- 697 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HZ. MUHAMMED'İN (SA) ÖRNEKLİĞİ / MEDİNE'DE 11 YIL (07)
Allah ile insanlar arasındaki engeli kaldırmak!
Ütopik din algılayışı dine inanan insanların her zaman önemli sorunlarından biri olmuştur. Ütopya, ütopik nedir? Önce bu kelimelerin anlamları üzerinde duralım.
Ütopya, aslı yunanca olan kelimenin anlamı, gerçekleştirilmesi imkânsız düşünce veya tasarım.
Ütopik, aslı Fransızca olan kelimenin anlamı, hayalidir.
Dilimize Yunancadan ve Fransızcadan geçen bu iki kelime, dinlerin, ideolojilerin, felsefelerin, hayata indirgenmesinde, imkânsızlığa giden, düşünceleri, tasarımları, metodik yapılanmaları inceler.
Herhangi bir yaşam düzeninin, hayatta gerçekleşmesine imkân bulmayan, ilkeleri, hedefleri, metotları, yasaları ütopya olarak tarif edilir. Hâlbuki yaşam düzeni, insanların beklentilerine, kendilerine hitabeden, yaşamlarına çözüm getiren, kolaylık sağlayan düşünceler, metotlar, yasalardır. İnsanların hoşuna gidecek, duygularını tatmin edecek harika düşünceler üretebilirsiniz. Eğer ürettiğiniz düşünceler insan yaşamına indirgenemiyorsa, ürettiğiniz her şey hayal, gerçekleşmesi imkânsız bir düşünce olur.
Felsefe, ütopyaya yakın düşünceler üretir. Bugün felsefenin ürettiği bütün düşünceler ele alınırsa, her birinin hayata indirgenmesinin zorluğu karşımıza çıkar. Bu nedenle felsefi düşüncelerin, düşünce çalışmaları olarak kitaplarda kalması, insanın karnını doyuran bir dilim etmek, bir kap yiyecek, bir tas su olmaması karşısında, insanların tümünü ilgilendirmez. Onun için hemen her toplumda felsefeyle uğraşanlar, ya toplumun doymuş insanlarıdır, ya da kendilerine bakmayan, herhangi bir toplumsal sorumluluk üstlenmeyen insanlardır.
İdeoloji dediğimiz şey, insanların yaşamını ilgilendiren felsefi düşüncelerin toplumsal yaşama aktarılma biçimidir. Yani insanı, insanları ilgilendiren felsefi düşünce, insanın, insanların yaşamına indirgenecek şekilde basitleştirilmiş, organize edilmiş, ilkeleriyle, kurallarıyla, metoduyla yasallaştırılmışsa, buna ideoloji denmekte, ideolojilerin toplumsal yaşam biçimi haline gelmesine de düzen denmektedir. Bu tanımlamalara göre toplumsal düzen haline gelemeyen hiçbir düşünce ütopyalıktan kurtulamaz.
İnsanlığın tarihine ilişkin felsefi görüşlerin çoğu bu açılımda ütopyalıktan kurtulamaz. Çünkü geçmişe yönelik felsefi görüşlerin yaşama indirgenmesi, pratik hayatta var kılınması zordur. Ancak günümüzde insanların yaşamını ilgilendirenler, yaşama indirgenebilirlilik açısından ele alınıp, hayata yansıtılabilir. Yansıtılma kuralları oluşturulabilir. Aynı şekilde geleceğe yönelik herhangi bir felsefi düşünce de ütopyalıktan kurtulamaz. Belki geleceğe ait düşüncelerin gerçekleşmesi, yaşanabilir materyallerden giderek açıklanır. Böylece üretilen pratik çözümlerle ütopya olmaktan kurtarılır. Ancak, gelişen zaman içinde, bugün üretilen çözümlerin olabilirliği her zaman tartışılacaktır.
Allah’ın insanlara gönderdiği dinlerin üç temel yapısı vardır. Birincisi; insanlığın yaratılışı ve dünya öncesine ait bilgiler… İkincisi; insanlığın dünya hayatı sonuna ilişkin, yani ahretine ilişkin bilgiler… Bu iki bilgi sisteminin dünyada gerçekleştirilmesinin imkânı yoktur. Bu nedenle dünya öncesi ve sonrasıyla ilgili bilgiler insanlık için ütopya, Allah’ın gönderdiği bilgi sistemi için de gönderildiği şekilde inanılması gereken gayb haberleridir. Her ne kadar Allah yeryüzündeki hayatın nedenleriyle, arkasından gelecek ahiret hayatının mantığını oluşturacak akli, mantıki sorgulamalar, deliller sunsa da, sunulan her bilginin yeryüzünde gerçekleşmesiyle ilgisi olmayacağı için, sadece inanılması gereken bilgi olarak kalacaktır.
Allah’ın bilgi sistemi içinde gayb, insan beş duyusunun algılayamayacağı varlık âleminden gelen, kaynağı sadece Allah katında olan bilgilerden oluşmaktadır. Allah kendi katındaki bilgilerden dilediği kadarını resulleri aracılığı ile insanlara ulaştırır. Ulaşan bilgiler insanların mevcut yapılarıyla bilemeyecekleri kesin bilgilerden oluşur. İman dediğimiz olgu, insanın hiçbir zaman bilemeyeceği, mevcut beş duyu sistemiyle hiçbir zaman ulaşamayacağı alandan gelen bu bilgilere kesin olarak inanmasından ibarettir. Ahiret hayatını görüyormuşçasına inanmak hidayettir. Aynı şekilde İnsanın yaratıldığı, dünya öncesine ait gönderilen bilgilere de kesin olarak inanılması da hidayettir. İnsanlar ister Allah’a ve gönderdiği bilgilere iman etsin, ister etmesin, hangi nedenle olursa olsun, beş duyusu ile algılayamayacağı bilgi kaynaklarına ulaşmaya çalışırsa, ulaştığını zannettiği her bilgi sadece insanın zannından ibarettir. Hâlbuki Allah zannı hiçbir zaman kesin bilgi olarak kabul etmemekte, insanın yanılgısı olarak belirlemektedir. Onun için özellikle Müslümanların dünya öncesi ve dünya sonrası bilgilere iman ederken, bilgiler üzerinde ileri geri yorum yapması, bu sahalarla ilgili bilgiler üretmeye çalışması gereksizdir.
Allah’ın gönderdiği ayetlerin içinde, insanın dünya yaşamını ilgilendiren yaşama düzeni vardır. Allah buna din diyor. Yani yaşam kuralları… Din de aynı ideolojiler gibi, ilkeden, hedeften yasalardan ve metottan oluşur. Zaten Allah’ın ayetlerde tanımladığı din, soyut bir kavram değil, aksine pratik, insanın hayatını ilgilendiren, gerçek yaşam içinde oluşan yaşamın kurallarından oluşur. Bu nedenle kuranda geçen din kelimesi, hangi yaşam biçimi olursa olsun ayetlerden din olarak tarif edilir. Gelenekler, örfler, ideolojiler… Bunların hepsi ayetlerin anlattığı din kapsamındadır. Diğer taraftan Allah’ın ayetleri insanların yaşamı üzerine indirilen emirlerden oluşmuştur. Resul ve arkadaşları döneminde tamamlanan dinin her kuralı, 23 yıl içinde yaşayan insanların yaşamına hükmederek, yaşamın dışında olmadığını göstermiştir.
Günümüzde dinin vicdan işi olduğunu söyleyerek yeni bir tanım getiren sosyoloji, felsefe, ateist, seküler laik anlayış, Allah’ın gönderdiği dini yaşamdan uzaklaştırabilmek için, yaşamın gerçeğini ilgilendiren dini, soyut din anlayışına dönüştürme gayretindedir. Bunun nedeni, yaşamın gerçeğiyle ilgilenen dinin ortaya koyduğu kurallar, insan beninin, bencilliğinin karşısına gerçekleriyle çıkar. Bugün dinin tartışılmaya çalışılan kuralları, aslında tartışmaların mantığından uzaktır. Din kurallarını tartışmak isteyenler, önce kuralları çarpıtır, sonra çarpık din kurallarının bilimsel, akli olmadığı üzerine yorumlar yaparlar. Bu eyleme ne yazık ki Müslümanlar da katılarak, onların din karşıtı eylemlerine destek verirler. Hâlbuki dinin özüne baktığımızda, insan yaşamını ilgilendiren, yalan, dedikodu, iftira, riyakârlık, ikiyüzlülük, insan aklına, mantığına, yaşamına saldırı Allah’ın gönderdiği dinde yasaklanmıştır. Gönderilen ayetlerle çizilen bütün kurallarda, insan aklının insanlara karşı özgürleştirilmesi… Yalandan, riyadan uzak bir yaşamın yalınlığını, basitliğini yaşaması… İnsanların birbirleriyle sevgi, saygı, barış, huzur içinde paylaşımlarda bulunması… İnsanların haklarının hiçbir şekilde saldırıya uğramaması esasları korunmaktadır. Hal böyleyken, din karşıtı düşünceler, bencilliği, yalanı, iftirayı, görselliği, çıkarı, çıkarcılığı öne çıkarıp, güçlülerin zayıfları ezdiği, horladığı, köleleştirdiği bir düzeni çağdaş, akılcı, bilimsel diye insanlığın yaşamına sunmuşlardır. Nasrettin Hocanın bindiği dalı kesen insan hikâyesindeki gibi, ateistler, seküler din anlayışlarıyla, Allah’ın gönderdiği dine karşı çıkışlarıyla, insanlığın temel, hak ve özgürlüklerinden oluşan doğal, evrensel insan haklarından insanları ayırarak, güçlülerin çıkar dünyasında köleleştirirler.
Allah’ın Hz. Âdem’den itibaren gönderdiği din, yani insanın temel hak ve özgürlükleriyle yaşanması gereken yaşam biçimi, insan çıkarının oyunlarıyla karşı karşıyadır. İnsan çıkarı, kendi yalanlarıyla, zanlarıyla, önce Allah’ın gönderdiği bütün kavramlar üzerinde oynamayı gerçekleştirmiş. Sonra Allah adına din üreterek, aklını kullananların karşı çıkmalarına neden olmuştur. Çıkarlarıyla Allah’ın gönderdiği kavramlar üzerinde oynama yapanların neleri değiştirdiğini görmemiz gerekiyor. Eğer bunu göremez isek, yalanların kurbanı olarak, oluşturdukları dine inancımızı sürdürürüz. Halbuki Allah’ın ayetlerini göndermesindeki amaç, insanları insanların ürettiği dinden uzaklaştırıp, İslam ile şereflendirmektir. İslam, insanların, Allah’ın tanımladığı hak ve özgürlüklerle, barış, huzur, esenlik içinde yaşamaktır.
Allah, ya da tanrı olgusu, ayetlerin Allah, ilah tanımlarından uzaklaştırılmıştır. Ayetler incelendiğinde görülecektir ki, Allah, yeryüzünde yaşayan insanın yaşamına karışan, insanların yaşamlarıyla ilgili kurallar koyandır. Allah’ın insanlara din yani yaşam düzeni olarak gönderdiği din, yeryüzündeki haksızlıklara, adaletsizliklere karşı, hakkı, adaleti arayan yaşamın kurallarıdır. Bu nedenle, ayetlerdeki ilah veya tanrı olgusu, insanların zannettiği gibi, gökyüzünden insanları seyreden, işlerine karışmayan, meydana gelen haksızlıkları, adaletsizlikleri ahrette, adalete, hakka bağlayan değildir. Tam tersine, inanan insanlara, yeryüzünde hakkı hâkim kılmak, adaleti gerçekleştirmek görevi vererek, adaletini yeryüzünde gerçekleştirendir. İşte tam bu noktada, bizzat Allah’a inandıklarını iddia edenler, insanlığın yaşamının başından itibaren, Allah’ı yeryüzünden kovma yarışına girmişlerdir. İnsanlar, Allah’ın yeryüzünde yaşayan insanların yaşamına karışmasının karşısında, Allah’ın yüce varlık olduğu, böyle basit işlerle uğraşmadığı, bu işleri başka varlıkların üstlendiği iddiasını gündeme getirerek, yeni bir tanrı, ilah kavramı ortaya atmışlardır. Ortaya attıkları tanrı veya ilah, yeryüzünde insanları serbest bırakmıştır. İnsanlar serbestçe yaşamlarını sürdürecekler. Yaşamları sonucunda hesap için Allah’ın huzuruna gelecekler. Huzurdaki hesapta Allah bütün hesapları kapatarak adaletini sağlayacaktır. Onların bu düşünce tarzıyla, yaşadığımız hayatta Allah yoktur. Her türlü zulme, adaletsizliğe karşı, zayıf insanlar ahrette gerçekleşecek adalete sığınmışlar. Zulmedenlerse, zulmettikleri insanların sızlanmalarına karşı, kardeşim hakkın varsa ahrette alırsınız diyerek başlarından savmışlardır. Bugün Allah’ın gönderdiği dinlerin uzantısı olduğunu iddia eden, Hıristiyanların, Yahudilerin, Müslümanların, ilah, tanrı düşüncelerine baktığımızda, aynı sonucun ortaya çıktığını görürüz. Bu üç din mensupları, Allah ile kendi aralarına başka varlıklar koyarak, Allah’ı yaşamlarından uzaklaştırmışlardır. Artık Allah yeryüzünü yönetmez. Allah adına, papalar, ruhbanlar, rahipler, imamlar, gavslar, şeyhler yeryüzünü yönetirler. Halbuki ayetlerin özüne baktığımızda Allah insanla arasına hiçbir varlığı sokmadığını, aksine insana yakın olduğunu, inanan insanların haklarına dünyada sahip çıkmalarını, adaleti sağlamak için harekete geçmeleri gerektiğini vurgulamaktadır. İnandığını söyleyenler, Allah’ın ayetlerindeki bu özden ayrılarak, sorumluluklarını üstlenmezler. Zayıf olanlar, her türlü zulme, adaletsizliğe karşı, arabesk bir kadercilik anlayışına girerek, adaleti huzurdaki hesaba bırakırlar. Böylece yeryüzünde hakkın hâkim kılınması, adaletin sağlanması için çalışmazlar. Bu öğreti onlara tanrı, ilah kavramının yanlış öğretilmesinden kaynaklanır. Hâlbuki Allah’ın gönderdiği ayetlerin özünde, yeryüzünde hakkını aramayan, zalime fırsat veren zulüm içindedir. Yeryüzünde adaleti gerçekleştirmek için çalışmayanlarda aynı şekilde, haksızlıklara, adaletsizliklere ses çıkarmadıkları için şeytanın, tağutların, yani haksızlığı, zulmü insanlığa hâkim kılanların dünyaya egemen olmasına neden olarak imtihanı kaybetmişlerdir. Bunu Allah’ın resulü çok kısa özetler. “Zulme rıza gösteren zalimdir” Ayetlerin mantığından çıkan bu öz, yeryüzünde hakkı hakim kılmak, adaleti sağlamak için çalışmayan, haksızlıklara, zulme karşı çıkmayanlar, zulmü, adaletsizlikleri yeryüzünde hakim kılmaya yardım etmiş olarak değerlendirilecekler. Ahiretteki hesapta, adalet ararlarken, zalimlere ses çıkarmayan, onların zulümlerine izin verenler olarak suçlanacaklardır. Bu gerçeği altüst edip, yerine zulme rıza gösteren, bir ilah, bir din, bir inançlı üretmeyi başaran çıkar grupları, yeryüzünde istediğini yapabilme özgürlüğüne ulaşmışlardır. Çıkar gruplarının ürettiği, yeryüzünden kovulmuş, ilah, tanrı, din kavramı ve uzantısı olarak adaletin yeryüzünde değil ahrette gerçekleştirileceği inancı, ilah, tanrı, din kavramının gerçeklikten çıkarılarak ütopyaya dönüştürülmesinden ibarettir. Çünkü ütopya ne idi, insanın yaşamına indirgenemeyen düşüncelerdi. Allah’a inandığını söyleyen insanların inandıkları ilah, din, adalet düşüncesi yeryüzüne indirilemeyip ahirete bırakılması, kavramları ütopyaya dönüştürmüştür. Oluşan bu algı artık ilah, din, adalet kavramlarının ütopik kavramlar olarak algılanmasını doğurarak, ayetlerle insanlar arasına girer. Ütopik kavramlar insanının inancına girince, artık insan, hayatına karışan, kendisine şah damarından yakın olan Allah yerine, gökyüzünde duran, insanın hiçbir zaman ulaşamayacağı tanrı kavramına… Yeryüzünde insanı özgürleştirmek için gönderilen din, insanların kullara kulluğuna… Yeryüzünde hakkı, adaleti gerçekleştirmek üzere gönderilen dinin kuralları iflas edip, adaletin ancak ahrette gerçekleştirileceğine inanmasına neden olur. Böylece insan, yeryüzünde Allahsız, dinsiz, adaletsiz, zulüm üzerine bir yaşam yaşayama mahkûm edilir. La ilahe illallah diye dine inanarak Allah’a biat veren Müslüman, Allah’tan başka kendine hükümran olanları kabul etmemesi gerekirken, Allah adına, gavsları, şeyhleri, imamları, ruhbanları, hahamları, papaları, papazları, lamaları, Allah ile arasına yönetici olarak sokar. Onlar aracılığıyla dinini yeryüzünün gerçeklerinden soyutlayarak yaşar. Dünyadaki yaşamının hükümranlığını ise, çıkar gruplarının, yalancı politikacıların emrine vererek Allah’ın hükümranlığını tanımaz hale gelir. İnsanın Allah ile arasına soktuğu her varlık, Allah’ı, ayetlerini anlamada, aşılmaz engel haline gelir. Ne zaman insanlar, aklına, muhakemesine, iradesine, yaşamına egemen olan bütün değerleri silip, Allah’ı, Allah’ın ayetlerini anlamak için gayret gösterirse, o zaman Allah’ın ayetleri insanlar tarafından işitilmeye, gösterdiği gerçekler görülmeye başlayacaktır. Böyle bir durum oluşturulmazsa, insan asla Allah’ı, ayetlerini anlayamaz. Üstelik insanın Allah’ı, ayetlerini anlayamaması için çıkar grupları elinden gelen gayreti gösterirler. Çünkü çıkar grupları bilir ki, insanlar Allah’ı ve ayetlerini anladıklarında, anlayan insanlar üzerindeki hâkimiyetleri bitecektir. Kimse, gavslarıyla, şeyhleriyle, imamlarıyla, papalarıyla, papazlarıyla, hahamlarıyla, rahipleriyle, ruhbanlarıyla, lamalarıyla insanların karşısına çıkarak, onları köle alamayacaktır. Hâlbuki bugün bütün bu değerleri insanın önüne dikerek, insanları Allah’tan uzaklaştırıp, çıkarlarıyla insanları köle almaktadırlar.
Resul kavramı, Allah’ın ayetlerde belirttiği resulden çıkarılıp, ya tanrılaştırılmış, ya da ulaşılmaz hale getirilmiştir. Resullerin tanrılaştırılması, ütopik resul ortaya çıkarma gayretidir. Özellikle resullerin gösterme yetkisi olduğuna inanılan mucize olgusu, bilinen doğal kanunları altüst eden olayları gerçekleştirme olarak insanlığın karşısına konulduğunda, insanın, insanların yapacağı bir şey yoktur. Kur’an tümüyle incelendiğinde, ayetlerin orijinalinde mucize kelimesinin geçmemektedir. Aslı Arapça olan mucize kelimesinin ayetlerde geçmemesi rağmen, bütün ilahi kaynaklı dinlerin mucize olgusuyla gündeme getirilmesi düşündürücüdür. Allah’ın, ayet, delil olarak kullandığı kelimelerin, mucize çevirisiyle meallere, tefsirlere, yorumlara girmesi, hayata ait ayet anlamlarının hayat dışına çıkarılmasıdır. Peygamberlerin yaşamıyla sınırlı olan mucize olgusu, peygamberlerin vefatından sonra insan hayatından çekilmiştir. Peygamberleri yaşamayan inananların artık mucizelere dayalı olayları gerçekleştirmeleri mümkün değildir. Peygamberlerin başarısını mucizelere bağlayan toplumlar, peygamberleri yokken mucizesiz kalınca, artık hiçbir şeyi başaramayacaklarına inanırlar. Bu açmaz geçmişte din bilginlerini ciddi şekilde düşündürmüştür. Hele inananların hayatlarını kolaylaştıran mucizeler gündeme getirildiğinde, halkın “e. hani peygamber mi var? Artık bu iş burada bitti” söylemleri. Çoğunluğun sanki peygamberlerinin ölümünden sonra dine göre yaşam mücadelesinin bittiğine inanmaları. Böyle bir mantığı dile getirmeleri… Din bilginlerini yeni bir arayışa itmiştir. Arayışları sonucu keramet düşüncesidir. Keramet peygamber olmayanların gösterdiği mucizevî olaylardır. İnanan halkın peygamber öldü, mucize bitti. Mucizesiz bir şey yapamayız söylemlerine karşılık, “merak etmeyin, mucize olmazsa keramet var” anlayışı, din, resul, dinin önderleri gibi kavramlarının pratik hayattan uzaklaştırılarak, doğaüstü, olağanüstü olaylarla, güçlerle desteklenmiş bir algıya ulaştırılmasına neden olmuştur. Böyle bir algıyla ayetlere bakan insanların, ayetleri anlaması mümkün değildir. Zira Allah’ın ayetleriyle aralarına, mucize, keramet olguları girmiştir. İnsanlar, her okuduğu ayeti, mucize veya keramet olgularıyla anlamaya çalıştıklarında, ayetlerin ortaya koyduğu ilkeler, kurallar yaşanamaz hale gelir. Zira inananları destekleyecek, onları güçlendirecek mucizeler, kerametler yoktur. O zaman insanlar, kendilerini güçsüz hissedip, çıkarcıların eline düşerler. Çıkarcılar onları din adına, keramet sahipleriyle buluşturur. Keramet sahibi olduğuna inandıklarının gölgesinde ayetlerden uzak yeni bir din yaşamaya başlarlar. Böylece keramet sahiplerinin gölgesinde din yaşayanlar, Allah’ın gücüne inanmamış, Allah’ın ayetlerini yeryüzünde gerçekleştirme noktasında, bilgiye, bilince, inanca, hidayete ulaşmamışlardır. Müslüman her şeyden önce, Allah ile, ayetleriyle arasındaki engeli kaldırarak, sadece Allah’ın gücüne inanmaları gerekir. Resulü Allah’ın ayetleri anlatmaktadır. Onlar, insanlar gibi beşerdir. İnsanlar gibi yer, içer, hastalanır, güler, ağlar, acı duyar, ömürleri bitince de ölüp giderler. Resuller sadece insanları Allah’ın ayetleriyle buluştururlar. Ayetlerde anlamadıkları yerler varsa, açıklayıp pratiğini gösterirler. O nedenle insanlar için seçilmemiş, insanların resullerin insanlar arasından seçilmelerine itirazlarına karşılık, ancak insanın insana inanç konusunda örnek olabileceği belirtilmiştir. Mucize olgusuna inanmak, ayetleri anlamanın önündeki en büyük engellerden biridir. Hz. Musa’yı, İsa’yı, Lut’u, Salih’i, Hud’u, İbrahim’i, Muhammed’i anlamak için, onlar adına uydurulan mucize algısından kurtulmak gerekir. Zira onları mucizeleriyle anlamaya çalışmak, onları peygamber olarak anlamamak demektir.
Peygamberleri ya direkt tanrı edinen, ya da Allah’ın oğlu ilan eden düşüncelerden tutunda, Allah’ı peygamberine âşık edip hizmet ettiren düşüncelere kadar, hemen hepsi, resullük olgusunun insan yaşamından uzaklaştırıp, hayali bir resullüğe veya peygamberliğe inandırma çabalarıdır. Yukarıdan aşağıya piramit şeklinde bir şartlandırma eğitimi vardır. Bu tür yalanları icat eden, halka âlim diye yutturulan üst tabaka… Yatıp kalkıp onların âlimliğinden, evliyalığından söz eden mukallit, yardakçı bir tabaka… Ve halk… Aklına, yaşamına, iradesine baskı kurulmuş, çıkarları doğrultusunda hareket ettirmek isteyenlerin uyguladıkları sistemlerle ne yapacağını şaşırmışlar grubu. Ortadaki tabaka, üstündeki evliyalar, erenler, âlimler grubu adına sürekli konuşurlar. Halkın düşünme, akıl, irade yeteneklerini elinden alarak, söylediklerini robotlar gibi dinletmeyi hedef edinirler. Onların anlattığı âlimler grubu, hiçbir zaman insanların ulaşamayacağı bir gruptur. Onların söyledikleri tartışılmaz, sorgulanamaz. Yaptıklarıyla, ettikleriyle ilgili neden, niçin soruları sorulamaz. Hatta onların düşüncelerine, sözlerine, yaptıklarına bir ayet gösterilerek itiraz edilemez. Onlara göre insanlar için ayetler delil değil onlar delildir. Zira onlar ayetleri insanlardan iyi bilirler. Hiçbir zaman ayetlere ters düşmezler. Ters düşer gibi görünmeleri sadece insanların yanılgısıdır. Bu tür algılarla anlatılan iki tane din vardır. Hiçbir zaman insanların ulaşamayacağı, algılayamayacağı, alimlerin, erenlerin, evliyaların dini… Normal insanlar bu dine hiçbir zaman giremezler. Birde normal, sıradan insanların yaşadığı din vardır ki, o din, Allah’ın gönderdiği din değil, arabesk bir dindir. Yani kaderci, teslimiyetçi bir dindir. Teslimiyetçi dinin, Tanrısı Allah değildir. Teslimiyetçi dinin tanrısı, âlimler, erenler, evliyalardır. Resulleri ise, Allah’ın âşık olduğu, peygamberinin sözünden çıkmayan, peygamberini asla kırmayan, sevdalı bir varlıktır. Peygamberlerinin getirdiği dini yaşamlarına aktarmamak için, peygamberlerini kutsallaştırmaya yönelen düşünceler, peygamberleri adına ütopik bir din üreterek, yaşamlarından Allah’ın gönderdiği dini kovarlar. Zira onların ürettiği Tanrı, resul, din düşüncesi, kutsal sayılmayan insanların ulaşabileceği yerde değildir. İnsan üstü varlıklar haline gelen, resuller, imamlar, erenler, evliyalar, âlimler, ruhbanlar, hahamlar olmak koşuluyla yaşanabilecek dinin bütün insanlar tarafından yaşanması mümkün değildir. Ütopik din anlayışını üretenler, ürettikler din ile insanlar üzerine egemenlik kurarlar. Böylece insanlar ile aralarına giren mukallitleri veya müritleri sayesinde inanan insanları kendilerine köle kılarlar. Üzerlerinden, sosyal, psikolojik, ekonomik çıkar sağlarlar. Bütün bunların karşılığında, üzerinden çıkar sağladıkları insanlara kefil olurlar, onların huzurdaki hesabına şefaatçilik yaparlar. Böylece üzerinden çıkar sağladıkları insanlara karşılığını vermiş olurlar. Şefaatçilik anlayışı, ayetleri anlamanın önündeki en büyük engellerden biridir.
Hâlbuki Allah, bilgi açısından en az bilgili olanla, en çok bilgili olan arasında hiçbir ayrım gözetmeden dininin kurallarını göndermiştir. Bilgi derecesi ne olursa olsun her insan aynı ameli yapmakla sorumludur. Herhangi biri çıkıp, Allah’ın dinine ait namaz, oruç, yalan söylememek, riya etmemek, hırsızlık etmemek vs. gibi kuralların basit insanlar için olduğunu, kendilerinin bunlardan sorumlu olmadıklarını söyleyemez. Buna rağmen tarihte bu tür söylemleri söyleyenler olmuş. Tarih, “Biz basit insanlar gibi şeriat hükümlerinin görünen şekline uymayız. Biz şeriat hükümlerinin derinliğindeki anlamlara sahibiz onları yerine getiririz” diyerek, kendilerine farklı yol çizenlerden söz eder. Hatta bu insanlardan bazıları, kendilerini resullerden daha değerli, daha önemli görmüşlerdir. Onlara göre, resuller insanlar arasından Allah tarafından seçilerek, yönlendirilen, bilgiyle donatılan, desteklenen insanlardır. Buna karşılık kendilerinin gayret göstererek gerçeklere ulaştığından söz ederek resullerden üstün olduklarını iddia etmişlerdir. Bütün bu oluşumlar din anlayışında yere basmayan, insanların felsefi düşüncelerinde abartılı bir şekilde dolaşan din anlayışının ortaya çıkmasına neden olmuştur Böyle bir durumda Müslümanların çoğunluğunun üretilen din anlayışlarına ulaşmaları söz konusu değildir. Sanki kendilerini bu şekilde yücelten insanlar, normal, basit, sıradan insanlara, sizler dinin şeriat hükümleriyle dünyada oyalanın, asıl din o değildir, asıl din bizim dinimizdir demişler, onların müritleri de bu iddialarını alkışlamışlardır. Allah’ın ayetlerine bakıldığında, Allah asla inananlar arasında böyle bir farklılaşmayı kabul etmemekte, herkesi itidale, alçak gönüllülüğe, eşitliğe, yalınlığa davet etmektedir. İnanan insanlar arasındaki tek fark, Allah’ın kurallarını uygulayan insanların kuralları uygularken eylemlerine kattıkları samimiyettir. Allah buna takva diyor… Farklı ayetlerde ihlâs diyor. Hiç kimse amelleri yapmayarak Müslümanlar arasına farklılık koyamaz. Koyanlar Allah’ın dininden sapmış olurlar. Çünkü Allah’ın ayetleri, bütün insanlar için gönderilmiş. İnananların tamamı hükümlerden sorumlu tutulmuştur. Sorumlulukta, ne resuller, ne âlimler, ne erenler, ne evliyalar diğer inananlardan farklı değillerdir.
Ne yazık ki Müslümanların arasında üretilen bu tür ütopik din algısı, Müslümanların Ayetleri anlamasının önüne engel olarak çıkmaktadır. Ayetleri okuyanlar, saptırılmış, ütopik hale getirilen din algısının gölgesinde ayetleri anlamaya çalışarak, Allah’ın ayetlerinde anlatmak istediklerini anlayamamaktadırlar.
Günümüzde İslam’ı tekrar hayat biçimi olarak kabul eden, fikirlerini bu yönde oluşturan Müslüman kardeşlerimizin, gelecek için düşündükleri gerçeklerden uzaktır. Genellikle “İslam gelecek…” diye başlanan ve devam edilen düşüncelerin gerçekliği üzerinde durulmamaktadır. Her şeyden önce geleceğe bir şey söylemek, bugün için ayakları yere basan düşünce olmaktan uzaksa, gelecek için de ayakları yere basan olamaz. Elbette İslam’ın insanlar için gönderdiği kurallarla mükemmel bir hayat kurulur. Ancak bu hayatı kuracak olan yine de insanlardır. Tek başına ayetlerin yapacakları bir şey yoktur. Ayetleri anlayacak, hayata uygulayacak insanların, anlayışlarıyla, uygulayışlarıyla İslam yeryüzünde şekillenecektir. Bu nedenle, yaşayacak insanların anlayışlarını, uygulayışlarını bilmeden, İslam gelecek… Her şey hallolacak gibi düşünceler üretmek, ütopik bir düşüncedir. Hiçbir düzenin ilkeleri, kuralları, hedefi, metodu, tek başına işlev yapmaz. İlkelere inanan, kuralları hayatına geçiren, inancının hedefine doğru yürüyen, metodun uygulanmasını düzgün sağlayan insanlar, inanca ait düzeni yeryüzünde gerçekleştirirler. Aslında İslam gelecek… Düşüncesi dikkatle ele alınırsa, İslam zaten gelmiştir. Yeryüzünde bir kitap içindedir. Allah tarafından gönderilen ayetlerin anlamlarındadır. Onları oradan çıkarıp, düşüncelerine, inançlarına, hayatlarına var kılacak insanlardır. İnsanların İslam’ı hayatlarında var kılmaları İslam’ın gelmesi değildir. İslam zaten vardır… Gelmiştir. Onun için insanlar İslam gelecek…. Dediklerinde, İslam’ı yaşamaları gerektiğinden söz etmektedirler. Bugün ve gelecekte İslam’ı yaşayacağız demek isterler. Ama işin farkında değillerdir. İşin özünde bu yatarken, İslam gelecek diye söze başlamak, henüz İslam’ı yaşamıyoruz demektir. Peki, o zaman inandığımız ve yaşadığımızı zannettiğimiz nedir? Yaşamımıza İslam’ı getirmemişsek, yaşadığımız nedir? İslam gelecek sözü, insanın İslam’ı yaşamadığının gizli bir itirafıdır. İslam insanların hayatına gelmez. İnsanlar onu kitaptan alır, hayatlarına geçirirler. Kitaptan alıp, hayatlarına geçiremeyen insanlar, İslam’ı getirmekten söz ederler. Hâlbuki İslam’ı yaşayan insanlar asla İslam gelecek demezler. Zaten vardır, hayatlarındadır.
Bu durumu şu şekilde daha açık hala getirebiliriz. Mesela, İslam dini Allah’ın dinidir. Allah gönderdiği ayetlerle, dinin ilkesini, kurallarını, hedefini, metodunu belirlemiştir. Bugün ortaya çıkan tablo şu şekildedir. İnananlar dinin ilkesinden, kurallarından, hedefinden, metodundan söz ederken aynı noktada değillerdir. Öncelikle bu konularda bir birliğe sahip değillerdir. Peki, yarın bir birliğe sahip olacaklar mıdır? Bilinmez. O zaman konuyu şöyle açalım. Dinin ilkesi, kuralları, hedefi, metodu konularında farklılaşan Müslümanların kafalarındaki din, İslam mıdır? Veya içinden birisi İslam ise hangisi İslam’dır? Gerçek, herkes kendini İslam’la bütünleştirdiğini düşünürken birbirinden farklıdırlar. Farklı olunan yerde de gerçek karışmış demektir. Her inanan ilkesiyle, kurallarıyla, hedefiyle, metoduyla kafasında din algısı oluştururken, kendisine dine ait bir dünya meydana getirir. Oluşturduğu dünyayı hayata geçirebilmesi önemlidir. Hayata geçirilemeyen düşünceler ütopyadır.
Bu konuda Allahın resulü ve arkadaşlarının hayatına baktığımızda, ayetler ya yaşadıkları olayların sorunlarını çözmek, ya da yaşanılan hayatı değiştirmek için gelmiştir. Bugün elimizde bulunan ve Allah’ın gönderdiği ayetler olarak inandığımız bütün ayetler, o gün insanların yaşamında teşekkül etmiş, şekillenmiştir. Yani, sahabe devri dediğimiz dönemden söz ettiğimizde, şunu söyleyemeyiz. “Resul ve arkadaşları, Allah’ın ayetleriyle belirlediği ilkelerden farklı ilkeler, kurallardan farklı kurallar, hedeften farklı hedefler, metottan farklı metotlar ile din algılamışlar, dini hayatlarına yansıtmışlardır” Böyle bir sözü sahabeler için söylememiz mümkün değildir. Zira Allah onlar için, “Onlar Rablerinden bir ayet gelince işittik itaat ettik dediler” Bugün bizim farkımız burada başlıyor. Günümüzün Müslümanları işitip itaat etmiyorlar. İşitiyorlar ama sahabeler gibi anlamıyorlar. Anlamak için çalışıyorlar. Anlayıp itaat etmiyorlar. Yaşamlarına ayetleri uydurmaya çalışıyorlar. Ortaya çıkan bu özette, günümüz Müslümanlarının kafalarında oluşan din algısının yeryüzüne geçmesi mümkün değildir. Çünkü günümüz Müslümanlarının kafalarında oluşan din algısı kendi yaşamlarından çıkan, Allah’ın dininden farklı bir dindir. Böyle olunca, günümüz Müslümanlarının kafasında iki tane din vardır. Birincisi, düşüncelerinde özledikleri, hayalini kurdukları din. Diğeri yaşamlarında yorumlarıyla gerçeklerine göre evirip çevirdikleri din. İkinci din yaşamlarına uygun, yaşama indirgenmiştir. Yani inandığı gibi yaşamayınca, yaşadıkları gibi inanmaya başlamışlardır. İşte bu günümüzün gerçeğidir. Ama birinci sıradaki, özledikleri, hayalini kurdukları din yaşamlarında var olmayan, yaşama indirilmesinin de mümkün görünmediği dindir. Allah algısı… Resul algısı… Sahabe algısı. Din algısı… Bütün bunların hepsi, günümüzde özlenen, hayali kurulan din değerlerini oluşturmaktadır. Ve neredeyse hiç biri Allah’ın ayetlerinden oluşmamaktadır. Bütün bu algılar, ayetlerden oluşmazken, insanların özlemlerinden, hayallerinden oluşarak, ulaşılamaz bir din algısı olup ütopikleşirler. Ütopikleşen bu algılar yaşama asla indirgenemez. Hayatımıza karışan Allah… Mucizesiz bir resul… Basit, yalın, samimi, sıradan hayat yaşayan sahabeler. Ütopik değil, gerçekçidir. O gün hayatın bütün dinamiklerinde varlardır. Acılarıyla, tatlılarıyla, yaşamın içindedirler. Ama bugün tam zıt düşüncelerle algılarımızdadır. Zıtlaştıkça da ütopikleşirler.
İçinde yaşadığımız toplum birbirinden farklı, etnik, dini, mezhebi olguları yaşayan bir toplumdur. Bırakın diğerlerini sadece Müslümanlar arasında bile birbirinden alabildiğine uzak anlayışlar vardır. Şimdi bu şartlarda bir Müslüman, toplumun geleceğine hitap etse, Allah’ın dini adına ne söyleyebilecektir? Müslümanlara ve Müslüman olmayanlara İslam adına nasıl bir düzen önerecektir? İslam gelecek her şey bitecek diyen Müslümanların bu konuda ciddi bilgileri, fikirleri, sistematik yapılandırmaları yoktur. Samimi iddialar üzerine kurulan düşüncelerinin, gerçeğe indirgenmesi zordur. Allah’ın resulü İslam, yani barış, huzur, esenlik adına Medine’de 4000 Yahudi’yi, 4500 Putperest Arap’ı bir araya getirip devlet kurarken, onlara verdiği sözler, onlara vaat ettiği bir gelecek vardır. Bugün Müslümanlar içinde yaşadıkları topluma, İslam yani, barış, huzur, esenlik adına ne vaat etmektedirler?
Devlet düzeni olarak, resulün döneminden sonra uygulanan, Dört halife, Emevi, Abbasi, Memluklar, Osmanlı hilafetlerinin devlet yapılanmaları, devlet olarak toplumsal yaşam kurmalarının yansımaları olarak ortaya çıkan, toplumsal düzen hukuku bugün nereye kadar uygulanabilir? Bugün hayatın her köşesi devlet düzeni adına kuşatılmıştır. Bireysel özgürlük alanları, siyasi, ekonomik, hukuksal, bilimsel, eğitimsel olarak kuşatma altındadır. Dünün özgürlük anlayışları bugün yoktur. Dünde, insanlar şehirlerde yaşamadıktan sonra devletlerine karşı özgürlük yaşarken, bugün hemen her yerde insanlar düzenin kurallarını hissetmektedirler. Topumlar düne göre daha karışık, toplumlara egemen kılınan düzenler daha spesifiktir. Bugün çağa, çağın sorunlarına Müslümanlar nasıl bakacaklar, nasıl bakıyorlar? Çağda toplumların yaşadıkları sorunları nasıl çözecekler, nasıl çözüyorlar? Bu sorgulamalarda Müslümanların söyleyeceği sadece sloganlardır. Slogan bellidir. Allah’ın dini her yerde geçerli olacak! Peki nasıl? İşte o nasıl sorusunun karşılığı belli değildir. Her kafadan bir seste çıkmaz. Çünkü kafalarda bu konularda net değildir. Her kafadan çok farklı sesler çıkabilir. Zira bugün Müslümanların nasıllarla ilgisi yoktur. Nasıl diye sormak, sanki İslam’a karşı olmak olarak algılanır. Müslümanlar bütün özlemleriyle geleceğe, İslam hâkim kılınacak idealiyle bakarlar. Duygularını, düşüncelerini sloganlaştırırlar. İslam’ın hükümleri Müslümanlara uygulanacakken, Müslüman olmayanlara uygulanmayacakken, üstelik onlara hiçbir zorlama, baskı yapılamayacakken, Müslümanlar devlet kurunca, mevcut düzeni ayakta tutan bütün kurumları yok edecekler midir? Etmeyecekler midir?
Mesela, tesettür Müslüman hanımlara emredilmiştir. İslam düzeni kurulursa bugünkü İran’daki gibi, herkese uygulanacak mı? Uygulanırsa dine inanmayanlara baskı yapılmış olmayacak mı?
Mesela, bugün ekonomik hayat içinde bankalar önemli yer tutuyor. Müslümanlar için, banka faizle uğraşıyor. Faiz yasak kaldıralım denildi. Peki, Müslüman olmayanlar bize ne kardeşim, biz faiz alırız veririz. Bize karışamazsınız dediklerinde ne söyleyeceğiz? Onların inançlarına, yaşamlarına baskı yapmamak için, bankalarını yerle bir etmeyecek, faizi kaldırmayacak mıyız? Yoksa düzen bizim, devlet bizim, biz yasak diyorsak size de yasaktır mı diyeceğiz?
Örnekleri çoğaltabiliriz. Her çoğalttığımız örnek, toplumsal düzen olarak aslında İslam adına hiçbir şey düşünmediğimizi, kafamızda İslam düzeni adına ütopik bir anlayışın hakim olduğunu göreceğiz. Kafamızdaki ütopik düzen algılayışı sadece duygularımıza hitap ediyor. Hayallerimizi süslüyor. Özlemlerimize duygusal çare oluyor. Ancak adaletin sağlanması için, İslam’ın ilkelerinin, kurallarının, hedefinin, metodunun yeryüzünde gerçekleştirilmiş olması gerekiyor. O zaman İslam’ın ilkesi, kuralları, hedefi, metodu nedir? Her kafadan çıkan sesler mi, İslam’ın ilkesini, kurallarını, hedefini, metodunu belirleyecek? Mezhepler mi belirleyecek? Tarikatlar mı belirleyecek? Cemaatler mi belirleyecek? Yoksa Allah mı belirleyecek? Müslümanlar bu konuda bir karara sahip midirler? Yoksa herkes düşüncesi doğrultusunda, İslam’ın ilkesini, kurallarını, hedefini, metodunu belirleme haklarına sahip olduklarını mı iddia ediyorlar?
Ancak bugün Müslümanlar ne yazık ki, din algısında, dine ait değerlerin algısında ütopya içindedirler. Geleneksel, muhafazakâr İslam’ı yaşarken, geleceğe söylenen ayağı yere basmayan düşünceleri, idealleri vardır. Kendilerini bilinçlendirecek sloganlarla süslenmişlerdir. Sloganlarını yere indirmeye kalktığınızda, ya kendilerini anlamamak, ya da İslam’a karşı çıkmakla suçlanabilirsiniz.
Hâlbuki biraz öncede söylediğimiz gibi, Allah dinini yaşanan hayat üzerine indirdi. Yaşayan hayatın kimi kurallarını onayladı. Kimi kurallarını kaldırdı. Kimi kurallarını da değiştirdi. Sıcağı sıcağına insanın yaşamına inen kurallar, ütopya olmaktan uzaktı. Ne yazık ki geleneksel İslam inancımız, bizi hayallerin peşinde koşturarak, ütopik din algılayışına götürdü. Müslümanların birinci dünya savaşından sonra yenik düşmesi, yeniden İslam’ı dünyaya hâkim kılmak düşüncesi hayalleri büyüttü. Büyüyen hayaller ayetlerin önüne geçen ütopyalar üretti.
Müslümanlar ne düşünürse düşünsün, yaşamın gerçekleriyle buluşamadığı her konuda, Allah’ın ayetlerini anlamaktan uzak kalmıştır. Çünkü Allah’ın ayetleri hayatın gerçekleri üzerine inmiştir. Eğer bugün İslam adına düşündüklerimizi hayatın gerçekleriyle buluşturamıyorsak, hayatın gerçekleri üzerine indirilen ayetleri asla anlayamayız. Nedeni, bu durumda biz bir ütopya peşindeyizdir. Allah ütopik bir din göndermemiştir. Bilakis insanların yaşamına indirgenebilsin diye, insanlar arasından bir insanı resul seçmiştir. Ve bizzat resulüne her hükmü uygulattırarak, insanların uygulayabileceğini göstermiştir. Dolayısıyla insan, uygulayamayacağı bir din oluşturursa gerçekten sapmış, ütopyaya dalmıştır. Onun için, Müslümanlar bütün düşüncelerini gözden geçirip, hayatta uygulanabilir olup olmadıklarını kontrol etmelidirler. Hele geleceğe dair bir şeyler söylüyorlarsa, söyledikleri her şeyi, oluşturacakları düzendeki insanları düşünerek söylemelidirler. Bugün Allah’ın ayetlerini anlama yolunda Müslüman’ın önündeki en büyük engel, hayal ettikleri dindir. İnsanlar hayallerindeki dini terk etmedikçe Allah’ın dinine ulaşamazlar.
Sonuçta diyebiliriz ki, bugün din adına ne düşünüyorsak, ne söylüyorsak, ne anlıyorsak, hepsini Allah’ın ayetlerine uyarlamadan, Allah’ın dininden söz edemeyiz. Elbette bir dinimiz vardır. Ama bu din geleneklerimizin, hayallerimizin, özlemlerimizin oluşturduğu dindir. Yaşamımıza indirgenmeyen her türlü din düşüncemiz asla, İslam olamaz. Yaşamımıza indirgenmeyen her türlü dini düşünce ütopyadır. Ve ne yazık ki, ütopik din algısı bugün, Allah ile ayetleriyle aramızdaki en büyük engeldir. Hidayet ütopyayı ortadan kaldırıp, gerçekler üzerine Allah’ın ayetleriyle buluşmaktır. Rabbim bütün Müslümanlara bunu nasip etsin inşallah.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.