diye.
Yok, hiç yok,tüm görme azalarını,sinirlerini bütünüyle kaybetmiş diyor.
Bak doktor bey; eğer göze kavuşacaksa, görebilecekse hiç önemi yok, bir gözümü al kardeşime tak, tek göz bana yeter bundan sonraki yaşamımda diyor.
Hayır bu da çözüm değil der doktor ve alınan bu söze karşılık hüsrana uğrar,bütünüyle altüst olur ve son ümidini de kaybeder.
Dedem bu durum karşısında doktorun odasında hıçkırıklara boğulur,amcam ise ağabeyinin bu fedakarlıktan öte tutumuyla bulunduğu odada gözyaşlarını tutamaz ve her iki kardeş bir duygu seline kapılır..
Nasıl bir duygu,nasıl bir sevgi,nasıl bir özveri değil mi?
Bir de centilmenliğinden bahsedeydim dedemin size. Nişanlısına, sevdiği, gönül verdiği kıza karşı olan centilmenliğinden.
Bize de çok hoş ve espirili geldiği için sıkça anlattırdığımız bir konu dedemin bu davranışı.
Babaannem, bakmayın şimdi kıymetimizin olmadığına, vaktiyle ne kadar da değerliymişim yanında der ve keyifle bahsederdi bu meseleden.
Anlaşılan babaannem kalpte ne kadar yer etmişse, onu ne kadar seviyorsa her ziyaretinde çam sakızı çoban armağanı boş gitmiyor bir şeyler götürüyor dedem. Bir seferinde hastalanıyor ve kiraz canı istiyor nişanlılık devresinde babaannemin..
O yıllarda yiyecek ekmek bulabilmek bile mümkün değilken, kiraz bulunacak..
Nereden nasıl bulup buluşturuyor anlamak zor ama ağaçtan kopardığı dalıyla sunuyor bir gül demeti gibi kirazı sevdiğine, iyileşsin şifa bulsun diye?
Nasıl bir sevgi,nasıl bir bağlılık,nasıl bir incelik değil mi?
Günümüzdeki kuru sevgiden farklı, bir sıcak sevgiyle..
Dalıyla hem de, adeta bir gül demeti gibi…
Kemal GÜL
07.12.2013
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.