- 635 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
SİNEMACI fikret - 16
Genelde Kasım’da başlardı kış buralarda. Hemen tüm ev ve iş yerlerinde odun sobaları kurulmuş, kömürle pek tanışan olmamıştı henüz. Kahvenin bahçesindeki kocaman kara çınar da yapraklarını hızla dökmeye başlamıştı. Duvar kenarına dikilmiş güller, zambaklar birer birer kurumaya başlamış, insanlar da artık dışarıda oturmaktan vaz geçip, sobanın başında yer kapmaca oynamaya başlamışlardı bile.
Soba başının müdavimleri vardı. Öyle ki, yaşlı olduklarından, yapacak pek fazla işleri olmadıklarından, evlerinde de eşleri tarafından pek istenmediklerinden, sabahtan akşama kadar soba başında oturarak zaman öldürürlerdi.
’ İncirli ! Söndü ulan bu soba yine !’
’ Yansa ne olacak ! Sizden başka ısınabilen var mı ki ?’
’ Kütüğün kötüsünü çakmış çingene sana !’
’ Islak bu kütükler. Bunu yazdan alıp kurutacaksın ; bak nasıl yanıyor o zaman !’
’ Kütük de neymiş. Odun gibisi yok. Olacak şimdi kuru meşe odunu. Bak sobanın başında kimse durabiliyor mu o zaman ? Alimallah, adamın paçaları tutuşur.’
Tekir kedi de, sıcağı pek sevdiği için, sobanın müdavimlerinin ayak altlarındaki yerini korumaya çalışırdı. Karabaş ise kuytu bir yer buldu mu, acıkmadıkça, Fikret’in ya da babasının onu ekmek vermek için çağıran sesini duymadıkça, yerinden pek kımıldamazdı.
Yukarı köylerden gerek at-öküz-manda arabalarıyla, gerekse kamyonlarıyla odun-kömür taşıyan insanlar , bu kahvede konaklayan ormancılara uğramak zorundaydılar. Nakliye kestirmeden şehre gidip bunları satma şansları yoktu. Yakalandıkları zaman çok ağır cezalara çarptırılır, ekmek teknesi olan araçları bile ellerinden gidebilirdi.
Yolculukları geceye rastlayan hayvan arabalılar, Kurtköy’ün üç kahvesinden birinde konaklarlar, hayvanlarını, her üç kahvenin de bitişiğinde bulunan ahırlardan birine bağlayıp, kendileri de kahvelerin duvar kenarlarında yerleşik, tahta peykelerin üzerlerine, kendi imkânlarıyla, palto ve pöstekelerden yaptıkları yataklarında yatarlardı. Eskinin hanlarını hatırlatan bu kahvelerin tek farkı, yatağı ve yemeği olmaması, bir de konaklama ücretinin alınmamasıydı.
Bu kahvenin bir de Tahsin Kâhya’sı vardı. Ellili yaşlardaki , yedi köşe kasketli bu adam, yazları köylerden herhangi birinde koyun çobanlığı yapar, kışları geçirmek için ise mutlaka bu kahveyi seçerdi. Soba kurulduğu günlerde çoktan gelmişti, gramafonu ile birlikte. Eski tip, kollu gramafonunu çok sever, ona çok iyi bakardı Tahsin kâhya. Keyfi yerine gelip, ağızlığına taktığı sigarasını ateşledi mi, koyardı plâğı, asılırdı garamafonun koluna.
Bir ’ Veremli Kız ’ plâğı vardı ki ; o, kahveciyi çok etkilerdi. O plâk dönmeye başladı mı, sigarasını tutuşturan adam, bir de demli çay koyup kendisine, otururdu hemen ocaklığın yanındaki, radyonun altında bulunan masanın başına. Öylesine derin çekerdi ki sigarayı ve öylesine derinlere dalardı ki ; gözlerinden akan yaşların bile farkına varmaz, silmeyi aklına getiremezdi.
Çocuk kahvedeki adamlardan yavaş yavaş duyup öğrenmeye başlamıştı babasının hikâyesini. Aslen Gebze’nin Mollafenari köyünden olduklarını bile orada öğrenmişti. Babasının annesinin çok genç yaşta , yoksulluk hastalığı olan ve o zamanlarda çaresiz olan veremden öldüğünü, ablası ve erkek kardeşi ile birlikte öksüz kaldıklarını, daha sonra gelen üvey anneden zulüm gördüklerini bir bir öğrenmeye başladı. Onun için üzülmeye, sevmeye başladı.
Yine kışın bir geleneği olarak, kahvenin bir köşesine de berber yerleşti. Bacaksız Kadir denilen bu adam, daha önceleri Almanya’da işçi iken, uyuşturucu yüzünden oradan kovulmuş, şimdi de berberliğe başlamıştı. Genellikle kışları o da bu kahvenin bir köşesinde berberlik yapardı. Kahveci ile aslında hiç de geçinemeyen, hemen her gün tartışan, olur olmaz da şakalar yapan, kısa boylu, göbekli, otuzlu yaşlarda biriydi
Fikret onda saç traşı olmaya başladı. Daha önce bir kaç kez Muhtar Remzi’ye traş olmuştu. O, kendi kahvesinin bitişiğindeki bakkalı çalıştırır, kahvenin köşesinde berberlik eder, hem de köye muhtarlık yapardı.
Bir gün, daha önce gördüğünü hiç hatırlamadığı Yusuf dedesi çıkıp geldi. Belki bebek iken Tepeören’e de gelip onu görmüş olabilirdi dedesi ama çocuk bunu hatırlayamıyordu.
Altmışın üzerinde yaşlı, uzun sarı - kızıl sakallı, iri yapılı, uzun boyluydu dedesi. Köylerinde tek başına yaşıyor, diğer oğlunun sığırlarına çobanlık ediyor, yazın pek fırsat bulup köyden çıkamıyordu. Şimdi kış geldiği için, sığırların otlağa pek götürülmemesini fırsat bilip oğlunu, torununu görmeye gelmişti.
Çocuğu kucağına alıp uzun süre sevdikten sonra oğluyla konuştu. Mukaddes’in evlâtlık verilişini onayladı. Çocuklarının annelerine resmî nikâh kıymamış olmasını ’ akıllılık ’ olarak saydı. Hatta kendisinin üç tanesine nikâh kıymasından pişman olduğunu söyledi.
İlk eşi, henüz eviliklerinin üçüncü ayında hamile kalamayınca kısırlık şüphesiyle gerisin geri anasının evine göndermişti. Resmi nikâhını bozmaya çalışırken ikincisini alıp eve oturtmuştu bile. Birincinin nikâhından kurtulur kurtulmaz ikincisine basmıştı yine hükümet nikâhını. Üç çocuk veren bu eşi ise, yoksulluktan verem hastalığına yakalanınca genç yaşta göçmüştü dünyadan. Onun nikâhı otomatik olarak düştüğünden, hemen bir üçüncü eşi alıp nikâhı da basmıştı yine.
Ona bir erkek çocuğu veren üçüncü eş, diğer çocuklarına çok kötü davranmıştı. Mustafa, onun zulmüne dayanamayıp, beline kazma sapını indirince, kovmuştu onu evden. Henüz on üç yaşındaki çocuk, o günden beri yalnız yaşamış, yolu Tepeören’deki bir çiftlikte yanaşmalığa düşmüş, orada da üç çocuğuyla dul kalan Fevziye ile evlenmişti.
Tüm bunlar hatırlandı ister istemez. Akşam olup da Mollafenari otobüsünün saati yaklaştığında gözlerinden öpülen torun elini öptü dedesinin. Daha sonra da babasındaydı el öpme sırası. Bitişikteki dükkandan alınan bir kaç paket köylü sigarası ile birlikte onbeş lira harçlık kondu dedenin cebine. ’ Güle güle ’ denerek uğurlandı köyüne.
Devam edecek
Fikret TEZAL