BİNBAŞI
Kaynar yağın içinden çıkarak bantın üzerinde gelen kızarmış kotletleri kalın eldivenli elleriyle toplayıp önündeki tepsiye diziyordu. Tepsi dolduğunda hemen yanında duran tekerlekli rafa bırakıyordu. Bütün gayretine karşın bantın hızılı akışına zor yetişebiliyordu.
İçinden: “Ah... Bu insan üstü tempoyla, yine insanları böyle çalıştırmayı kimler nasıl bulmuşlar? Nasıl ayarlamışlar? Buna bu müsadeyi verenler bu kanunu yapanlar, hiç bu durumların farkında olmuşlar mı?” diye, zihninin derinliğinden yıldırım hızıyla geçiyordu... “Bütün fabrikalarda bütün işler, çok hızlı bir tempoya göre ayarlanmış. İnsanı, insanın canını, hayatı ve geleceğini de yutar hale getirilmiş. Bu durumlar böyle nereye kadar gidecek, İstenilen ne?”
Reza’ya göre, bu bant ve bütün diğer bantlar, gittikçe hızlanacak, daha da hızlandırılarak en hızlı şeklini alacak ve bütün hayalleri, hayatı, sonunda kendini de yutacaktı...
Her yerinden terler vücudundan aşağı akarken güçlü bir kaşınma başlıyordu. Vücudunu saran kalın plastik önlük, ellerindeki kalın eldivenler, bir de önünde hızla akan bant... Bu duruma çaresiz dayanmak zorunda kalıyordu. Canı acıyordu... Bu hali bazen ona fiziksel varlığını bile unutturuyor, hiçbir şey hissetmeyecek kadar kendinden uzaklaşıyordu...
Orada yalnız olsaydı, bu haline ağlıyacağı kesindi. Bütün bu iş temposuna karşın yine de, bir an olsun her şeyi unutabilmesi ve hayallere gömülmesi nasılsa mümkün olabiliyordu.
O an, vücuduyla ruhu birbirinden ayrılıyordu.
Koyu kırmızı renkli, bir kayık kadar büyük şavrolet çoğu zaman evinin avlusunda, ağacın gölgesinde park etmiş olarak dururdu. Hafta sonları bu arabayla deniz kenarındaki yazlığa giderlerdi. Reza, orduda binbaşı olarak iyi kazanıyordu.
Ordu, subay rütbelilerden başlayarak, yukarı rütbelere doğru olanlara bir çok başka imtiyazlar da tanıyordu.
Bu sefer, Reza’nın isteği üzerine, asker şöför binbaşıyı ciple yazlık evlerinin önüne kadar getirmişti. Yazlık evin avlusunda onu karısı karşıladı. Kısa bir öpüşten sonra, hizmetçi kız ceketini ve şapkasını alırken ne içmek istediğini sordu. Reza, “soğuk bir limonata. İçine de iki buz atın“ dedi. Karısı bu sefer kendi eliyle Reza’ya mutfakta yemek hazırlamaya koyulmuştu. Çocuklar ise bu hafta sonu için kız kardeşlerinin yanında kalacaklardı. Vakit öğle sonrasını biraz geçiyordu.
Reza ayaklarını yavaşca kaldırıp önündeki sandalyeye uzattı. Denizin sonsuz görüntüsü gözünün önündeydi. Otuz metre ön tarafta dalgaların köpürerek geldiği yerde, dalgaların hafiften kıyıya çarpış sesi, tuz ve balık kokusu, güneşin parlaklığı, hafif hafif esen rüzgar, Reza’yı sarsıyordu. Onu hayallere gömmüştü. O an, orduda kendisine şeref madalyası verildiği günü hayal ediyordu. Salonu doduran kalabalığın alkışları arasından geçerek binbaşılığa yükseliş madalyasını Şah’ın yüksek rütbeli bir generalinden alması için karşısına geldiğinde gözleri yaşarmıştı...
Karısı yanağından öpüverince, o tatlı hayali bölündü. Kadın, “haydi hayatım yemek hazır. Önce yüzünü serin suyla yıka da kendine geliver, ondan sonra yemeğimizi yiyelim“ dedi.
Transport bantından artık kotlet gelmiyordu. Tam karşısında duran adam bağırdı: “He he Kollege! arkadaş Şimdi pause1 başlayacak. Daha dört dakika var. Okey?“
Nihayet kendini terleten o ağır önlüğü ve eldivenlerini çıkartabildi. Ellerini yıkadıktan sonra kantine doğru yürüdü. Kantin yolunda da biraz önceki hayalleri hatırladı. Kantinde otururken dalgınlığı devam ediyordu. Hemen hemen kimseyle konuşmadı. Evden getirmiş olduğu peynirli ekmeğe de elini sürmemişti. Çayını ancak yarıya kadarını içmişti. Saat 12.37‘yi gösteriyordu.
Reza, bugün işe, gece saat 4.00 de başlamıştı. İş yerinde kendisine gösterilen her tür işi itirazsız yapıyordu. Yaptığı işe devlet tarafından schwarzarbeit2 (kaçak-iş) deniyordu. Almanya‘ya geldiğinde, hayatta böyle şeylerin olduğunu ilk defa burada duymuş ve komiğine gitmişti. Schwarzarbeit ya da Arbeiterlaubnis (çalışma müsadesi)..
“Bu nasıl demokrasi?” Yani insanın çalışma özgürlüğü dahi yok sayılırdı aslında. Akort çalışabilmek için bile, resmi bir izin belgesi almak zorunda bırakılıyordu insan. Bu komik sayılırdı...
İran’daki yaşamı boyunca bir defa olsun fabrikayı, oradaki işleyişi içeriden görmemişti. Şimdi, bir sene yedi aydır bu et fabrikasında, kimseye şikayet etmeden çalışıyordu.
Aldığı iltica aylığı ailenin geçimine yeterli olmadığından tanıdık birilerinin yardımıyla bu işi bulabilmişti.
Reza, ailesiyle birlikte, bundan altı buçuk sene önce maceralı bir kaçıştan sonra çeşitli zorluklarla Almanya‘ya gelmiş ve sığınmıştı.
İş sonrası arabasıyla eve doğru giderken de, bugün düşündükleriyle kendini bir rüyadaymış gibi sanıyordu. Çoktan beri böyle, bu yoğunlukta olmamıştı. Eve varıp da içeri girdiğinde, karısı yemeği hazırlamıştı. Kızını oğlunu ve karısını bir arada görmesi, her şeyi biraz hafifletiyor gibiydi.
Geçmiş zamanın anıları gün geçtikce yoğunlaşarak aklına girerken, her şeyin bitmiş olduğunu, geri dönüşü unutmak ve içinde bulunduğu bu durumu kabul etmekten başka yol olmadığını da biliyordu. Biliyordu ama, yine de bunu yüreğine kabul ettiremiyordu. Düşüncelerini de uzun zamandır hiç kimselere açmaz olmuştu.
On yaşındaki kızı Almanca olarak “wie gehets papa?3“(nasılsın baba) diye sorunca. Reza, uyanır gibi birden, “gut mein schatz gut4“ (iyiyim)dedi.
Karısı, açılmamış bir mektubu Reza’ya uzattı. Mektup, İsfahan’da yaşayan kız kardeşinden geliyordu. Kısa bir göz attıktan sonra, mektup, elinden kayar gibi yere doğru uçtu. Kadının “neymiş o?“ diye sorusuna Reza cevap vermedi. Yemeği bırakıp kalktı, odanın içinde o yana bu yana yürümeye başladı.
Bundan üç ay kadar önce İsfahan’da yaşayan kız kardeşine geri dönmenin mümkün olup olmadığını araştırmasını ve kesin verileri ona yazmasını istemişti. Kız kardeşi onu üzmemek için olacak ki, “olmaz” gibi olumsuz kesin bir kelime kullanmamaya özen göstermişti. Yine de haber olumsuzdu. O ise, kız kardeşinin araştırmasının sonunda, olumlu bir haber geleceğine umutlanmıştı.
Bu yeni gelen olumsuz cevaptan sonra, Reza, düzenli yemek yemiyor, uyuyamıyordu. Sinirleri sürekli gergindi. Hemen hemen zorunlu olmadıkça kimseyle konuşmuyordu.
Bir hafta sonu akşamı, arkadaşlarıyla beraber oldukları küçük bir salonda önce yemek, sonra eğlence olmuştu. Gecenin ileri bir anında, yemekler yenmiş danslar yapılmış, gülüp eğlendikten sonra yeniden büyük masa etrafına toplanılmıştı.
Hepsi biraradayken ve sessizliği de yakalamışken, Reza onlara bir konuşma yapmayı düşünüyordu.
“Arkadaşlar... Müsade ederseniz sizlere geçmişim hakkında bir kaç şey söylemek isterdim” dedikten sonra, biraz bekledi. Sessizliğin devam ettiğini görünce konuşmayı sürdürdü:
“Geride bıraktığımız anılar, daha dünmüş gibi bende tazeliğini koruyorlar. Bilmem içinizde geçmişi, anıları düşünen var mı? Ya da istemeden de olsa hatırlayan? Ben düşünüyorum işte. Zaten istemesem de kendiliğinden aklıma giriyorlar.
O zamanlar, hepimizin durumu iyiydi...Evet. Çoğumuzun evi vardı. Yazlığımız da vardı, Amerikan arabamız vardı. Orduda işimiz rahattı. Çoğumuzun çocukları Amerika’da, ya da ülkede ki Amerikan kollejinde okuyorlardı. Kısacası, hayatımız kaymak yemek kadar kolay ve rahatttı. Bundan başka, orduda daha sayısız imtiyazlarımız mevcuttu, değil mi?
O zamanlar ben, ‘nasıl hak ediyorum bütün bunları?’ diye bir kere bile kendime sormuyordum. Ülkedeki olup bitenlere ise istediğimiz gibi inanıyorduk. Basın yayın organları ve Şah’ın hükümeti hep aynı şeyleri söylüyordu. Aynı şeyleri ezberlemiş, ezbere biliyor sayılırdık. Ülkemiz büyük, güçlü, modern ve çağdaştı. Ordumuz dimdik yurdumuzu düşmanlara karşı koruyordu... Fakat, bazı düşmanlarımız vardı ki, onlar bizi kıskanıyorlar ve sinsice ülkemizi bölmek istiyorlardı. Daha da kötüsü, içimizde gizlenmiş düşmanlarımız vardı. Biz bunların hepsinin farkındaydık ve her zorluğun üstesinden gelecek kadar da güçlüydük. Devletimiz sonsuza kadar varolacaktı. Neredeyse yirmi dört saat boyunca duyuyorduk bunları. Söylenilen her şeyin yalan olduğunu biliyorduk. Biliyorduk ama, yine de bu yalanlara yüzümüz kızarmadan inanıyorduk. Yalanlar bizi hiç rahatsız etmez olmuştu. Gittikce daha ağır yalanlara inanmamız da sorun olmuyordu. Tek doğru vardı, bu tek doğruyu sorgulamayı kimse düşünemez ve aksini idda edemezdi...”
Reza sözlerine şöyle devam etti.
“Bizi sanki Şah yaratmıştı. Biz de toplumu yaratmış sayıyorduk kendimizi. Ne yapıyorsak “tanrımız“ için yapıyorduk. Binlerce yıldır süregelen bu Şah‘lık düzeni binlerce yıl daha sürebilirdi. Biz de öyle istiyorduk zaten. Hem neden sürmesindi ya?
Diğer yandan Batı Avrupa ülkeleri ve Dünya’nın en güçlü devleti durumundaki ABD, her alanda bizim en iyi, en yakın dostumuzdu.
Bazı düşmanlarımız, Batı’nın ve ABD’nin bizi hem sömürdüğünü, hem de istediği alanda bizi yine kullandığını, ülkedeki sefaletin görmezlikten gelindiğini, hapishanelerin dolu olduğunu, ülkenin her yerinde sistemli olarak insanlara işkence yapıldığı, değişik düşüncenin suç sayıldığı yalanlarını yaymaya çalışıyorlardı.
Şah’ımıza karşı gelenlerin üzerine, tanrının ordusu bizim emirlerimizle yürüyordu. Fakat ne yaptıysak da, nankör insanlar bizi anlayamadı. Halbuki, biz onları çok seviyorduk ve bütün bunları kendilerinin iyiliği için yapıyorduk. Şah, halkını canı gibi seviyordu. Herkes eşit ve kardeşti. Şah, şahdı; insansa insan. Bunu belki tanrı böyle istemişti. Öyle değil miydi?
Sonra ne oldu ki? Evet, ne oldu?
Tanrı değişti de, ne olacak? Değil mi? Evet, bundan sonra ne olabilir?
Ben diyorum ki: tanrılar gelip gidiyorlar. Bu hep böyle olmuştur Giden tanrı kendi partisini de götürüyor, gelen tanrı ise kendi partisiyle geliyor. Herkes kendi türküsünü söylüyor. Sonuçta ne oluyor? Hep aynısı. Tanrılar değişiyor ama durumlar değişmiyor. Çünkü, bütün tanrılar aynı soydan geliyor...”
Reza’nın konuşması, nedense arkadaşları arasında beklediği düzeyde şaşkınlık yaratmamıştı.
Tedirgin olan karısıydı. Ne yapacağını bilemez bir durumda üzülmüştü kadın.
O gece eve çok geç gelmişlerdi. Ne yolda, ne de yatağa gitmeden önce, aralarında hiç konuşma geçmemişti.
Gece yatağa gittiklerinde, karısına, “iyi geceler, uyumam lazım, çok yorgunum“ dedi.
Kadın “yarın yine aynı saatte mi kalkacaksın?“ diye sordu. Reza “evet“ dedi.
Kadın, “lanet olsun böyle iş saatine. İnsanlardan böyle şeyi nasıl isteyebilirler ki?“ diye söylendi. Gerçekte uyuyamıyacağını biliyordu. Kafasındaki düşünceler ona rahat vermiyordu. Bir sürü soru beyninde şimşek gibi patlıyordu ardı ardına. İsfahan’da yaşayan kız kardeşinden gelen mektuplardan, artık geri dönmenin belki de hiçbir zaman mümkün olmayacağı anlaşılıyordu. Kız kardeşi, herkesin biraz korku ve şüpe içinde olduğunu belirtmişti. Yıllardan beri bir şeyler olur hayallerine artık kendini inandıramazdı. Altı buçuk seneyi, Almanya’dan hep gideceğiz hayalleriyle geçirmişlerdi.
Şah’ın ordusunun dağılmasından sonra kaçarak hayatlarını kurtarmışlardı. İlk zamanlar en fazla üç yıl içerisinde nasıl olsa geri dönebileceklerine kesin gözüyle bakıyorlardı. Şah’ın, Batı’nın ve Amerika’nın yardımıyla ülkesine yeniden döneceğine inanmışlardı. Oysa geçen bu zaman içinde rejim daha da güçlenmişti. Evet, ne olacaktı şimdi? Reza’nın hali zaman zaman bir hastaya benziyordu. Zihninden aynı sualler sık sık ve kendiliğinden gelip geçiyordu... Bu yaştan sonra da ne yapılır ki? Ne olacak böyle? İlticacı ve yabancı olarak bir yerde yaşamak kolay mı? Kim bilir, bu belki de bir alın yazısıdır. Belki de işlenmiş bir günahın karşılığıdır?
Saatin zili gece üçe beş kala çalmaya başladı. Reza yavaşça kalkarken kadın da uyanmıştı. O da kalkmak istedi ama Reza kadının kalkmaması için diretti. Yorgun bedenini mutfağa sürükledi. Çayın suyunu ocağa koyup banyoya gitti. Geri geldiğinde çay bitmişti. Bir bardak çayı içmek için doldurduktan sonra gerisini termosa boşalttı. Saat üçü onyedi dakika geçiyordu. Uyku tutmayan kadın çekinerek mutfağa kadar geldi. Reza’ya, “ne yapayım uyuyamadım“ dedi. Kadın, Reza’da gittikce artan garipliği anlayamıyor, hayırlısıdır deyip kendi kendine içinden dualar ediyordu.
Saat üç yirmi ikiydi. Reza ile kadın arasında şu birkaç dakika da hiç konuşma geçmemişti. Reza yavaşca kalktı çantasını alarak çıkış kapısına kadar vardı. Kadın da arkasından kalkıp yürümüştü. Kadının içi anlaşılmayan korkularla dolu olduğundan, içten içe devamlı dua etmeyi sürdürüyordu. Reza gitmek için kapıya geldiğinde kadın da hemen arkasındaydı. Çantayı yere bırakıp kadının gözünün içine baktıktan sonra, kollarını uzatıp sarıldı. Yanaklarından öptü. Kadın, hayretle “bu da ne oluyor?” diye içinden geçiriyordu. Reza tekrar çantasını aldı. Bir şey demeden dönüp, merdivene doğru yürüdü. Şaşırıp kalan kadın ardından, “sana ne oldu be adam? Ne oldu be canım? “diye bağırdı. Reza dönüp bakmadan yürüyüp aşağıya, oradan da arabaya vardı. Dışarısı yoğun sisli ve soğuktu. Henüz aydınlık olmamıştı.
Arabaya bindi ve hemen sürdü. Reza’nın içi buz donmuştu. Kendiliğinden, gözlerinden yaşlar boşalmaya başladı. Göz yaşları su gibi akıyordu. İş yeri yirmi bir kilometre uzaktaydı. Farkında olmadan arabanın hızını devamlı artırıyordu. Yollar boştu. Ara sıra karşıdan bir araba geliyordu.
Kadın mutfağa gelip kendine bir çay doldurdu. Çayı içerken ellleri titriyordu. Ne yapacağını bilmeden gidip foto albümünü getirdi. Taa ilk evlilik yıllarının ve ondan sonrasının resimlerine bakarak dalıp gitti...
Reza, bilincini yitirmiş gibi bir halde, arabanın hızını devamlı artırıyordu. Öyle bir yere gelmişti ki, artık, dört beş kilometre kadar, dümdüz ve geniş yoldu. Yol sağlı sollu büyük ağaçlarla sıralanmıştı. Sis yeni yeni çekiliyordu ama, daha güneş doğmamıştı.
Belki bir daha da doğmayacaktı...