- 1869 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
YENİ.DUANIN GÜCÜ
"Maalesef bu hastalığın ilacı yok. Kızınızı alın evinize götürün son aylarında onu mutlu etmeye çalışın. Yapılacak tek şey var o da dua etmek.
Anne ve baba olarak yapacak hiç bir şey olmaması ne kadar korkunç bir gerçekti. "Yapılacak tek şey dua etmek" önerisi ne kadar uzak ve anlamsız geliyordu şu an her ikisine de.
Murat Bey bir baba olarak içinden ’acizliğine’ avaz avaz isyan ederken, Nevin Hanım ise çoktan dua etmeye başlamıştı bile. Dudakları kıpır kıpır sürekli bir şeyler okuyordu.
Çok kısa sürmüştü Nevin Hanım’ın çaresizlikle olan savaşı. Kendini daha iyi hissediyordu artık. İnanmak böylesine güçlü bir duyguydu işte!
Dua etmek mucizevi bir güçtü ve o güç tutması için elini uzatmıştı yüreği alev alev yanan bu kederli anneye.
En zor anında tutunduğun bir daldı dua.
Uçurumun kenarındasın ve ayağın kayıyor; Tam düşerken can havliyle sımsıkı kavradığın el...
Her şeyi yaratan o güce teslim olmak ve sırtını dayamak...
En sevdiğine en güvendiğine "bana yardım et " demenin en masum şekliydi dua...
Murat Bey ise utanıyordu dua etmeye. Kendi sesini duyar gibiydi. Her fırsatta dile getirdiği o cümle sanki kafasının içini kemiren bir kurt gibiydi.
"Ben inanmıyorum!..
Kendisini çok güçsüz ve koskoca dünyada yapayalnız hissediyordu. Aciz, güçsüz ve kimsesiz.
Genç kız aralık kalan kapının önünde bekliyordu. Tüm konuşulanları duymuştu. Ve ne yapacağını bilmez bir halde duvara sırtını vererek çöküp kalmıştı.
Anne ve babasıyla konuşan doktor "kızınız grip olmuş’ dercesine oldukça sakin bir konuşma tonuyla söylemişti tüm bunları...
"Ayça’nın beyninde ur var. Kanser tüm vücudunu sarmış."
İçeriden yıkılmış bir halde çıkan anne ve babasını görünce hemen doğrulup kalktı. Acemice gülümsemeye çalışırken gözlerine dolan yaşları kolunun iç tarafıyla apar topar kuruladı.
Babası oldukça soğukkanlı bir halde çıkarken, annesi tam tersi; gözlerinden süzülen yağmur gibi yaşlara hakim olamadığı için olsa gerek saklamaya çalışmadı bile.
Adeta yıkılmış bir bedeni zorlukla taşıyorcasına, ayaklarını sürüyerek çıktı doktorun odasından.
Ayça on altı yaşlarında soluk benizli, kızıl saçlı, ufak tefek; çok şirin bir genç kızdı.
Koşarcasına gidip annesine sarıldı. Anne kız sımsıkı sarılıp, omuzları sarsıla sarsıla hıçkırarak ağlamaya başladılar.
Baba kenarda durdu ve duvar kadar sert görünen yüzünde en ufak bir mimik görünmedi. Sanki donup kalmıştı. Taştan heykellere benziyordu.
Öylece izledi karısını ve kızını. Kapı önünde sırasını bekleyen hasta ve yakınları da ağlıyorlardı. Ama baba sadece baktı.
Boş boş baktı durdu dakikalarca...
Eve geldiklerinde zorla bir kaç kaşık çorba ve bir kaç çatal salatayla karınlarını doyurup odalarına çekildiler. Hiç bir şey konuşmadılar. Eve karanlık bir bulutun devasa gölgesi çökmüş gibiydi.
Evin annesi akşam ezanı okunurken çıktı odadan. Abdest alıp akşam namazını kıldıktan sonra eline kuran aldı ve hafif sesle mırıldanarak okumaya başladı. Her akşam aynı kanepede aynı saatte yaptığı gibi.
Genç kız gözleri kan çanağına dönmüş bir halde gelip annesinin yanına oturdu. Her akşam olduğu gibi.
Annesini kuran okurken sessizce dinlerdi ve okuması bitince de birlikte dua ederlerdi.
Annesi ona; " dua etmek mavi kanatları olan benekli bir kelebeğin sırtında cennete uçmak gibidir. Cennette hiç kötülük yoktur. Çirkin olan hiç bir şey yoktur. Hastalık, yoksulluk, acı çekmek ve üzülmek de yoktur. Allah kendisine dua eden kullarını çok sever. Dua etmek Rabbimizle konuşmak gibidir." demiş ve dua etmenin inanan insanlara güç vereceğini de anlatmıştı.
Küçüklüğünde annesinin öğretileri her daim hayatına manevi anlamda zenginlikler katmış ve kalbini huzurla doldurmuştu.
Çocukluğu annesinin merhametli ve şefkatli kollarında güle oynaya geçmişti.
Aynı zamanda hastane odalarında sağlık sorunlarıyla mücadeleler içinde geçen o kötü günlerinde de hep annesinin tevekkülü sayesinde zorlukların üstesinden gelmişlerdi.
Babasının dine bakışı ile annesinin Allah’a teslimiyeti arasında kimi zaman arafta kalmışlığı yaşasa da Ayça en çok annesinin yanında kendini iyi hissetmişti. Annesinin yaşam felsefesi her zaman daha doğru ve mantıklı gelmişti.
Babasının son zamanlarda yerli yersiz tekrarlayıp durduğu " Ben deist oldum. Benim dinle alakam olmaz artık" gibi söylemlerine de çok üzülüyordu.
Çünkü çok sevdiği babasının da, inandığı manevi güzelliklere kavuşmasını istiyordu. İnsan Allah’ın varlığına inanmasıyla bir anlam kazanıyordu. Yaşamak ve ölmek; Allah’a ve ahirete inanıldığında insana bir vuslatı müjdeliyordu. İnanmak; yaşam enerjisi gibi mucizevi bir olguyu da ilham ediyordu insan ruhuna.
İmanın verdiği güçle hastalıklarına sabretmeyi becerebilmiş ve ölümün de en sevgiliye kavuşma ânı olacağı düşüncesi ile de daima kendisini teselli ederek bu güne kadar hiç bir zaman yaşadığı zorluklara isyan etmemişti. Öyle ya vuslat insanı neden korkutsun ki!..
Tane tane okuyordu;
" Bakara Suresi, 186. ayet: Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve Bana iman etsinler. Umulur ki irşad (doğru yolu bulmuş) olurlar."
Nevin Hanım okumasını bitirdiğinde;
Ellerini açıp dua etmeye başlamıştı ki evin babası da çıktı odasından.
Gözleri ağlamaktan şişmiş bir halde omuzları çökmüş ve sanki saçları da daha fazla ağarmış...
Sesi titreyerek konuşurken yüzünde tatlı bir gülümseme belirdi.
"Ben de bugün sizinle birlikte dua edebilir miyim?