- 371 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
SİNEMACI fikret - 18
Ellerinin üzerini ve dudaklarını çatlatıp kanatarak, yara etse de kışın soğuğu, Fikret gün geçtikçe açılmaya, neşeli bir çocuk olmaya, yeni hayatını tamamen benimsemeye başlamıştı. İkinci sınıfında okuduğu, beş sınıfında tek öğretmenli okulun da çalışkan, başarılı öğrencileri arasında yerini almıştı. Kurtköy’lüler, okul arkadaşları ve öğretmeni dilediği kadar acısındı ona ; o, öksüzlüğünü, sefilliğini hiç de kafasına takmadan, neşeyle hayatına devam ediyordu. Öyle ki ; genelde stresli, asık suratlı, güzel yüreğini, sevgisini dışa vurmayı bir türlü beceremeyen babasıyla bile şakalaşabiliyordu artık.
Kahvenin ocaklığının alt tarafı siyah perdelerle örtülüydü. Oldukça da kirli ve eski olan bu örtüler hiç de hoş görünmüyordu. Çocuk bir gün bu örtülerden dert yandı babasına :
’’ Baba, ne bunlar böyle kapkara ? Burası kara köy mü ? ’’
Afalladı adam . Bu kara köy sözünün bambaşka bir anlamı vardı. Çocuk böyle bir şeyden haberdar mıydı ? Bu sözü duyan müşteriler gülüşmeye bile başladılar.
’’ Sen Karaköy’ü nereden biliyorsun ufaklık ?’’
’’ İşte burası ; bizim ocaklık. Baksanıza, kapkara !’’
’’ Tamam oğlum, tamam. İşine bak sen. Bak, masalarda boşlar var, haydi onları topla..’’
Aralık ayı gelmiş, Kurtköy sokakları karla bembeyaz örtülmüş, aynı günlerde de Ramazan ayı başlamıştı. Gündüzleri artık kahvede ocak yakılmıyor, çay demlenmiyor, satış yapılmıyordu. Müşterilerin bu defa bedavaya ısınması çok kızdırıyordu kahveciyi. Elinden geldiğince az yakmaya çalıştığı soba yüzünden, müşterilerle sık sık tartışıyor, bazen bu tartışmalar kavgaya kadar varabiliyordu.
Daha önceleri en çok, ocaklığın camekânına tebeşirle yazılan veresiye çayların ödenmemesinden, hatta inkâr edilmesinden çıkan kavgalara tanık olmuştu çocuk. Öyle ki, bu kavgalarda sandalyelerin havada uçuşmasından, bazen babasının bazen de karşı tarafın kafasına isabet etmesinden çok korkmuştu.
Tepeören’de annesiyle birlikte yaşarken, altı- yedi yaşlarında, Ramazan aylarında annesi ona yarım günlük oruç tutma izni verirdi. Böyle yarım günlüğüne oruçlu olduğu günlerden birinde , Mustafa dayısının oğlu Musa ağabeyi ona bisküi ikram edince, orucunu unutup almış yemiş ve orucunun bozulduğunu anladığında ise çok ağlamış, ağlayarak eve gelmişti. Annesinin onu, bu şekilde orucunun bozulmadığına, bozulsa bile Allah’ın ona günah yazmayacağına inandırması, hiç de kolay olmamıştı.
’’ Baba, ben de oruç tutmak istiyorum.’’
’’Hayır olmaz. Çünkü sen hem çok zayıfsın, hem de yaşın ufak. ’’
’’ Köydeyken tutuyordum ama.’’
’’ Ben biliyorum. Erkek çocuklarına on iki yaşından sonra oruç ve namaz farzdır. Yani sen ilk okulu bitirince tutatrsın. ’’
Babasının kararı kesindi. Hem de yaşına göre farz olmadığını söylemiş, o da inanmıştı. Din hakkında bir çok şeyi bildiğini söyleyen, bu konuda kahvedeki müşterilerle çoğu zaman iddiaya giren babası aslında Cuma namazlarına bile gitmezdi.
’’ Benim üstüm başım, durumum, işim buna uygun değil. Allah görüyor .’’ deyip kendini aklamaya çalışırdı. Sigaradan başka da kötü bir alışkanlığı yoktu aslında. Çocuk hiç bir zaman onun alkollü bir içki içtiğini ne duymuş ne de görmüştü. Oyun olarak da , pek nadiren kahvedeki ihtiyarlarla domino oynardı bazen.
Ramazan münasebetiyle gündüzleri oyun oynanmayan kahvelerde, akşamları parasına oyunlar oynanmaya, tombalalar çekilmeye başlamıştı. Bu da en çok yaklaşan yılbaşının kötü alışkanlıklarından biriydi. Bu ülkenin tümünde mi, Dünya’nın tümünde böyle midir, yılbaşı denince akla hep kumar mı gelir, bilinmez.
Kılıç, basma, yirmibir gibi kâğıt oyunlarıyla, paralar meydanda ateşli oyunlar, gece yarılarına , bazen de sabahlara kadar sürerdi. Kahveciler, bu oyunlrdan, ’’ mano ’’ adıyla para alırlar, hem de bolca çay-kahve-gazoz satarlardı. Çocuğun çok ilgisini çekiyordu bu kumar oyunları. İster istemez ilgiyle seyrediyor, öğreniyor , hatta içinde oynama isteğinin canlandığını bile hissediyordu. Eğer imkân olsa, o masalarda, o adamlarla birlikte kılıç bile oynar, hepsini de yutabilirdi.
Tombala, genelde belli bir saatten sonra çekilmeye başlardı. Kahvedekiler birer ikişer kart satın alırlar, heyecanla çekilen taşları beklemeye başlar, kartlarında olan numaralar çıkınca dikkatlice üzerlerini kapar,sırayı tamamlayanlar heyecanla, birinci çinko, ikinci çinko, tomblaaaaaa, diye bağırırlardı.
En çok iri yapılı, göbekli, kırklı yaşlarda, babasının bir türlü çay beğendiremediği Kaptan Nuri çekerdi tombalayı. Babası onun bu çay beğenmemesinden öylesine bıkmış ki ; bir gün acaip bir oyun oynamıştı. Süzgeçin konduğu fincanda biriken çay artıklarından doldurduğu bardağı taze çay diye vermiş adama. Adam da sanki yıllardır böylesini bekliyormuş gibi ; ’’ Hah işte ! Çay dediğin böyle olur !’’ deyip afiyetle yudumladıktan sonra , babası kahkayı basıp ; ’’ Ulan keriz ! Sana süzgeçin altındaki artıkları çay diye yutturdum ! Sen de beğendin ! İşte sen çaydan bu kadar anlıyorsun !’’ deyince bir güzel kavga çıkmış, sandalyeler havada uçuşmuş, kahvedekiler ayırmada zorluk çekmişlerdi.
Her tombala çekilişinde ,otuz bir rakamını okuduğunda ; ’’ Dere kenarına !’’ demeyi alışkanlık edinmişti Kaptan Nuri. Çocuk bu sözün ne anlama geldiğini anlamıyor, sormayı da akıl etmiyordu.
İleriki günlerde, kendini şanssız hisseden bazı müşteriler, çocuğun kendilerine şans getirebileceğini umduklarını, ille de çocuğun çekmesini isteyince, can attı çocuk. Sanki çok büyük bir hayali gerçekleşmek üzere gibi geldi. Onlara katılmayı, onlarla oynamayı çok istiyordu. Babası da sakınca görmeyince aldı eline tombala torbasını, başladı çekmeye.
Hemen her rakamı heyecanla, yüksek sesle okuyordu. On dokuz, seksen dokuz, altmış bir gibi rakamların okunmasında zorlanınca yardım ettiler. Bunların bir tarafında çizgi oluyordu ve o çizgi alt tarafa gelecek şekilde okunması gerekiyordu. Yavaş yavaş hepsini öğrendi çocuk.
’’ Otuz biiiiir. Dere kenarına !’’
Tüm kahve bir anda kahkahaya bölündü. Kaptan Nuri’den böyle öğrenmişti çocuk. Anlamını bilmese de, o böyle söylediği için, kendisinin de söylemesi gerektiğini sanıyordu.
Daha sonraları babasının da rızasıyla, kendisi de tombala kartlarından alarak iyice karıştı kumar ortamına. Çok da hoşuna gitmeye başladı. Bazen kazandı, bazen de kaybetti, fakat çok eğlendi çocuk. Aslında, geleceğinin ne kadar zehirlendiğinin bilincine, ancak yıllar sonra varabilecekti belki. Fakat bu farkındalık acaba nelerini kaybettikten sonra oluşacaktı. Babası ne yaptığının, çocuğa , geleceğine verdiği zararın hiç de farkında değildi.
Ne yazık ki hayat öylesine acımasız ve dengeli ki ; bu bedel o babaya da zamanla çok ağır yaşamsal cezalar yaşatacaktı. Cehalet, eğitimsizlik, hayatta böylesine yaşamsal hatalar yaptırabiliyor işte insanoğluna.
Kış geleneklerinin en güzel , en eğlenceli olanı ise ; karda ayı oynatmaktı köylerin. Gençlerden birinin başına çuval sarılarak ayıya benzetilmeye çalışılır, karlı gecelerde, köyün sokaklarında köyün gençleri tarafından dolaştırılıp, tef çalarak oynatılır, evlerden börek, tatlı ve para toplanırdı.
Bu ayı kılığındaki gence en çok yaptırılan oyun ise ; ’’ Hamamda kadınlar nasıl bayılır ?’’ hareketi idi. Gençlere ikramda bulunacak olan hemen herkes bu bayılma olayını ısrarla görmek ister, beğenmedikçe tekralatırdı.
Kurtköy ; İstanbul’un bir kenarında, henüz elektriği ve su şebekesi, telefonu olmayan yıllarda, elli-altmış haneli, tam anlamıyla saf, güzel , biraz da cahil insanların yaşadığı, havası çok temiz, suyu bol ve mükemmel, tipik bir Türk köyü idi işte..
Devam edecek.
Fikret TEZAL
YORUMLAR
Ne demeli?
Kurtköy hakkında yazılanları buruk bir tebessümle okuyor insan.
Orayı, atmış haneli bir köy olarak düşünmek gerçekten imkansız şu anda.
Üstelik elektrik ve suyu olmadan.
Köy ortamı, insan ilişkileri, gelenek görenekler, eğlenceler güzel tasvir edilmiş.
Kendimi, çocukluğumun Ramazan akşamlarında buluverdim bir an.
Bir odun sobasının etrafına toplanmış insanların, hararetli hararetli tombala oynamalarını hayal ettim.
Güzeldi bu bölüm...
Bizdendi.