- 567 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
SİNEMACI fikret - 17
Dedesinin gelişiyle, akrabalarının varlığından haberdar olmuştu Fikret. Daha önce, doğduğu, annesiyle babasının evlenip birlikte yaşadıkları köy olan Tepeören’de, bir Mustafa dayısı, yengesi, çocukları Musa ağabey ve Ruhide abla vardı. Bir kaç da uzak akraba diye bilinen komşular. Oysa şimdi, Mollafenari’de babasının kardeşi Muhittin amca, Güldane yenge, iki oğlu bir kızları, Cuma köyde Hurşerif hala, enişte ve dokuz tane çocukları. Bir sürü akrabaları oluvermişti. Hatta babasından daha sonra öğreneceği, Bursa’da da bir amca ve çocukları vardı. Bursa’daki Bağattin amcasının, dedesinin üçüncü, son eşinden olduğunu da anlattı babası ona.
Anne, pencere kenarında İstanbul’lara evlâtlık verilerek kendisinden kopartılan kızını hasretle beklemeyi günlük yaşamının en önemli parçası olarak sürdürmeye devam ederken , Mukaddes de yeni hayatına çoktan alışmıştı. Annesini düşündüğünde yüreğine ateş düşmesine rağmen, kendisine anlatılan istenmeme sözüne inanmışlığından, düşünmemeye, üzülmemeye çalışıyordu. Okulunda olağanüstü başarılıydı. Nereden gelmişti bu köylü çocuğu ? Nasıl olur da hepsinden iyi notlar alabiliyordu ? İstanbul çocukları kıskanıyorlardı şimdi onu. Mukaddes ise hiç aldırmıyor, güler yüzünden, neşesinden ve hepsine karşı dostça davranışından hiç vaz geçmiyor, çok kolay arkadaşlıklar kurabiliyordu.
Eve geldiğinde herkesi sevgiyle öpüyor, gelişiyle evin havasını bile pozitifleştiriyordu. Sofranın kurulmasında Kevser hanıma yardımcı oluyor, derslerini evin engelli çocuğu F’nin yanında çalışıyor, bir taraftan da onunla ilgilenip ihtiyaçlarını karşılıyor, oyunlar oynuyordu.
Kış iyiden iyiye gelmiş, havalar soğumuştu. Kurtköy’ün batısında bulunan Aydos dağının zirvesinde ve batısındaki Tepeören köyünde kar görüntüleri vardı artık. İki taraf da çok yüksek olduğundan, önce oralarda kar görülürdü. Fikret’in ellerinin üzeri ve dudakları, her kış olduğu gibi yine çatlamaya başlamıştı. Krem sürmek hiç kimsenin aklına gelmiyor, kan içinde kalan bu el ve dudaklara sıcak su masajı yapılıyordu. Hiç bir faydası olmayan sıcak su, inadına bu çatlakların yaraya dönüşmesine ve sürekli kanamasına yol açıyordu. Bunun zayıflıktan, hatta kansızlıktan olduğu söyleniyor ama kimsenin aklına doktora gitmek, ilaç kullanmak, krem sürmek gelmiyordu. Oysa Kurtköy dispanserine her gün doktor geliyor ve köylü ücretsiz olarak muayene ediliyordu.
Babası kışlık bir gocuk, yün kazak, bir çift de bot aldı. Çok sevindi çocuk. Artık naylon ayakkabı giymeyecek, ayakları ıslanmayacak, üşümeyecekti. Yemeklerini sucuklu, etli yapmaya özen göstermeye başladı adam. Hatta o kahve köşesinde börek, sütlâç gibi yiyecekler bile yaptı ona. Gurbetlik hayatında, bir lokantada çalışmış olması, ona bu meziyetleri armağan etmişti.
Bir başka mutluydu çocuk şimdi. Kendini sınıf atlamış gibi hissetmeye başladı. Kışlık, yeni giysileri vardı. Almanya’da çalışan ablası- eniştesi, İstanbul’da yaşayan bir ablası, bir çok da akrabası vardı. Yalnız ve kimsesiz hissetmiyordu kendini. Bir tek, annesi tarafından istenmemesi, kovulması aklına geldiğinde mahsunlaşıyor, onu da çarçabuk atlatmaya çalışıyordu.
Kurtköy’ü de iyice öğrenmişti artık. Bitişikteki İbrahim ağanın bakkalından başka, yolun karşısındaki Konyalı’nın bakkalına da , diğer taraftaki Muhtar Remzi’nin bakkalına da gidiyordu, öğrenmişti. Muhtarın kahvesinin karşısındaki çeşmeye su doldurmaya bile gidiyordu. Bazen kovalar dolunca babasına haber veriyor, bazen de yarım kova suyu kendisi alıp kahveye taşıyordu.
Kahvenin müşterilerinden görme engelli Tatlı Osman dede vardı. Fikret her gün onu evine kadar götürürdü. Adam da çoğu zaman harçlık verirdi çocuğa. Bu sayede köyün içlerine kadar gitmiş ve oraları da öğrenmiş oluyordu. Bazen oralarda çocuklarla oyun oynamaya dalıyor, döndüğünde babasından azar işitiyordu. Kahvede ona ihtiyaç vardı. Çocuklarla fazla oyun oynayacak zamanı olamazdı.
Kahvedeki tartışmalar, avcı palavraları, şakalar hiç eksik olmazdı. Kış geldiğinde Kurtköy- Sultanbeyli arasındaki koruluğa ava çıkılırdı. O zamanlar bu bölgede (Bu gün beton yığınları var ) keklik ve tavşan avlanırdı. Ava gidenler, gördüklerini, vurduklarını, kaçırdıklarını ballandıra ballandıra kahvelerde anlatmaktan büyük zevk alırlardı. Avcı palavraları çok meşhurdu yani.
Kahvenin diğer eğlencelerinden biri de, o zamanlar köyde okunan, bilinen tek gazete olan Tercüman’daki pehlivan hikâyelerini okumak ve dinlemekti. Her yaz belli köylerde yağlı pehlivan güreşleri yapılır, çok da ilgi görürdü. Burası aslında klâsik bir Türk köyü idi. Av, güreş, hatta ata binmek tüm Türklerde olduğu gibi, bu köylerde de çok sevilen, değer verilen uğraşlardı. İleriki günlerde Fikret, kahvelerinin sahibi İbrahim ağanın ve Cuma köydeki Hilmi eniştesinin eski birer pehlivan olduklarını öğrenmişti.
Fikret bir gün okuldan döndüğünde kahvede bir sesli tartışma, inatlaşma vardı. Berber Bacaksız Kadir’le babası hararetli bir şekilde tartışıyorlardı. Peykenin üzerinde sırt üstü yatan birinin, hiç bir yere tutunmadan kalkması mümkün değilmiş. Eğer bunu yapabilen biri çıkarsa, berber istediğini alacakmış.
’ Ben kalkabilirim !’ diye atıldı Fikret. Ne isterse alınacağı sözü çocuğun çok ilgisini çekmişti.
’ Ama ne istersem alacak mısınız ?’
Güldü Kadir. Kahvedeki diğerleri de güldü. Bir tek babası kızdı çocuğun bu gülmelere.
’ Gel oğlum buraya !’ deyip, sırt üstü peykeye yatırdı çocuğu.
’ Gör bakalım, nasıl kalkılıyormuş !’
’ Uçak bile istesem alacak mısın Kadir amca ?’
Yeniden güldüler. Bu defa babasının da güleceği geldi. Fakat bu gülüşü bile öfkeliydi adamın.
’ Sen hele bir kalk. Uçak bile istesen alırım !’ dedi berber kahkahyla gülerek.
Umutlandı çocuk. Gerçekten de başarabilirse, bir uçak sahibi bile olabileceğine inandırdı kendini. Şimdi ne yapıp edip ellerini hiç bir tarafa tutunmadan yerinden doğrulması, kalkması gerekiyordu. Var gücüyle çabaladı, direndi, zorladı kendini ama bir türlü başaramadı.
’ Gördünüz mü ? Kalkabildi mi ? ’
Çocuk pes etmeyi, yenilgiyi kabul etmek istemedi. İnatla direndi. Bir uçağı olacaktı çünkü. Bir daha böyle bir fırsatı nasıl bulabilirdi ki ?
Ne kadar dirense de başaramadı ve sonunda pes etmekten, uçak hayalinden vaz geçmekten başka çaresi kalmadı. Ağlayacak gibiydi kalkarken.
’ İncirli, istersen bir kere de sen dene !’ deyip dalgasını geçti berber.
’ Hadi ulan oradan, bacaksız !’
Tüm kahve dalga geçerken baba oğul üzüntülüydü. Fikret üstünü değiştirirken, babası yine sarıldı sigarasına. Ateşledi ve derin derin, öfkeli öfkeli çekmeye başladı.
Devam edecek.
Fikret TEZAL
’
YORUMLAR
Valla,
hikayenin heyecanı sardı iyice.
Kesin kalkmayı becerecek diyorum.
Bir de,
Kurtköy-Sultanbeyli arasını düşledim biraz.
O zamanlar ne güzeldi kim bilir?
Şimdi şehrin göbeği oldu.
Yazık...
Elden de bir şey gelmiyor...
Sonuçta şehir bu...
Büyüyüp gidiyor...
Eski günleri yad etmek güzel...