11
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
1895
Okunma
Suyu yararak ilerleyen kayığın baş üstüne uzanmış, oluşan dalgacıkları, sağa sola kaçışan köpükleri,sığ denizin dibindeki siyah renkli kumun üzerinde parıldayan deniz kabuklarını, istiridyeleri ve adını bilemediğim bir çok canlının hareketlerini merakla inceliyorum. Motor gürültüsünden ürken küçük balıkların hızlıca uzaklaşmalarını, kayaları bir yorgan misali saran yosunların oluşturduğu hoş manzarayı seyretmek; denizi yaşamak, denizle kaynaşmak, onu solumak, çocukluğumun tarif edilmesi ve unutulması mümkün olmayan eğlencelerinden biri.
Kayığın hareketini sağlayan tek pistonlu Pancar motorun küçük egzosundan çıkan ritmik sesler, uykunun en tatlısını gözlerimize davet den anne ninnisinin; oluşan titreşim ise, beşikte yatıyor olmanın zevkini sunuyor duygularımıza. Rahmetli dedemle, gün doğumunda balığa giderken, ya da kuşluk zamanı sahile dönerken, çok uyuyup kaldığım olmuştur bu doyumsuz hazın kucağına bırakıp kendimi.
Rengini denizin lacivertinden alan keskin bakışları, mütemadiyen çatık seyreden kaşları, rüzgarın ve güneşin esmerleştirdiği teni, kalın tüylü beresinin kapayamadığı şakaklarından sarkan, yer yer akların yürüdüğü uzun saçları ve yekeyi iki ayağının arasına alarak dikildiği kıç üstündeki heybetli duruşu ile, gönlümüzde hep ayrı bir yeri olmuştur Aydın Reis’in. Benimki ise, gerçekten çok özel bir ilgiydi ona. Reisime hayatımı borçluydum zira. Tuzlu suyu zoraki yudumlayışımı, denizin yüzeyinde kalabilmek için çırpınışlarımı,denizin derinlerine doğru batıp gitmekteyken, kocaman bir elin koluma yapışarak, beni ölümün kucağından çekip alışını, bu gün bile olanca canlılığı ile hatırlarım. Bu yaşıma geldim, ne zaman ona rastlasam, hala bir çocuk gibi mahcupça sarılır, bana hayatımı geri veren o kocaman elleri doyasıya öperim. Ne yaparsam yapayım, ona asla borcumu ödeyemeyeceğimi bilirim. Şimdi ne zaman bu reis sözcüğünü duysam, aklıma hep yaşlı Aydın Reis’im gelir, onu anarım tebessümlerle. Ne zaman yolum köye düşse, ilk uğrak yerim Aydın Reis’in evidir. Tütün damının hemen kenarındaki zeytin ağacının altında, küçük komrisine (iskemle) oturmuş, sarma sigarasından derin derin nefes çekerek, denizin ufuklarını seyrederken bulurum onu. İlişirim yanına, hal hatır sorarım, saatlerce sohbet eder, hayır duasını alırım.
Yörede yoksul ismi verilen, su seviyesinin üzerine çıkmayan yosun kaplı kayalıklar, sahile yirmi metre kadar mesafeden seyretmekte olan kayık için, gerçekten oldukça ciddi tehlike arz etmekteydi. Bu sahillerin her karışını, her kayasını, her çakıl taşını adı gibi bilen Reis, kayığını büyük bir maharetle ilerletmekte, usta manevralarla kayaların arasından sıyrılıp geçmekteydi. Kayığın, sahile bu kadar yakın seyretmesinin nedenini bilmiyordum ama, denizin dibindeki güzellikleri seyretme imkanı sağladığı için oldukça mutluydum sözün doğrusu.
Yaz tatillerimizi geçirdiğimiz küçük bir yazlık evimiz vardı köyde. Hemen denizin yanı başında yer alan bu sevimli evde, dalga seslerinin hoş melodisi ile komşu yaşar; Karadeniz’in öfkelerinde ise, yattığımız odanın duvarını tırmalayışından korkulara kapılır, uykusuz kalırdık. Korkularımıza rağmen, öyle çok severdik ki denizi, ona öyle gönülden bağlıydık ki, bize asla kötülük yapamayacağını düşünürdük.Onunla ilgili her olaydan bir ders çıkarmamız gerektiğini bilir, hatalarımızı asla tekrar etmezdik suyla ilgili. İnsanların ona olan güveni o derece ileriydi ki; yörede yaşayan anneler, yoğun çalışma tempolarının gereği olarak, küçük çocuklarını kreşler değil de, en emniyetli yer olarak gördükleri denizin kenarına bırakırlardı. Zaten en geç dört yaşında tüm çocuklar yüzmeyi öğrenmiş olurlar, koca koca dalgaların gezindiği sahilde, usta birer yüzücü misali,inatçı denizin gelgitleri ile inanılmaz zevk ve maharetle savaşmaya başlarlardı.
Komşumuz olan bir Neriman abla vardı köyde. Uzun boyu, çakır gözleri, al al yanakları, hep gülümseyen yüzü ile sevimlilik abidesi gibiydi. Öyle yumuşacık ve şefkatli bir kalbi vardı ki; ablası olmayan bizler için, onun yanında olmak, sevgisini kazanmak, ilgisini sağlamak gerçekten hoş bir durumdu. Öz ablamız olsaydı, ancak bu kadar yakınlık gösterir, bu kadar severdi bizleri sanırım.
Hayatımız, mutluluk bulutlarının hoş serinliğinde akıp giderken; gün geldi, Neriman ablanın yüzündeki gülücükler kayboldu, al rengi beyaza dönüştü yanaklarının. Bakışlarını feri söndü, ağlamakla geçer oldu günleri, bize olan ilgisini de kaybetti. Sordum çocuk aklımla anneme;
- Ne oldu ablama, neden mutsuz, neden gülmüyor, neden ağlıyor artık her gün?
-Sen şimdi çocuksun, biraz büyü, o zaman anlatacağım sana.
Yıllar sonra öğrendim, Neriman ablam, İstanbul’da yaşayan teyzesinin oğluna aşık olmuş meğer. Kimseye de açılamamış, kara sevdasını yüreğine gömmüş, derdini o sempatik gülümsemesinin arkasına gizlemiş. Çok taliplileri çıktı, hiç birini istemedi, şiddetle karşı koydu. Ne zaman evlendi sevdiği oğlan, işte o zaman dengesi bozuldu, hayatı karardı genç kızın. Köy yeri, zaman eski zaman, kimsenin aklına gelmiyor bir doktora götürmek, bir psikologa göstermek.Bir de deli damgası yeme riski var işin içinde, iyice kararacak kara kaderi garibin. Ne yaptıysalar, ne söylediyseler kar etmedi, dindiremediler göz yaşlarını ablamın.
Denizin oldukça sakin, gökyüzünün de mavinin en güzel tonu ile yıkandığı bir Temmuz gününün erken saatlerinde, Aydın Reis’in kayığı, evimizin bulunduğu sahile yanaştı. Annam, onun geldiğini fark edince, koşar adım komşuya gitti ve biraz sonra da yanında Neriman abla ile döndüler. Annemin elinde tek kulplu bir çömlek ve kalayları iyice eskimiş küçük bir bakır tas vardı.
-Haydin bakalım! Kayıkla gezmeye gidiyoruz bu gün. Diyerek, kolumuzdan tutuğu gibi, sahile sürükledi bizleri.
Nasıl seviniyorum, nasıl seviniyorum...Hem kayıkla gezeceğiz, hem de taze yoğurt alacak annem diye düşünmekteyim. İlçe pazarının kurulduğu Salı günleri, bir yaşlı köylü teyze, bizlere devamlı bir çömlekle taze yoğurt getirir, karşılığında aldığı üç beş kuruşla da evinin ihtiyacını görürdü. Tadı hala damağımda olan o yoğurdun yolunu gözlemek, taze taze kaşıklamak ne büyük zevkti. Hala yoğurdu çok sevmemin, soframdan asla eksik etmememin ana sebebinin, o günlerden kalan bir zevk ve alışkanlık olduğunu düşünüyorum.
Taze yoğurdun hayali ile derinlere dalmışken, Aydın Reis, belimden tuttuğu gibi kayığa attı beni. Kardeşlerim, annem, Neriman abla ve Aydın Reis, dört kilometre ilerideki ilçeye doğru yola koyulduk. Komşu köyün az ilerisinde, yüksekçe çınar ağaçlarının gölgelendiği bir sahilde denizle kucaklaşan küçücük ve sevimli bir derenin önüne gelince, kayığın hızını kesti Aydın Reis. Ben, ne olduğunu anlamaya çalışırken, derenin denizle birleştiği noktanın hizasında, kayığa daire çizdirmeye başladı. Her bir dönüşte annem, denizden yarım tas su alıyor ve çömleğe dolduruyordu. Pek bir anlam veremediğim bu hareket canımı sımıştı. Taze yoğurt yeme hayalim suya düşmüş, annemin çömleği yoğurt almak için değil de, deniz suyu doldurmak için yanına aldığını anlamıştım.
Canımı sıkmasına sıktı ama, kayıkla gezmenin tadını çıkarmama engel olmamıştı bu hareket. Baş üstüne uzandım ve kayığın su üzerinde süzülüşünü neşeyle seyretmeye daldım. Kayıklarını, balık avlamanın dışında, böyle gezme işlerinde pek kullanmazdı köy halkı. Sonuçta ekmek tekneleri idi bu küçük kayıklar. Karadeniz’in hırçın sularından, nafakalarını toplarlardı onunla, kıymetliydi o nedenle. Yakalamışken tadını çıkarmalıydım. Hele de böyle, sahile yakın gezilerin zevki bir başkaydı. Denizin dibini görebiliyor, her saniye yeni şeylerle karşılaşmak, yeni şeyler öğrenmek harika oluyordu.
Doğu Karadeniz Bölgesinde dağlar, denize paralel uzanırlar ve hemen sahilden yükselmeye başlarlar. Dağların denize bakan yamaçlarında küçük vadiler yer alır ve bu vadiler, sıkça yağan yağmurların oluşturduğu kısa ve az debili derecikleri denize ulaştırırlar. Bu nedenle, sahildeki dere ağızları birbirlerine çok yakındır. Altı yedi kilometre mesafede, on civarında dere ile karşılaşabilirsiniz.
Ben, denizin ve muhteşem doğanın zevkini çıkarırken, kayık da, yedi dere ağzının her birinde üç kez dönmüş; annem, her dönüşte aldığı yarım tas suyla çömleği azına kadar doldurmuştu. Bu arada, alçak sesle bazı dualar okumaktan da geri kalmamıştı.
Bir süre sonra, bu güzel yolculuk sona ermiş, başladığımız sahile geri dönmüştük. Önce Neriman ablamın inmesini istedi annem. Sonra da, elindeki su dolu çömlekle kendi indi. Çömlekteki suyu, elbiselerinin ıslanmasına aldırmadan, başından aşağıya boca etti. Daha sonra da çömleği, sahildeki kayalara fırlatarak parçaladı.
Ben bu olaydan pek bir şey anlamadım ama, çokça da merak etmedim işin doğrusu. Yaptığımız bu enfes kayık gezisinin mutluluğunuz yaşıyordum zira. Kayıkla yaptığımız bu gezinin ve akabinde gelişen olayların, aslında bir psikolojik tedavi yöntemi, daha doğrusu bir batıl inanç olduğunu çok seneler sonra öğrendim.
Neriman ablam, iyileşti bir süre sonra. Kaybettiği tebessümleri dudaklarına, elmanın kırmızı rengi ise yanaklarına geri döndü. Annemin yaptığı tedavi ile mi, yoksa zaman dediğimiz sihirli ilacın tesiri ile mi iyileşti, bilemiyorum? Çocuk aklımda kalan, o güzel deniz gezisi oldu benim.
İlerleyen günlerde ablam, alışık olduğu Karayel’e, dalga sesine, iyot kokusuna, tükenmek bilmeyen yağmurlara, dik yamaçları süsleyen bin bir çeşit yeşilin heyecanına veda etti; karlı dağların ardına, Erzincan’a, üç çocuklu, eşini kaybetmiş bir adama gelin gitti.
Şimdi, ne zaman Ahmet Muhip Dranas’ın Fahriye Ablası ile karşılaşırım, aklıma hep Neriman ablam gelir.
Bilmem hala orada, dağları karlı Erzincan’da mıdır?
Bilmiyorum, hala dudaklarında o hayat dolu gülümsemesi asılı, yanaklarında kırmızının en güzel rengi takılı mıdır?
Bilmiyorum, çok sevdiği denizinden uzakta, soğuk rüzgarların memleketinde yaşamakta mıdır?
Bir tutam hayat- 06.12.2013-Azerbaycan