- 1896 Okunma
- 4 Yorum
- 2 Beğeni
HEMŞİRE AZİZE'nin MASUM AŞKI
HEMŞİRE AZİZE ‘nin MASUM AŞKI
O bahar günü , Erzurum Mareşal Çakmak Asker Hastanesi’ inde , öğle yemeğini yemiş ,arkadaşlarla iç bahçede neşeli bir sohbete dalmıştık.
Erzurum, kışın çok soğuk olur. Öyle ki , buralara sıcak hiç uğramaz sanırsınız. Ama birden kar eriyip altındaki yeşil halı belirmeye , her yer dere olup , suları çağlayarak akıp , kuşlar cıvıltılı seremonilerine başladığında, bilin ki, bahar geliyordur. Üstelik bin bir renkli dağ çiçekleri, kara gözlü kuzular, cirit atlarının yeni doğan tayları , çoban köpeklerinin topaç gibi enikleriyle birlikte.
Yemeğini bitiren kızlar , bizim oturduğumuz banklara doğru gelip neşemize katılıyor. Nişanlısından mektup alıp , defalarca okuyan bir kızla ,ufak kıskançlık gösterileri ile dalga geçiyor, içimizde evli olanlara ise, kaynana ve görümce cefası nasıl bir şey diye sorular soruyorduk.
Bir hasta , iki koltuk değneğine yaslanarak , ayakkabısı olmayan sol bacağını adete sürükleyerek , karşıdan bize doğru geliyordu. Esmer, ince , yüzüne bakılabilir bir adamdı bu . Gözleri neredeyse kapalı gibi ve ayakta zor durduğu , yalpalamasından belli olan bir hasta .
Öğlen mesai başladığında ,onu çalıştığım Kalp Damar Cerrahi’ si servisinde Doçent Dr. Binbaşı’nın kapısının önündeki bankta, adeta yığılmış olarak görmüştüm. Bu serviste beş hemşire olarak çalışıyorduk. Kapıyı açarak içerdeki arkadaşıma ,“ Dışarıda çok acı çektiği belli olan bir hasta var. Sanırım hemen çağırsanız iyi olacak “ demiştim.
Onu hemen doktorun muayene odasına almışlardı. Biz pantolonunu indirip, onu masaya yatırırken , o da nasıl yaralandığını , kaç gündür bulunduğu yerde serum bulamadıklarını, aldığı ilaçları falan zor çıkan nefesiyle anlatıyordu. ( O sene İran’ da ki Humeyni isyanı nedeniyle ,erumlar on katı fazla fiyatla kaçak olarak satılıyor ama yine de bulunamıyordu)
Sol ayağı adeta mos mor ve dizinin altına kadar şişmiş vaziyetteydi. Ateşi ölçen arkadaşım , elindeki dereceye hayretle bakarak , doktora uzatmıştı. Ateşi 43.5 dereceyi gösteriyordu. Hemen yatırın, serum bağlayın, iğne yapın , buz getirin telaşı arasında , hastanın kendinden geçerek bayıldığına şahit olmuştuk. Zaten bu kadar ateşle, daha fazla dayanması imkansızdı.
İlk işimiz onu özel bir odaya yatırıp , hemen çırıl çıplak soyarak buzlu çarşaflara sarmak ve kollarından karyolaya bağlayıp , dört serum şişesini aynı anda takıp ,hiç aralıksız olarak içine 48 adet çeşitli antibiyotik ilaç katmak olmuştu. Bu yükleme belki onu hayata döndürebilirdi.
Hasta, o gün girdiği komadan kurtulacak gibi görünmüyordu. Bütün yaşamsal değerleri , ne yazık ki minimum da seyretmekteydi. Bu bir komando yüzbaşısıydı ve ordu komutanı dahil , onunla ilgilenen çok insan vardı. Gelenler kesinlikle içeriye alınmıyor, kapıda izahat verilerek gönderiliyordu. Sadece çok iri yarı bir komando eri, “Onun yaşadığına inanmıyorum” diyerek zorla odaya girmiş, şah damarına dokunarak , yaşadığından emin olduktan sonra ağlayarak ,bize teşekkürler edip gitmişti.
Onu soyup çırıl çıplak bıraktıktan sonra elbiselerini ve çamaşırlarını yanında getirdiği küçük çantaya koymaya çalışırken , çantasında gördüğüm tabancadan ve koca bir bıçaktan çok ürkmüştüm. Hastanede silah bulundurmak kesinlikle yasaktı. Ama komada olan birinin silahını görmemezlikten gelebilirim, diye düşünerek aldırmamıştım.
Dört serum her iki saatte bir değişiyor, buzlu çarşaflar her yarım saatte yenileniyordu. Her altı saatte ise 48 ilacı bölerek seruma katıyorduk. Ayrıca bu kadar serumdan sonra durmadan işeyen hastaya sonda takılmadığı için , ördek tutmak da görevlerimizden biriydi.
Günler geçtikçe hiç konuşamadığımız , sürekli koma durumunda ve aletlere bağlı yaşayabilen hastanın başında durmak, onun yavaş yavaş ilerleyen ,sol bacağındaki belim kadar olmuş mor mor şişi görmek, beni çok üzüyordu. Hasta hayatında hiç sigara içmediği için bütün damarları açıktı. Bu yüzden tırnakları ve tüyleri uzuyor, sakalları gün aşırı ,mutlaka tıraş edilecek hale geliyordu.
Beş kız nöbetleşe başında bekliyorduk. Hastabakıcıların da , ayrıca buzlu çarşaf değiştirme nöbetleri vardı. Bu nöbetler geceleri sandalyede oturarak , her saat başı ateşini ölçerek , ilacını verip , çarşaflarını değiştirerek, çok yorucu geçiyordu. En yaşlı olanımız, yirminci gün yüzbaşının artık yaşayamayacağının belli olacağını , yaşam ünitesinin kapatılması gerektiğini söyleyince, ilk isyan eden ben olmuştum. Ama iki yıllık yeni bir hemşire olduğum için bana gülüp, “Çenesini sen bağlayacaksın “ demişti.
Onun başında otururken , neden huzur bulduğumu , onun tırnaklarını keserken , neden yaşaması için dua ettiğimi , hatta durmadan işemesine sevinip ,penisini tutarak onu ördek içine sokmaktan neden mutlu olduğumu bilmiyordum. Bunlar bana onun yaşama tutunan , iç güdü sel direnci gibi geliyordu belki de. Ailesinden hiç kimse gelmemişti başlangıçta. Evli olduğunu öğrenmiştim ama bu da bana bir şey ifade etmiyordu.
Sanki bir ölü yatıyordu önümde . Onun ellerini tutmuştum. Çok sıcaktı. Öyle sıcaktı ki , her yarım saatte bir üzerine serdiğimiz buzlu çarşaflar ,buharlaşarak kupkuru oluyordu.
Yirmi gün geçmiş , o ölmemiş aksine benim çocuğum gibi olmuştu. Gece benden sonra gelenin de , nöbetini tutuyor, onun yaşayacağına olan inancımla başından ayrılamıyordum.
Kızlar bana hem gülüyor, hem de nişanlı olduğum için beni ayıplıyorlardı. Çok haklılardı belki de. Dayımın oğlu ile beşik kertmesi olduğumuz için , iki yıl önce okulu bitirip hemşire olduğum gün nişan yüzüklerini Ankara’ da takmış ve ben Erzurum’ a , o ise Kırklareli’ ye yola çıkmıştık. Bizim oralarda pek rastlanılmayacak olan bu aile içi evliliğe, neden evet dediğimi de , hiç bilemedim . İzine gittiğim günler hariç, mektuplaşarak , nişanı canlı tutmaya çalışıyorduk. Aslında çocukken hiç karşılaşmamıştık, onun annesinin vefatı ile unutulan nişan işi kızışmıştı sanki. Ben onun aşırı sarışınlığından hiç hoşlanmıyordum. Çünkü ben de sap sarı bir göçmen kızıydım. Esmer erkekler ,daha çok ilgimi çekiyordu. Mesela ölü gibi yatan yüzbaşı hayalimdeki erkek olabilirdi .
Bu gün 35 nci gün ve hastamızda en ufak bir iyileşme yok. Onu helikopterle Ankara GATA’ ya göndermek istiyorlar ama yolda ölebilir diyerek ,bizim doktor karşı çıkıyor. Yine de Ankara’ dan uçakla getirtilen iki Prof. Dr. onun yola dayanamayacağı ve bakımının çok mükemmel olduğu raporunu imzalıyor. İçimdeki hisler, onun yaşayacağını , korkmamam gerektiğini söylüyor bana.
Bu gece çok üzgün olara, onun karşısında oturup gereken bakımı yaptım. “Artık kızıyorum sana yüzbaşım. Ne hakkın var , herkesi bu kadar üzmeye? O iri kıyım asker, yine gelip ağladı biliyor musun? Haa bir de ne anlattı dersin ; o zafiyet geçirdiğinde , sen bir elinde sopa , öbür elinde az pişmiş kuzu dalağı , zorla yedirirmiş, sonra da bardakla pekmez içirirmişsin . Bütün kızlar çok güldük doğrusu . Ama koca delikanlı, bir ay içinde yine eski haline gelivermiş. Bak üzme beni daha fazla, ben de elime sopayı alıp , seni döve döve yemek yedireceğim. Kız sen, beni anlıyor musun yoksa? Neden gülüyorsun? Ah keşke seni güldürebilsem, benzetme işte benimki ”
Gözleri hep kapalı , beni duymuyor üstelik. Göz rengini merak ettiğim için, elimle göz kapağını aralayarak, gözlerinin içine baktım. Elimi biraz sıkar gibi oldu. Belki de yanıldım. Baş Hemşire beni melankolik buluyormuş, Bu servisten alacakmış . Ne yapabilirim , sanki elimden bir şey geliyormuş gibi. Ruhsuz , evde kalmış kadın . Hayatında hiç sevmek, hoşlanmak veya şefkat duyguları oldu mu , hiç senin?
36ncı güne girdik. Doktorla birlikte sabah vizitesinde diğer hastaları dolaşıyoruz. Yüzbaşının iyileşeceğinden pek ümidi yok gibi. Onun bataklık virüsü kaptığını, bu virüsün koca bir fili bile öldürebileceğini, sol bacağında hiç akyuvar kalmadığını , ateşinin çok yüksek olması nedeniyle cerrahi müdahalede bulunamadıklarını anlatıyor.
Yüzbaşının odasından, bir çığlık yükseliyor. Başında bekleyen nöbetçi hemşire , “Koşun açtı, gözlerini açtı “ diye bağırıyor. Ben bu feryadı ne yazık ki, onun öldüğü şeklinde anlayarak, doktorun yanında yere yığılıyorum. Doktorun “ Kendine gel “ diye bağırarak , küçük tokatlar attığını, sonra da kızların beni hemşire odasına kaldırdıklarını, hayal meyal hatırlıyorum.
Gözlerimi açtığım divanın başında oturarak kolonya ile bileklerimi ovan hemşire arkadaşım gülerek, “Haydi koş ,yüzbaşın ayıldı . Gözün aydın “ diyor. Yaşlı hemşirede, bir karış surat, “ Yüzünü gözünü düzelt , rezil ettin mesleğimizi , bari ona böyle dağılmış görünme “ Saçımı tarayıp ,dudaklarıma belli belirsiz bir ruj sürerek, biraz da yüzümü gözümü renklendirip, koşarak onun odasına giriyorum.
Henüz boş gözlerle bakınıyor. Ona “ Merhaba “diyerek yaklaşıyorum, dört kızın ortasından. Önce gözlerini açıp kapatarak, sonra da dudaklarından zoraki çıkan , hırıltılı bir sesle almıştı selamımı. ”Merhaba”
Kızlar gülüşüyorlardı , ilk olarak benimle selamlaşmasına. O sırada hastabakıcı elinde koca bir karavanayla , buzlu çarşafları değiştirmeye gelmişti . Yatağın baş ucunu biraz kaldırarak onu rahatlatmaya çalışırken , üzerinden eski çarşafların toplanmasına hayretle bakarak “Ne yapıyorsunuz, çabuk örtün beni “ diye bağırmaya başlamıştı. Hastabakıcı da , kızlar da , çok gülmüştük bu feverana. “ Korkmayın yüzbaşım, utanılacak bir şey yok . Zaten biz seni çıplak olarak, 36 gündür seyredip duruyorduk. Hastane burası ve siz de bizim hastamızsınız”
“Hayır, lütfen örtün beni. Hem neden bağlıyım , çözün kollarımı lütfen “
Ona “ Hayır bu durumda bir müddet daha aynı ilaçları ve serumu almaya devam edeceksiniz. Fazla kıpırdarsanız kolunuzdaki iğnelerden biri damardan çıkabilir. Zaten damarlarınız çekildiği için çok zor bulunuyor. Lütfen sakin olun yüzbaşım”
O, yatakta oluşunu kabul edemiyordu bir türlü. Başına ben oturmuştum , “Ben galiba, sizi bir yerden tanıyorum “ diyordu. Sol bacağının korkunç ödemle morarmış oluşu , kollarından ve göğsünden karyolaya bağlı bulunması , üstelik çok anormal zayıflığı, onu ilk hastane bahçesinde gördüğüm ,koltuk değnekleri ile yürümeye çalışan halinden bile, çok uzak, çok daha perişan gösteriyordu.
Utanmaması için , çarşafları değiştirilirken , ben başımı çevirerek çok uzaklara bakıyordum. Kaburgaları sayılacak kadar çok zayıflamıştı. Oysa normal kilosu , 76 Kg. yazıyordu dosyasında . Mevcut ağırlığının da zaten yarısı , belim kadar olmuş olan bacağından oluşuyordu. Yine de , 45 Kg. ancak gelebilirdi. Benden ayna istiyordu ama doktor birkaç gün daha aynaya bakmasını yasak etmişti. Servis hemşiresi “Yaşayan ölü “ diyordu ona . Haklı mıydı ne?
Geceleri sürekli baş başa kalıp, sabahlara kadar konuşur olmuştuk. Sanırım o da benden başkasının , kendisi ile ilgilenmesini istemiyordu. Günde iki kez yapılan , çok tesirli bir antibiyotik iğne , onun için İngiltere’ den getirtilmişti. Bu çok can yakan, sarı ilacı seruma katamıyor, direkt el üzerindeki damardan ve üç dakikada yapıyorduk. Özellikle servis baş hemşiresi üç dakika bile bekleyemez ve daha hızlı yapardı iğneyi. Onun canının yandığını yüzünden okurdum, içim acırdı. Bu yüzden enjektörü , hep ben yapmaya çalışırdım.
Onunla konuşurken elimi tuttuğunu , gözlerini gözlerimin içine dikerek ,hayatını anlattığını, bana sorular sorarak cevabını ilgi ile dinlediğini hatırlıyorum. Fakat bu çok yüksek ateş , ne yazık ki bir türlü düşmüyordu. Sol bacağının ödem bölgesi , kasıktaki lenf düğümüne çok yaklaşmıştı. Bacağının çapı ile benim belimin çevresi bile artık eşit değildi. Zaten konuşurken bayılarak kendinden geçiyor, yüksek ateşin ,onu bitap düşürmesine dayanamıyordu. Kaybetmemiz artık an meselesiydi. Oysa ben buna hiç hazır değildim.
Bu gün ,60 ıncı gün ve Pazar sabahı . Servis şefi , hastayı konsültasyona sokacağını söylüyor. Hemen odayı toparlayıp, hastayı da hazırlayarak bekliyoruz. Baş hekim, ortopedi doktorları, kalp damarın bütün kadrosu ,odaya doluşuyorlar. Ortopedi servis şefimiz , çok sert bir doçent binbaşı. Bu güne kadar hala bacağın kesilmemesini , sert bir üslupla eleştiriyor. Lenf dolaşımına atlaması için ,sadece 2.5 cm kaldığını, hastayı kaybedebileceğimizi söylüyor. Hemen ameliyathanenin hazırlanmasını istiyor sorumlusundan . Buzlu çarşafı çekerek , ne şekilde operasyon yapacaklarını asistanlarına elindeki siyah ispirtolu kalemle çizerek anlatıyor.
Biraz sonra ameliyathane hemşiresi gelerek hazır olduklarını bildiriyor. Farkına bile varamıyorum , hastanın elini tutarak onu teselli etmekte olduğumun . Servis şefim “ Azize odayı terk et “ deyince kendimi toparlayarak dışarı çıkıyorum, neden ağladığımı bilmeyerek . Ona takma bacağın gelişmişliklerini anlatan doktora , tek bir kelime ediyor. ”Vururum”
Kapıdan ameliyathaneye doğru çıkmaya hazırlanan ekip , zınk diye duruyor. Anlamadığını söyleyen ortopedi ciye “Bacağımı keserseniz, kendimi vururum “ diyor , fısıldayan mecalsiz sesiyle. Aklıma , yatağının altındaki çantada gördüğüm silah geliyor , çok korkuyorum.
Pazar sabahları rezil olanlar , sinirle odayı terk ediyorlar . “ Hastanın olur imzasını almadan , benim bu sorumluluğu alamayacağımı bilmiyor musunuz?” diye bağıran doktora , kimse cevap veremiyor. Hastamız yine bayıldı çünkü. Kalanlar onunla uğraşıyor ve yaşaması hakkında olumsuz olan ne varsa , herkes başka bir kafadan konuşuyor. Baş hemşire de, hıncını benden çıkartmakta. “Hemşirelikte duygusallığa yer olamaz “ mış.
İki gün boyunca komutanlar, emir subayları, aile büyükleri telefon la veya bil zat gelerek, onu ikna etmeye çalışıyorlar. Kimseyle konuşmak bile istemiyor. Sadece başını iki yana sallayarak “Ben kurtulacağım . Lütfen bu konuşmayı kapatın . Bacağım kesilmeyecek” diye cevap veriyor.
Saat başı ölçtüğümüz ateş grafiği hiç değişmiyor. Derece sanki 43.5 de takılı kalmış gibi. Moralim oldukça bozuk, bir de beni bu görevden alırlarsa… Ortopedi ciye “Gestapo “diye isim takmış, beni güldürüyor, bu haliyle bile. Elini tutup ,
“Acaba onları dinleseniz daha mı iyi olurdu ?” diyecek oluyorum.
“İnan bana Azize, bu yataktan yürüyerek kalkacağım. Daha yüzünü göremediğim , yeni doğmuş bir oğlum, Pars’ ın yavruları, boyadan çıkartamadığım külüstür arabam var . Hem erlerimle vedalaşamadım ki, nasıl olursa olsun bu yataktan dikilmem gerek”
Mucizelere pek inanmazdım ama , o gece bir mucize oldu sanki; Gece saat 02.00 da ,yeniden ateşini ölçüyorum. İnanılmaz bir şey. 63 gündür hiç oynamayan yüksek ateş, 42.5 dereceye düşmüş. Dereceye inanamayıp, başka bir derece ile tekrar ölçtüğümde yine 42.5 C olduğunu görüyorum.
Sevincimi boş gözlerle seyrediyor. İki kolu ve gövdesi yatağa bağlı bir adamın sevinçten zıplayacağını , düşünemem ya. Dereceyi ona gösteriyorum , teşekkür ediyor. Beni öpmek istiyormuş. Ona yanağımı uzatıyorum . Yanağımdan küçük öpücüklerle dudaklarıma kayıyor. Kendimi çekebilirim ama ben daha çok istiyorum, onunla öpüşmeyi galiba. Tek bir masum öpücük , dakikalar süren emmeye, ertesi gün patlak bir dudakla epey uğraşmama sebep oluyor.
Nöbetçi doktora haber veriyorum. Doktor, üç gün önce gelen ortopedi servisindekilerden biri. Hastanın iki bacağını çocuk gibi kaldırıp, dereceyi makatına sokuyor. Biraz önce beni öpen insanı utandırmamak için , dışarıya çıkıyorum. Doktor, elindeki dereceye inanmaz gözlerle bakarak tebessüm edip,” İyi ki bu bacağı almamışız. Çok üzülürdüm “ diyor. Çarşafları değiştirmeye gelen hastabakıcı, “Bu kez tam kuru değildi, acaba ateşi mi düştü biraz ?” diye soruyor. “Evet , bir derece birden düştü ateşi . Bu çok önemli bir şey” Bu düşüş, aylardır hastanemizde yatan bu insanın personele bir müjdesi gibi.
Sabah ona iki aydır tek bir şey yediremeyen aşçıbaşı , elinde bir tas çorba ile geliyor. Yüzbaşı sanki hastanenin sevgilisi gibi. Onun iyileşmesi için dua eden o kadar çok insan var ki. Yatağı biraz dikleştiriyorum.
“ Bilmem ki, bu çorbayı içebilir miyim? Organlarım dumura uğramış gibi geliyor bana “ Aşçıbaşı adeta yalvarıyor,
“Haydi yüzbaşım, kefeni bu gün yırttın artık. Seni öyle bir besleyeceğim ki ellerimle, aslanlar gibi gideceksin buradan. Erzurum’un Dadaşı , Ali Koç ‘ un torununu tavlatmadan salar mı hiç?” ( Şimdi anlaşıldı , yüzbaşının anne tarafından dedesi Erzurum dan sonra Erzincan’ a giden tanınmış birisiymiş. Ordu Rus’ lara yenilip de çekilirken , aylarca fakire kazan kaynattığı için çok saygı gören biri)
Hayır, hayır gitmemelisin . Sen gidersen, ben bu odaya bile giremem. Öfff be kafayı mı yedim , nedir benim bu halim. Ama sen de beni bırakıp gitmek istemiyorsun değil mi?
Bir kaşık çorbayı zor yuttu . İkinci kaşıkta ise, sapsarı ezme mercimek çorbası , olduğu gibi bem beyaz formamın ve onun üzerinde . Doktor gelmeden bir koşu gidip üstümü değiştirdim. Aşçıbaşı, çorbası beğenilmedi diye çok üzgün.
O kadar mutluyum ki, başımdan aşağı çorba kazanı dökülse umurumda bile değil. Islak bez sabunlu su falan getirdim. Onun bir deri ,bir kemik kalmış olan gövdesini siliyorum. Bana gülümsüyor. Onunla öpüşmem cesaret verdi galiba. Nişanlımı soruyor sıkça . Kıskandığı belli. Onu sevip sevmediğimi anlamaya çalışıyor sanırım. Trakya şivesi ile konuşuyor benimle bazen . Ona gönderilen çiçeklerin hepsini , bana vermek istediğini söylüyor. Saçıma yalnızken taktığım bir karanfil çok mutlu ediyor onu. Gözleri sürekli bacaklarımda geziniyor . Ellerimi çok güzel buluyormuş. Çok tuhaf bir şey , ayaklarımı görmek istediğini söylüyor . Hayır diyorum önce. Sonra nedendir bilmiyorum, odama giderek kendimce önce ayaklarımı yıkadığımı, sonra da bir güzel kırmızı ojeler sürerek , açık bir ayakkabı ile gelip “ Haydi görün bakalım. Lütfen bunu neden istediğinizi de söyleyin “dediğimi hatırlıyorum.
“İnsanların duru temizliği, yani gönül berraklığı el ve ayaklarından ayna gibi yansıtılmıştır Tanrı tarafından. Yani tırnak şekli , insan kişiliğini asla saklayamaz. Ellerin, bir ananın elleri gibi şefkat, sevgilinin elleri gibi sıcak ve sevecen. O kadar güzeller ki , bana dokunduğunda huzur buluyorum . Bu yüzden en masum yerin olarak ayaklarını görmek istedim. Ne kadar narin ve üzerine basılamayacak kadar küçücük ayaklarınız varmış. Hele topuklarınız bir bebeğin ki kadar yumuşacık, Vardar Ovası kızlarınınkiler gibi al “
Bu gün , o geleli 70 gün olacak. Ateş 42.5 derece ve yine serumlar takılı, kolları bağlı. İki yabancı servis hemşiresi ,yemekten sonra onun yanına gideceklerini söylüyorlar. Tatlı diliyle , kadınları hasta yatağında bile çekiyor doğrusu. Bu öğlen, Denizli fıkraları varmış menüde . Bana anlatmadığı bir fıkrayı başkalarına anlatmıyor mu , benden önce , deliriyorum.
Odasından isterik kahkahalar geliyor, kızlar kıkır kıkır gülüyorlar. Bu kızlar benden daha güzel görünüyor olabilir mi, onun gözüne? Ona verilen oda , hastanenin tam orta bahçesini gören , eskiden başhekimlik için yapılmış en güzel oda. Bazen yatağını camın kenarına çekip, bahçeyi seyretmesini sağlıyoruz. Sırtında ve kalçalarında pişikler çoğaldı. Bir bebek gibi pudralamak zorunda olmamıza , kendisi de çok üzülüyor. Onu seviyor muyum , yoksa ona acıyor muyum , ben de bilmiyorum. Seviyor olmam daha ağır basıyor. Kıskanıyorum çünkü.
Bahçenin ortasında çok iri bir asker ve yanında çok iri bir kurt köpeği duruyor . Odamız birinci katta ve tam orta bahçe yoluna cepheli. Askerin arkasında ,en az onun kadar cüsseli bir çavuş daha var. Bunlar jilet gibi giyinmiş, mavi bereli komandolar. İkisinin de sol tarafında ,yüzbaşının çantasında gördüğüm uzun bıçaklar ve ucunda iki uzun deri marpuç sallanıyor.
Pencereyi açıp , iyice inceliyorum gelenleri. Bunlar onun askerleri olmalı, evet evet bu iri çocuğu, birkaç kere daha önceki gelişlerinde görmüştüm. Yanlarındaki köpek, dilinden düşürmediği , on beş günlükken Almanya’ dan getirttiği , can dostu Pars olmalıydı. Ona bunu birden söylesem heyecanlanabilir diye düşünürken , “Hiyyykk, hiyyykk, hiyyykk” diye bir ses orta bahçeden yankılanarak bize kadar gelmişti. Yüzbaşı camın kenarında olmadığı niçin Pars’ ı göremiyordu ama onun sesini duymuştu. “ Hiyyykk, hiyyykk ,hiyyykk” diye verdiği cevap , çok kısık sesle olmasına rağmen köpek tarafından duyulmuştu.
“Beni çabuk camın yanına götürün . Oğlum gelmiş. Karyolamı itin lütfen “
Onu camın kenarına ittiğimizde , Parsın bahçenin ortasında tek başına oturduğunu , gözlerini bize dikerek mızıldandığını ve o iki askerin odanın kapısından girdiğini gördük. İkisi de sert bir selamla yüzbaşılarını selamlıyorlarken , kim bilir onu bu halde , üzerinde buzlu çarşaflarla görmenin ıstırabı ile mi nedendir , sessizce ağlıyorlardı .
Bizim kızlar , onların selamlarına, kolları bağlı olduğu için karşılık veremeyen yüzbaşının sağ kolunun bağını açmışlar, serum takılı kolunu bile kıpırdatamayan hastamıza , yardımla selam verdirerek, iki askerin rahata geçmesini sağlamışlardı.
“Beni Pars’ ın yanına indirin . Ona sarılmam gerek . hemen indirin bahçeye beni. “ Eyvah kolunu çözmekle hata mı yaptık acaba?
“Yüzbaşım çırılçıplaksınız ve kollarınıza iki şişe serum takılı. Bu durumda ,bahçeye inmeyi nasıl düşünebiliyorsunuz? Servis şefi de izin vermez buna. Lütfen anlayışlı olun , buradan seyretmekle yetinin lütfen”
Çavuş olan ,yüzbaşının yanında montunun önünü iki düğme açınca , bir buçuk aylık olan Pars’ ın erkek yavrusu çıkıyor ortaya. Olamaz böyle bir şey , benim kucağıma veriyorlar yavruyu. Yüzbaşının göğsüne koyuyorum . Ona geçmiş olsun dercesine yüzünü yalıyor. Yüzbaşı çok mutlu ama Pars’ ın yanına gitme arzusunu unutmuş değil.
Doktordan izin almak için , telefonla arıyorum. Kendisi çıkıp geliyor. Onun da yüzbaşıyı çok sevdiğini biliyorum. Pencereden baktığında gördüğü ,yerinden hiç kıpırdamayan Pars’a, insan –hayvan dostluğuna saygı duyuyor. Hastayı kuru bir çarşaf ile iyice sarıp , özürlü arabası ile indirebileceğimizi, serumlar ise elde taşımamızı söylüyor. Süre beş dakika olacakmış.
Yüzbaşıyı adeta mumya gibi sarıp, özürlü sandalyesine biraz canını da yakarak yerleştiriyoruz. O sol bacağı kaldırmak , meğer ne zormuş. Çok acı çektiği yüzünden okunuyorsa da, sesi hiç çıkmıyor. İki güçlü asker arabayla birlikte kucakladıkları gibi mumyayı, affedersiniz yüzbaşıyı , merdivenlerden indirerek bahçeye çıkartıyorlar. Serum askısını ise ben taşıyorum .
Pars , önce onun mos mor olan sol bacağını kokluyor. Sahibi için ağlayan seslerle sağlam bacağa başını koyarak, ellerini öpüyor. Köpekleri çok severim ama bu kurt köpeğinin çok iri oluşu , ağzını açtığında pırıl pırıl parlayan koca dişleri , korkutuyor beni. Serumları askere verip , önüne geçiyorum.
“ Bak Pars, bu hemşire hanım benim arkadaşım. Beni hayata o bağladı. ( Kafasını biraz eğen Pars, onu can kulağı ile dinliyor) Seni onunla tanıştırmak istiyorum. Pars bu Azize, Azize bu Pars.”
İnanılmaz bir şey , Pars oturduğu yerden sağ ön ayağını uzatarak bana merhaba diyor sanki. Ben de onun uzattığı eli tutarak, toka yapıp onun bu değerli dostuyla tanışıyorum.
Beş dakika çok çabuk doldu. Bu bahçede ,o beş dakika içinde , belki kuşlar hiç ötmedi, ağaçlar hışırdamadı, insanlar hiç konuşmadı. Çoğu hasta , refakatçi , doktor , hemşire ,onların yüce dostluğunu ve benimle Pars’ ın tanışmasını izledi. Bir hastabakıcı, Erzurum’ lu Rüstem Amca , dayanamayıp bağırdı pencereden “ Gurşun ney gıpraşmaz seni , Ali Goç’ un torunu, yeğitler yeğidi, Allah sevenlerine bağışlasın gomtanımmmm”
Onu hemen içeri taşıyıp , yeniden buzlu çarşaflara sararak yatırdık. Sağ eli , bu sefer bağlı değildi.
“Azize Hanım , bu yavruyu çok sevdiyseniz , size vermek isterim ama bakımı biraz zordur . Eğer hastane de , size yardımcı olursa , hatıram olarak kabul edin lütfen “
Canıma soktuğum , aynı Pars gibi bir dostum da benim oldu . ( Onunla 12 yıl sevgiyi , karşılıksız arkadaşlığı yaşadım ) Peki ismini ne koyacaktık ? Kızlardan biri “Yaşo olabilir mi ? “ deyince , yüzbaşı hemen Aşo olsun , zaten Azize Hanım nasıl olsa Yaşo yerine Aşo diyebilecek (Benim göçmen şivemle daga geçmezse , ölür sanki. İnadına Yaşo diyeyim de gör sen) İsmi Aşo oldu yavrunun . Onu hastane garajına , güzel bir kulübe yaptırarak yerleştirdik. Hayatımda aldığım en güzel armağan oydu sanki.
Üç ayı dolduruyoruz neredeyse , ateşi epey düştü ve sol bacaktaki şişlik diz altına çekildi. Günde sadece, bir kere serum bağlanıyor. Ağızdan beslenme başladı. O iri yarı asker , kucağında koca bir bal tenekesi ile gelip,
“Abla , ben memlekette balcılık yaparım . Şimdi bu balı ona vermeye kalksam almaz ve iyi bir azar da işitirim. Size bırakayım da hem siz yiyin , hem de yüzbaşımı bir güzel besleyin. Bu balın içine polen ve arı sütü de katılı olduğu için , onu kısa zamanda ayağa kaldıracaktır. “ Her gün iri bir bardak süt ve içine bal doldurarak ona içiriyorduk . Epey canlanmıştı gerçekten.
Ben geceleri ve hafta sonunu onun yanında geçirdiğim için ,çok mutluydum . İçimde hep onun bir gün taburcu olup gideceği korkusu vardı . Hayat insanın karşısına beklenmedik şeyler çıkartmak için uğraşıp duruyordu sanki.
Bir akşam üzeri gözlerim , oto parka giren 39 Plakalı Station Renault’ a takılmıştı. Bu babamın kullandığı bizim arabaydı ve içinde annemle ,nişanlım da vardı.
Bana izin alacaklarını ,hemen nikah kıyılacağını , nişanlımın beni eş durumundan Kırklareli’ne aldıracağını söylüyorlardı. Bu sarı çıyan, ailemin yanında kuzu gibiydi. Hele annem , kardeşinin de çocuğu olduğu için , ona tapıyordu adeta. Çalıştığım yere gelmesini bile istemiyordum . Ama ertesi gün , tam yüzbaşı ile konuşurken , kapıyı bile vurmadan açarak içeri daldı. Ona serum bağlayan kızlar da şaşırmışlardı.
“Hani bana ihtiyacı olan bir hastam var demiştin ya , o bu mu yoksa?” Çok büyük bir mahcubiyetle başımı yukarıdan aşağıya sallayarak “Evet” diyebilmiştim.
Yüzbaşı olgun bir insandı. Onun bu kabalığına hiç aldırmamış görünerek, “ Siz Azize Hanım’ ın nişanlısı olmalısınız. Hoş geldiniz “ diye cevap vermişti.
Bizim ki, hemen evleneceğimizi, beni memlekete tayin ettireceğini, beşik kertmesi olduğumuzu , orman yangınlarında gösterdiği başarıyı falan anlatıyordu. Yüzbaşının kolunda yine serum takılıydı ama artık en azından buzlu çarşaflara sarılmıyordu . Kızlar bal ve sütü ayrı ayrı getirmişler , odadaki nişanlımın nasıl biri olduğunu anlamaya çalışarak, yüzbaşıya bunları zorla yediriyorlardı. ” Haydi yüzbaşım, bu son kaşık, lütfen bir gayret daha”
“Hep bebek gibi , siz mi besliyorsunuz? Bu kadar zayıflıkla seni çürüğe ayırmaları gerekir hemşerim. Bence senin işin bitmiş” ( Hayatımda bu kadar utandırılmamıştım ) Kızlardan biri ,bu şekilde konuşulmamasını rica etmek zorunda kalmıştı .
Odadan çıktığımızda , onunla neden böyle konuştuğunu sormuştum. “ Aman Azize , bu iskelet oru da ,adam yerine mi koyuyorsun? Yüz kişinin başı olsa ne yazar, bin kişinin başı olsa ne yazar? Sen bizim Kırklareli’ nde ki , yuvamızı düşün , gerisine boş ver”
Öğle yemeğinde , servis hemşiresinin eliyle yaptığı odama gel işaretiyle onun peşinden gitmiştim.
“ Azize’ çiğim , nişanlına da, sana da çok saygım olduğunu söyleyeyim öncelikle . Ama kimse benim hemşirelerime , üstelik görevlerini yaparlarken , hele ki hastanın da yanında alay eder gibi konuşamaz. Nişanlının , o özel odaya girmesine ve dambur dumbur konuşmasına müsaade etmemen gerekirdi. Eş nedeni ile tayin isteğinde bulunacaktın ya , işte personel müdürünün cevabı; Kırklareli Orman Müdürlüğünde böyle bir memur yokmuş. Kusura bakma ama , bu genç senin akraban bile olsa seni kandırıyor. Yazı şöyle devam ediyor bak; Bu isim, geçici orman işçisi olan bir personelin ismi ile örtüşmektedir . Kaldı ki memuriyet şartı olarak lise mezunu olunması aranmakta olup , anılan kişi orta okul terk olarak görünmektedir.”
Ah benim cahil anam, kardeşinin oğlu diye hiç bir şey görmemeye, bilmemeye yeminli misin sen? Beni nasıl bir insanla evlendireceğini neden anlamıyorsun? Bu konuşmaları nişanlıma sorduğumda yalan söylemeye devam ederek , Orman Bakanlığında bir arkadaşı olduğunu , işi onun halledeceğini söylüyor. Liseyi bitirmek de, önemli değilmiş, torpil her kapıyı açarmış çünkü. Ben çocuğum ya, yuttur yutturabildiğin kadar .
Yüzbaşının yanına oturmuş, onunla dertleşmek istiyorum. Elini tutuyorum çekiyor . Yine de, derdimi anlattığımda , halasının oğlunun Trakya Orman Bölge Müdürlüğü’nün , Genel Sekreteri olduğunu söylüyor. Yazdığı mektubu , ben götürüp elimle kendisine vereceğim. Onu birkaç güne kadar bırakıp, Kırklareli’ne gideceğiz. Yüzünde benden ayrılacağı için , bir hüzün olduğunu söylüyor arkadaşlarım .
O gece son defa nöbetimi yine yüzbaşının başında , onunla dertleşerek geçirdik. Bana mutluluklar dileyen gözlerinin altında “Bu hatayı yapma , o adamla sakın evlenme “ der gibiydi.
Sabah izin kağıdını alıp, onu son kez dudaklarından öperek veda ettim. Aşo ‘ yu tayinim çıkınca alıp götürecektim. Erzurum’dan çıkarken , aklım 105 günü birlikte geçirdiğimiz yüzbaşıda ve bana bu kadar sıcak davranan hastane personelindeydi.
İlk molayı Sivas’ ta vermiştik . Yörenin meşhur etli ekmeğini , buz gibi ayran aşı ile yudumlarken , cebimden elime gelen anahtarların teslim etmeyi unuttuğum ilaç dolabına ait olduğunu hatırlamıştım. Hemen restorandan hastaneyi bağlatarak, servis hemşiresine anahtarları teslim etmeyi unuttuğumu söyledim. ( Neyse ki yedek anahtarları onda varmış)
Ona , yüzbaşıyı sormak istiyordum ama konuşmak imkansızdı benim için . Halimden anlamıştı galiba . “Yüzbaşı , bu sabah taburcu olmak istediğini söyleyerek , adeta kendisini ölüme götürebilecek bir ısrarla, ayrılık hazırlıklarına başladı. Şu anda onun işlemlerini yapıyoruz. Keşke biraz daha iyileşseydi. Öğleden sonra heyete çıkacak. Çok üzgünüm , bu kadar emekten , bu kadar mücadeleden sonra , her şeyin bir anda başa dönmesine dayanamıyorum. Doktor da çok üzgün “
Sivas’tan ayrılırken , arabanın arka koltuğuna yığılan ben miydim, yoksa benim ölü bedenim mi, bilmiyordum. Onun yolunu kesmek,
“Hayır, hayır, sakın gitme, çok tehlikeli bir durumdasın . Enfeksiyon seni terk etmedi, birden tekrar eder , seni yine komaya sokabilir. İşte geriye dönüyorum . İzinin de , düğünün de, canı cehenneme . Benim ,ansızın ayrılmama çok kızdığını biliyorum. Ben de senin gibi bir dostu hep arayacak ve hiç unutmayacağım. Lütfen gitme , yalvarırım gitme ,yüzbaşım.”
Arabamız Yıldızeli’ ne girmek üzere . Nişanlım beni güldürmeye çalışsa da ,olmuyor işte. İçimde taşan , dışa vurmam gereken ,pek çok duygu var . Sadece ağlamakla dayanamayacağım. “Ben evlenmekten vaz geçtim. Beni Yıldızeli’ ne bırakın, geriye döneceğim” diye tutturuyorum. Annem çıldırmış gibi, adeta arka koltuklara atlayıp , dövecek beni. Babam kafamı kırmakla tehdit ediyor , olanca sesiyle bağırarak. Aile şerefini çiğnetmezmiş ,benim gibi bir sümüklüye. Ah Azize, vah Azize.
Güzel bir düğün oldu . Ben hariç, eğlendi herkes. Belime kırmızı kurdeleyi bağlarken şişinen babam, nikahta keramet vardır diye yalanlar söyleyen ,benden çok gözyaşı dökerek mutluluktan uçan annem , koca bulmak marifetmiş gibi kutlayan kız arkadaşlarımı unutamam .
Ne zifaf gecesiydi ama. Damat’ a içirip içirip bir de sırtına yumruk atmazlar mı? Oğlan bırak bana ilişmeyi , yatağın üzerine kusup sızdı ve onun kusmuğunu temizleyerek sabahı ettik. Yüzbaşı da , üzerime çorbayı kusmuştu ama ondan hiç iğrenmemiştim. Fakat sorumsuzluğu daha ilk geceden başlayan ve kocam olacak bu insandan ne yazık ki , çok iğrendim. Çok kısa süren bu balayı , yerini kavga ve yalanlara bırakmıştı hemen.
Yüzbaşı’ nın eliyle yazdığı mektubu, Orman Bölge Müdürlüğünde ki onun halaoğluna götürmüştük birlikte . Genel Sekreter kapısında ki isimlikte, Yüksek Orman Mühendisi yazıyordu. Yüzbaşının ismini duyunca ayağa kalkarak , bize oldukça samimiyet gösteren bu insan sayesinde , getirilen dosyadan gerçek durumu öğrenmiştim.
Eş durumu diye bir şey yoktu , çünkü geçici orman işçisi olarak sadece üç ay çalışmış ve bir orman yangını söndürmeye gittiklerinde, sorumlu orman mühendisine itaatsizlik etmişti. Askere de, almamışlardı çünkü kalp kapakçığı tekleme yapıyordu. Yine de , yeniden geçici kadroya aldırmıştı , genel sekreter.
İşte bu işsiz ve yalancı dayıoğlu ile tam beş sene , Erzurum ve Antalya’ da evli kaldıktan sonra , kucağımda dört yaşındaki kızımla ondan boşandım. Kocamdan önce , hayatımda hiçbir erkek olmamıştı. Ona bekaretimi de , bu kadar saklayıp verdiğim için pişmanım . İlk yalanında onu affedip, yeni yalanlara fırsat verdiğim için cezalandırıldığımı hissediyorum.
Artık yıllar geçti ve ben emekli oldum. Annem ve babam da , vefat ettiler. Kızımın iki kızı var. 10 ve 12 yaşlarında iki dünya güzeli. Ne yazık ki, o da eşinden ayrıldı.(Kocasını kendisi bulmuştu, aşk evliliği yapmışlardı) Bir dershane öğretmeni ile birlikteler. Çocukların ikisi de , çok iyi okuyorlar. Büyük , yüksek hemşire olmak istiyor. Ne de güzel yakışır beyaz forma , benim sarı çiçeğime.
Okumayı ve kitapları çok seviyorum . Bu yüzden kitapçılar ve kitap fuarları çok ilgimi çeker. Geçen hafta sonu , TÜYAP daydık . Büyük torunum “ Anneanne şu oturan sakallı adam, seni işaret ediyor. Baksana ,ne isteyebilir ki senden? “ Dediği yere bir göz atıyorum, kitap standının arkasında oturan iri ve top sakallı biri , bize bakıyor gerçekten. Kafamı başka taraflara çeviriyorum. (Etraf kart horozlarla dolu)
Ufak kızın eline bir kitap vererek, benim kim olduğumu sormuş. Torunum da “O benim anneannem “ deyince , “Benim de anneannem di , şu kitabı ona götürür müsün ? “ diyerek , oturduğu imza standından bu kitabı yollamış.
“EŞEKLE SEVİŞMEK” Aman Tanrım! Altında , onun ismi var. Olamaz, sendeleyerek ona doğru yaklaşıyorum. Tam karşısında duruyorum Ayağa kalkarak ellerimi tutuyor. “Azize, meleğim benim”
Onu, kafeteryada bekliyorum. Kızlar kim olduğunu , çok merak etmişler. İşte karşıdan geliyor. Yaklaşık 80 -85 Kğ. olmuş sanki. Gözüme , ilk gördüğüm 33 Yıl öncesindeki gibi , yakışıklı geliyor. Hep gülüyor, hep neşe ve iltifat dolu. Kızlara onları on ore eden öyle şeyler söyledi ki , ikisi de mest oldular. Elimi tutuyor, hem de masanın üzerinde . Elimi çekemiyorum, hatta ben, onun elini öpüyorum . Kızlar , şaşkın ve konuşamaz haldeler.
Arabasıyla bizi Beylikdüzü’ ne, yaşadığımız eve bırakıyor . Onu yemeğe davet ettim . Eşinden ayrılmış ve gözlerinden benimle yarım bıraktığı , o masum sevgiyi devam ettirmek istediğini belirten kıvılcımlar saçıyor. Kapının önünde, adresimi ve telefonumu ona yazdırıp, üç gün sonrası için yemeğe beklediğimi söylüyorum .
O güzel Çarşamba akşamı , kapı biraz erken çalınca , ben hala hazırlığımı bitiremeyip, giyinmeye çalıştığım için,, kapıyı kızım açıyor. Genç bir çiçekçi çocuğun kucağında duran , uzun saplı gülleri ve küçük notu da o alıyor. “Anne bak , sana otuz üç kırmızı gül gelmiş. Bir de not var. Okuyorum tamam mı? ( Sensiz geçen her yıl için , birini kabul eder misin lütfen ? ) yazıyor”
Ne kadar mutlu olmuştum . Onun centilmenliğinden de, bu beklenirdi zaten . Kızlar; “Yok o olmadı anneanne, bunu taksana daha çok yakışır sana, saçını neden yaşlılar gibi yaptın? “ diye konuşup duruyorlar. Benim kızda da bir havalar , “Ben böyle iyi miyim, elbisem yakışmış mı , sofra nasıl olmuş, saçımı açsam mı dersin anne?” Kızım görücüye çıkan siz değilsiniz ki, adam benim için geliyor. Başlatmayın şimdi kılığınıza da , süsünüze de.
Kapı konuştuğumuz gibi, tam 19.00 da çalmıştı. Bu sefer ben koşarak kapıyı açtım. Lacivert takım elbisesinin içinde , nişanlısının evine gelen damat adayı gibi duruyordu . Kırmızılı kravatının desenine yakın , bir de mendil vardı ceketinin üst cebinde.
Kucağındaki paketleri önce kızlara vermişti . İkisine de bere,kaşkol ve eldiven, kızıma Jean Paul parfüm , bana ise Vakko dan harika bir kazak ve fular almıştı. Ayrıca elinde , kaliteli bir şarap ve litrelik Tekirdağ Rakısı duruyordu. Adam kendisini nasıl sevdireceğini, herkesi birden mutlu etmesini , biliyordu doğrusu.
Masamızda saatler, dakikalar , öyle neşeli, öyle gülerek ve bitmesini istemediğimiz zaman içinde ,bizi tutsak ederek aktı ki, dursun istedik, yıllar sonrasına sıkışmış hasretlerin lezzetini. Ben işaret ettikçe “ Defolun “ diye , kızlar neredeyse , yüzbaşının kucağına oturacaklar. Yahu iki laf edemeyecek miyiz , sizin sansürünüz olmadan . Zaten şarabı bitirip ,onun rakısından da otlanıyorum.
Ne güzel sesi varmış . İki elimi ,elleriyle kapatarak, masada sadece ikimiz varmışız gibi,
“Gülünce gözlerinin, içi gülüyor
Kendimi senden, alamıyorum
Bilmem bakışların ,neler söylüyor
Cesaretim yok ki ,soramıyorum “ (Sormaya ne hacet yüzbaşım. Duymak istediğiniz her şeyi söyleyebilirim, lütfen ellerimi bırakmayın ,ayrıca ayırmayın gözlerinizi, gözlerimin içinden)
Aaa, elimden tuttuğu gibi , beni dansa kaldırdı. Hınzır kızlar, ( I fine my love in Forto Fino ) yu çalıyorlar.
Ay, döndürmeyin beni , 18 lik genç kız gibi. Elleri belimde , sırtımda geziyor. İlk tuttuğum gibi sıcacık. Onun saran ,koruyan güçlü kollarında uçuyorum. Masadan yükselen alkışlarla oturuyoruz.
“Eee yüzbaşım, yeni yıla nasıl girmeyi düşünüyorsunuz? “
“Bilmem ,şu ana kadar yapılmış bir programım yok. Ama sizin de yoksa , hemen yapalım birlikte”
“ Mesela nereye gidebiliriz yüzbaşım, şöyle baş başa?”
“ Uludağ ‘da bir dostumun oteli var , oraya gitmeye ne dersin Azize?
Kızlar ve kızım ağızları açık benim vereceğim cevabı kulak kabartmış bekliyorlar , yaşlı kadının ağzından ne çıkacak diye .
“Nereye götürmek isterseniz , ne yapmayı düşünüyorsanız, ne bizi mutlu edecekse… Her şeye evet sizinle yüzbaşım.” Kızlar annelerine bakıyorlar, anneleri de bana,
“ Ama anneciğim şey, çok mu içkiyi kaçırdınız acaba? “
“Daha önceleri fırsatlar kaçırmıştım. Şimdi içkiyi kaçırsam ne olacak be kızım ? Her şeye, evet diyorum, duyduğunuz gibi her şeye evet. Anladınız mı hanımlar? O ne isterse , hepsine evet”
“ Ama anneanne , her şeye evet denmez ki.”
“Anneciğim , ne istediğini bilmeden, evet mi diyorsunuz? Siz sarhoş oldunuz anneciğim. Zurna gibi sarhoşsunuz. İçkiyi karıştırınca , böyle oluyor işte.”
“Siz benden kendiniz için , hiçbir şey istemediniz ki , yüzbaşım. Şimdi ne derseniz o olur. Her şeye varım ,her şeye evet , evet, evet. “
“Ama anneciğim”
“Ama anne anneciğim”
“Ama annennişkom benim”
Kimseyi duymuyor kulaklarım. Dilime Kayahan’ ı dolamışım.
“Seninle her şeye varım ben”
E.Yaşar Ovalı 12 .12. 2013
YORUMLAR
kukurikuu
Tek kelime ile mükemmel bir yorum.
Gerçekten vay ki vay.
Saygılarımla.
Sevgili Eyüp Abi
Bu hikayenin bir kısmını biliyordum..Eski yazılarında bahsetmiştin. Ayrıca birebir doğrudan doğruya senden de dinlemiştim.
Her insanın hayatında bir dönüm noktası vardır. Senin hayatının dönüm noktası da ''Kendimi vururum '' Dediğin gün başlamış. İyi ki de bu kararlılığı göstermişsin.
Bu kısacık ömre neler neler sığdırmışsın be abim. Hani elindeki o kama yarasını görmesem insanın inanası gelmiyor.
Gelelim hikayenin benim bilmediğim bölümüne.
EŞEKLE SEVİŞMEK adlı kitabının imza gününde baya oturduk seninle. O gün ben oradan ayrıldıktan sonra neler olmuş neler meğerse...Vay abim vay..Haydi Allah kolaylıklar versin.
Selam ve sevgilerimle.
kukurikuu
Beni en çok tanıyan insan olma yolunda ilerliyorsun .
Sevgiler
soluksuz okunan, tamamı ile gerçek yaşamdan kaleme alınan bir öyküydü
finalde var mı hala böyle büyük aşklar demekten kendimi alamadım
yürekten kutlarım Yaşar Bey, paylaşıma teşekkürler
selam ve saygılar her dem
kukurikuu
Güzel yorumunuza teşekkür eder ,saygılar sunarım
baştan sona sürükleyeci bir öykü merhametin ve sevkatin yanında sevgi duyguların yoğrulduğu ve hissettiren güzel öykünüzü kutluyorum... saygılarımla..
kukurikuu
Sayfamda olmanızdan gurur duydum.
Sevgi ve saygılarımla.
Gülayşe DELEN
ve hikayenin gerçek olması beni çok duygulandırdı.
hemşirelik ve ebelik zira ben ebelik yaptığım için çok iyi bilirim hastalarımızla aynı duyguları hissederiz tabii o kadar çok vaka ve olay olduğu için bir yanımız mutlaka serinkanlı olmak zorunda göstermeyiz içimizdeki fırtınaları. ..
mutluluklar dilerim bir ömür. saygılaımla..selam ve sevgilerimle..