- 547 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kurtuluşun Felsefesi 2
Mustafa Kemal bu savaşıma, görevden ayrılmış olmakla yetkili konum olarak değil; aydın ve kavrayıştı fikir oluşla sürece çok uygundu. Kadrosu olacak değerler de, kurtuluştu şartlara konum olaraktan ortalamanın üstünde bir beceri itibarıyla uygundular. Karabekir’in deyimiyle; “kadrodakiler olmasa da Mustafa Kemal başka kadrolarla süreci götürürdü. Ama Mustafa Kemal Paşa olmasaydı, bu süreç başarılamazdı (biz başaramazdık diyordu)”. Bu işin içinde olarak, çok doğru bir nesnelce tespitti.
Gelişmiş ülkeler karşısında ve uygarlığa lokomotif olan gelişmiş ülkeler bağlamında; gelişmemiş olan bir ülkenin yetenekli yöneticileri ancak vizyon gösterebilirler. Aklıyla, fikriyle, çağdaş uygarlık düzeyine uygun eylem sellikleriyle gösterilecek bu vizyon; çağdaş uygarlık düzeyidir.
Atatürk, fikir arkadaşları olmayan tam bir vizyoncu liderdi. Bu vizyon şartları içinde olan padişahtan, hükümetten vs. hiç birisi bu vizyonu, gösterememişti. Göstermeyi de pek akıl dahi edinmemiştiler. Ha keza silah arkadaşları da öyleydi. Sosyal davranışlı insanın başına, türban taktırmakla ya da sosyal davranışlı insanın başından türbanı çıkarmakla, ne çağdaş uygarlıktı vizyon sahibiyetliği olurdu ne de devlet adamlığı olurdu.
Sevgili Gazi’nin kadrocu silah arkadaşları, demokratik unsurun gereği olan siyasi parti çalışmaları kapsamında oluşla, çağdaş vizyonu saptayan argümanlarla, genç devrimi daha ileri götürmeyi ve bunların sürdürülebilirliğini inşa eden proje geliştireceklerine; hemen dinli imanlı şeriattı yaklaşımları öngören söylemler içine girerek geri düzlemli kutuplaşma içinde, devrim fikrini ve şevkini gerdiler.
Böylece fikir arkadaşı olamayıp, kadrocu silah arkadaşları olan sevgili değerler; ne kadarla çağdaş uygarlık düzeyi içinde oluşlarının, vizyon sahibiyetliğini gösteriyorlardı. 1400 yıllık süreç, kesikli sürekli süreç olmayıp mükemmel bir süreç olsaydı, zaten değişip dönüşmezdi. Bu kadar yalınlığı bile idrakten acziyetlik, büyük bir fikri zaaftı. Ülke adına, temsilcilik adına, üstlenilen devrimci misyon ruhu adına zaaftı.
Zaten kadro içindekiler, manda tartışması içindeydiler. Sürece fikren ve eylemsel oluşla böylesi genel kongreci yapılanmaları içine sokamamışlardı. Eğilimleri olsa da kuram ve eylem sellikleri de yoktu. Sevgili Gazi’nin başlattığı bu süreci yavaş bulup itiraz eden bile vardı! Bu tarz düşünmeyi yapanlar; neyi, nasıl yapacaklarını ve neyi nerede başlatacağını düşünüp te karar verememiş olanlardı. Tez canlılıkla davransalar da fikren ağızlarını açamaz durumdaydılar. Herkesin gördüğünü, herkesler hakkıyla kavrayabilmiş değildi. Herkesin gördüğünü Arşimet gibi Mustafa Kemal kavramıştı.
Kadrolar, süreci; enine boyuna fikri oluşumlarıyla, şimdi ve ilerde ne yapılacaklarıyla kavramış değildi. Meşru hükümetin işgalci kuvvetler etkisiyle serbest davranamadığını söylemenin rutin tutumlu heyecanıyla davranıyorlardı. Bu nedenle erkin kurtarılması gerektiğinin saiki bilinciyle ancak Mustafa Kemal’e inanacaklardı. “Doğrusu nedir? Bilmiyorum. Ama sana da inanıyorum” diyerekten kadrocular yeni sürece katılımcı olup, işgali tutuma da aykırı olacaktılar.
Kurtuluşçu savaşım olaylarına, olaylar sonrası olan zaman içinde baktığımızda şunları görürüz.
1-En önemlisi tekâmülünü, ömrünü tamamlayan bir imparatorluk, kendi çöküşüyle tarih sahnesinde kaçınılmaz ama mutlu doğumla, silinmektedir. 1699 da başlayan süreçle, toprak kaybedişlerini geri almanın hevesi ve paniği ile Osmanlı, kendince zamanı uygun algıladığı bu tür fırsatlarda, zaten eylemlerine geçmekteydi. Böylelikle bu çöküşe Osmanlı, bilmeden de olsa; istemeden de olsa kendi katkısını koyacaktı. Ki, İttihat ve Terakki de, bu türden olucu kısırlığının; siyasi hayallerinin içindeydi.
2- Önceden beri, özellikle de 1800’lü yıllardan 1914 yılına kadar, sanki konjonktür emperyalistlerince Osmanlı toprakları, payı mal edilecek, bir ülke olarak görülmüyormuş gibi bir gafleti oluşun içindeki unutturmalarla kimileri; “ittihatçılar bizi savaşa soktu da battık” diyebilmektedirler. Vesilece katkı olan ittihattı neden, salt neden gibi görmenin mantıksal kusuru, bu söylemle de hemen sırıtık veriyordu.
Osmanlı için emperyalistlerin düşüncesi; ’Terekesi paylaşılacak hasta adam’ dan da öte bir şey değildi. Ölmekte olan adam görülen Osmanlı’yı, talan ve işgal etmenin gerekçesi, gizli paylaşım anlaşmaları 1914 yılına dek hem Osmanlı’nın iç unsurlarınca, hem de Avrupa emperyalistlerince defaatle güncel durumun içinde dile getirilir olması konjonktürel olan bir durumdu.
Mondros silah bırakma anlaşmasının gereği oluşla, galipler yurdun uygun buldukları yerini işgal edeceklerdi. En temel savunma olan işgale karşı direnç göstermek suçtu. Orduya silah bıraktırılması ve yine ordunun dağıtılması gündemdeydi. 1918 de meclis kapatılmış, yönetimin bir anlamda ve dar anlamda ahaliyle bağı kopmuştu. Azınlık çeteleri oluşmuş; baskı, şiddet ve dağa çıkmalar başlamıştı. İşgalin bahane ve gerekçeleri emperyalistlerce ortaya konuyordu Bunu ahaliye hazmettirmek zordu.
İşgalin halka sindirtilmesi ve işgale direnç gösterilmemesi için halk tavrının işgale “hemahenk” (uyumlu) olması için içte saltanatı hilafiyede bir faaliyete başlamıştı. Nasihat heyeti (heyet-i nasiha) denilen bu faaliyeti oluşum, genel olarak halkın işgale razı olmasını öğütleyecekti. Ordunun silah bırakılmasına ve ordunun dağıtılmasına ses çıkarmamayı tavsiye edecekti. Kimi ihanetçi, işbirlikçi çete baskılarına karşı oluşan direnç ruhu, sabırlı olun denerek kıracaktı. Tarihler 5 Nisan 1919 ve sonrasını gösteriyorken” heyeti nasiha” tam bir ihanet nasihasıydı.
İktidara göre de nasihat heyetinin amacı, ahalinin “selamı şahane ile” yakınlığının taltif olmalarıydı! Yoğurdum kara diyen olmazdı! Şehzadeler eşliğindeki nasihat heyeti, millici kongre süreçlerine (Ali Galip olayına) kadar devam etti. İktidarın Heyeti Nasihalarına karşılık, bağımsızlığın felsefesinin de heyeti temsillikti, kongreleri vardı.
Heyet-i nasiha, genel bağlamda da, çöken yapının kendi kendisine bir darbe vurmasıydı. 1. Dünya Savaşına girişte; Osmanlı’nın bir zamanlar elinde olan karışık siyasi coğrafya yapılanmasını tekrar eline geçirme isteği de savaş sürecine katılmaya gerekli bir gündem oldu.
Hatta Almanlar Osmanlı’yı yanına çekmek için Osmanlı silahlı kadrolarının bu heveslerine plânlı bir şekilde tercüman oldular! “Osmanlı’nın kayıp topraklarını geri alacağı” gibi bir söylemle damardan bağıntı düzlemiyle Osmanlı kadrolarına seslendiler. Yine 1, Dünya savaşına girme nedenleri arasında dıştaki düşmanların, ’düşman’ oluşlarının, düşmanlık yapma gereği oluşla da bu savaş sürecinin içinde olacaktık.
Böylesine özne-nesnelce karmaşık ortamda Osmanlı’nın toprak kayıplarından kaygılı ezilmişliğini ve Osmanlı’nın nostaljik emperiyal duygularını, bir yana bırakırsak bile; öteki yandan da, çöken yapının istibdadı tutumla kendisine vurduğu darbeleri nedeniyle de devasa yapı içten içe hızla çürüyordu.
Yine Birinci Dünya Savaşına katılışta düşenin dostu olmaz mantığı gereği oluşla, bu kabil kata küllilerle savaş oyunlarına getirilmelerin öznel iğfaliyle, bunları tümden bir arada mütalaa etmenizle görülür ki, savaşa girmeniz kaçınılmazdır. Osmanlı’nın Pazar paylaşımı gibi ekonomi politiklikten kaynaklı realite oluştan ötürü ekonomik güç kaygılı, pazar paylaşımlı bir savaş nedeni de yoktu. Çöken muazzamadan kaynaklı, günceli anlamaktan uzak, güncele göre nostaljik duygu gibi oluşları korumakla içte çürüyen, dönüşemeyen, hantal, istibdadı alışmalardan kaynaklı sosyal tandanslı duygu palslarıyla motiveydiler.
Hatta Osmanlı yenilen pehlivanın güreşe doymaz oluşuyla dahi savaşa girecekti! Bunlar türden bir yığın öznel ve nesnel ve bahanece nedenlerin tedirginlikleriyle duygu aklın biraz önündeydi. Elbette aklıselim düşünmekten, kararsız kalan etkili yetkili olanların, mahirlikleriyle de savaşa girilecekti. Böylesi tedirginliklerle yapının insan unsurları savaştan yana, ya da mandadan yana oluşla keskin bir şekilde kendisini ortaya koymuştu.
Heyet-i nasiha, 1. Dünya savaşına girer olmamızdan sonra ki kurtuluş savaşına girer olmamızın bir sosyal argümanlı teslimiyetin siyasi nedenidir. Heyet-i nasiha dışında, ama heyeti nasiha gibi girişimde bulunan süreçler 1. Dünya savaşı öncesinde kendi ayağımıza kurşun sıkar oluşlar da bizim; hem işgal olacağımızın, hem de savaşa zorunlu olaraktan da girdirileceğimizin somut, siyasi, konjonktürsel ve süreç sel oluşların birer belirti sel nedenidirler.
2] Osmanlı’nın bu erimeye, bu dağılmaya, bu çöküşe, bu felakete gidişindeki nedenleri arasında, sanki 1821 yılındaki Yunanistan ve diğer iç unsurların, Osmanlı içinde ulusçu ayrılıklarla ayaklanmalarının hiç bir yansıması yokmuş gibi de düşünülmektedir.
Yine imparatorluk içindeki ulusçu kopuşların, çöküşte ve dağılma aşamasında olan Osmanlı’ya karşı, Osmanlıda yarattığı hezimet duygularının da Birinci Dünya Savaşına girişte tetikleyici hareket olmadığı söylenebilir mi? Böylesi azameti duyguları içindeki Osmanlı azameti, ilk fırsatında kendisinden kopan toprak kayıplarını yeniden ele geçirmenin tutkusuna dönüşmeyeceği gibi bir düşüncelerden yoksun oluşladır ki: ’İttihat ve terakki bizi savaşa soktu da battık’ denmesi yüzeysel ifade olmaktan kurtulmaz.
Osmanlı’nın hali hazırda fiilen sürmekte olan, bir Balkan Savaşı vardır. Osmanlı böylesi bir ruh hali içinde oluşla, savaşın kesikli sürekliliğini kavramamış gibidir. Osmanlı Birinci Dünya Savaşını Balkan savaşının devamı gibi görmektedir.
“İttihatçılar bizi savaşa soktu da battık” deme, Balkan Savaşının yarattığı kesintisiz savaş ruh halini bilmemektir. Kesintisiz savaş düşünmesi refleks olaraktan da Birinci Dünya Savaşına girmemizde enikonu düşünmemizi ketlemiştir. Sanki devamı bir savaşa giriyormuşuz gibi anlaşılmaların görmezden geliniyor olması da, bu mantığın; hem açmazıdır; hem kısırlığıdır; hem güya bir karşı hareketi devrim içine monte etme isteğinin kastıdır.
4- ’İttihat ve Terakki bizi savaşa soktu da battık’ denişindeki kusurlu düşünmenin bir diğer eksikleri de şunlardır. Osmanlı toprağı olan Irak petrollerinde ve diğer yerlerdeki enerji yataklarında, İngilizlerin, Fransız’ların, Alman’ın gözü yoktu gibi savaş nedenleri hep es geçilmiş! Enerji alanlarına yapılan Alman, İngiliz, Fransız hak talepleri yok sayılışla ittihat ve terakkiyi direk suçlamaya yönelinmiştir.
’İttihat ve Terakki bizi savaşa soktu da battık’ mesajında Osmanlı toplu durum düşmanlarının talepleri göz önüne almış ortamı yumuşatmış, savaş olmayacaktı; denmesi de gizlidir. Güya Osmanlı sağduyusu savaşa taraf olmamakla emperyalist istekler için; ’onlar buraları istiyorlar’ ;"buyursunlar” diyecektik öyle mi? Ve güya, böylesi bir vaz geçişle bizler, Birinci Dünya Savaşına katılmayacaktık! Değil mi?
’İttihat ve Terakki bizi savaşa soktu da battık’ tanılı böylesi kısır savlara karşı bu gibi düşünülmüş çıkarsamalara gitmek te olasıdır. Yukarıdaki söylem, bunları anlamaktan ne kadar azade, bir yanılgı ve maksat ki; az düşünme ile bu düşüncenin, pek bir iler tutar yanları kalmıyordu. Birinci Dünya savaşına girdikten sonra da, çöken, hantal yapının kaderi oluşla kötü yönetimin, çok kötü iç ve dış felaket uygulamalarıyla da baş başa olacaktık.
İşte bunlar bizim ateşte olmamızı gerekli kılan, güncel, somut, nesnel ve o günün koşullarıdırlar. Enver Paşa, Talat paşa bu, vesile oluşlarla, ortam salınım sonuçları çok büyük bela olacak öznel fevriliklere de yöneleceklerdi. Ama savaşın temel nedeni değildirler. Yani Atatürk’ün tespitlerini yapıp, yönetime kabul ettiremediği bu temel tedbirler, önceden alınabilirdi. Belki de bundan sonra güçlü kararlılıkla ve dirayetli durulabilirdi. Savaşın saçılım akışı böyle felaketli dağılımlar göstermeyebilirdi.
Ama şimdiden itibaren bunlar boş ve afakidirler. Artık detaya girmiyorum. Terakkiciler Birinci Dünya savaşına girmeyi üslenmeseler de, Osmanlı olaraktan biz bir biçimde yine savaşa girecektik. Zaten sizin dışınızda oluşla itilaf devletleri savaş sonrasında boğazları Rusya’ya bırakmanın sözünü, kendi aralarında çoktan vermişlerdi. Bu kafalara dank etmeli. Böyle bir gerçekleşme karşısında Osmanlı susmayacaktı elbette. Tek başına da olsa, Osmanlı, bu savaşı kaçınılmaz yapacak bir karşı koyuşu, zorunlu olarak başlatacaktı.
Sürecek
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.