son-roj
istanbula bulutlardan muzdarip bir 21kasim 2013 güneşinin ışıkları yagıyordu. bu muzdariplikten olsa gerek, gölgeler düşüyordu yan yana üst üste binaların çatılarına, asfalt yollarına, telaşlı kalabalıklarına ve mavinehir boğazına.
hiçbir gölgesine itiraz etmeyecektik bugün istanbulun, şu üst üste ve seyid abinin üstüne atılan toprak tümseğin, onun gözünün üstündeki kaşların gözkapaklarına bıraktığı küçücük gölgesine benzer mezarlıktaki gölge olmasa.
tabudu omuzlarının üzerinde taşıyan bir kalabalığın önünde yürüyen, genç yaşında matem tutan bir delikanlının elindeydi fotoğrafı. sağ eline dayamıştı çenesini. her zamanki haffif tebessümlü pırıl pırıl yüzünündeki gözlerine düşen kaşının gölgesi, derinlerden gelen bir tebessüm gibiydi.
herşey bize istanbulda seyid abinin tebessümü gibi ılık gelebilirdi bugün, dostumun yüreğine kızgın demir basılmış gibi böğürmesi olmasaydı.
"anlamıyorum, dayanamıyorum, siz nasıl dayanıyorsunuz onun artık olmamasına, no olur bana da anlatın, yoksa dayanamıyorum ben bu acıya. ne olur anlat bana. anlat ki ölmek istemeyeyim" diye bağırıyordu seyid abinin üstüne atılan toprak kürek kürek tümsek olurken.
acıdan zehirlenen dostumun gözyaşları sağ omuzuma süzülürken, usul usul yay gibi çiziliyordu küçük bir gölge seyid abinin mezarının yanına kürek kürek.
"siz nasıl dayandınız, babanızı, dayınızı toprağın altına gömdükten sonra. ne olur anlatın bana" diyordu dostum, gözyaşları boynumu ıslatırken.
hafif bir poyraz daracık sokaklarına istanbulun usul usul bir gezintiye çıkarken, marmaradan aldığı tuz, yosun ve balık kokusunu sahile seyre durmuş devasa binaların çini kaplı duvarlarına bırakıyordu. daracık, araba, insan ve işyeri dolu sokaklarında yolunu şaşırarak gezinen poyraz, eksoz dumanına ve ızgara kokularına doyuyordu.
istanbulda bugün nefes alamamanın sebebi, ise bulanmiş hafif poyraz değildi.
dostum, ağladı, ağladı, ağladı, o kadar çok ağladı ki, ciğerinde şu isli poyrazdan bir zerre dahi kalmadı. o, nefes almak değil, ağlamak istiyordu. ağlamak içinse nefesi yoktu. nefesinin kesildiğini farketmedim. sağ elini kalbinin üstüne sıkıca bastırıyordu. gönlüne düşen ateştir dedim. birden bir telaş oldu.
"açılın nefes alsın" diyen herkes dayısını veya babasını toprağa vermiş dostumun etrafını çevirdi. hıçkırık gibi kısa bir nefes aldı. "birşeyim yok, beni rahat bırakın" dedi. bir nefes daha aldı, etrafına toplanmış kalabalığa kızar gibi yalvardı. "anlatın bana, anlatın. anlatın ki, ben de dayanayım" dedi gözyaşları içinde.
dostumun hem dayısı, hem de babası seyid abi, yedi metre yüksek, bariyersiz bir üst geçitten aşağı düşen bir minibüste 20 kasım 2013 de saat 11:30 da 55 yaşında yakalanmıştı feleğe. ve canını, sevdiklerinden koparıp götürmüştü o felek.
felek boğazına sarılsa da, yüzünde ılık bir rüzgarı andıran tebbesümünden vazgeçmeyecek olan seyid ali durmaz ın korkusuzluğuna öfkelenmiş olmalı ki, onu, üzerinde kehverengi bir deri mont ve kot pantolonu ile daracık bir minibüste yakaladı 55 yaşında. bu kısa ömründe birçok defa kafa tutmuştu feleğe. haksız da değildi, daha on yaşındayken babasını alıp götüren feleğe öfkesi. çocukken mahalle kavgalarında, devrimciyken silahlı çatışmalarda, çok niyetlenmişti de felek onun canını almaya, o kavgada düşmanı değil feleği kollamıştı hep ve bir punduna getirip atmıştı çelmeyi feleğe.
yoldaşları anlattı; yirmili yaşlarda cezaevinde hükümlü iken, tam altı ay kafa tutmuştu feleğe, verem hastalığına yakalanınca.
herkes anlattı onun ile olan bir anısını, içinde tebessüm kelimesi geçen bir cümle ile.
bu defa fena halde hazırlıksız düşmüştü felekin çemberine seyid abi ve hiçbir yolun gitmediği varılmaz diyarlara gitmişti.
ömrü anılara mahkum dayısının veya babasının mezarı başında ağlayan dostum, kendisinin mi uçsuz bucaksız beyaz bir boşlukta olduğunu, yoksa uçsuz bucaksız bir boşluğun mu kendisinin içinde olduğundan bi haber, yitirmişti bütün manalarını.
dayısının başının ucunda usul usul büyüyen çınar ağacını ne görüyor ne de duyuyordu. ölüm bütün manalarını silmişti, ve o, ölümü anlamak istiyordu. ancak ölümü anlarsa karartabilirdi, o içindeki uçsuz bucaksız beyaz boşluğu. ancak öyle tutunabilirdi hayata.
üstündeki bütün elbiseleri toprağa ve çamura bulaşmış mezar kazıcısı az önce seyid abinin mezarını kazarken kullandığı kazma ve kürekleri topluyordu yorgun, defin törenine katılan insanlar takılıp düşmesin diye. "kalubelâ’dan beri açık mezarlar" dedi kürekleri toplayan mezarcı sessizce.
mezarcının söylediklerini duymadı dostum içine düştüğü beyaz boşlukta.
içinde hayat geçmeyen bir cümle duymak istiyordu dostum ölüme dair, içinde ölüm geçen hayata dair bir cümle değil.
belki öğrenir zamanla, seyid abinin gönlüne ve aklına mahkum anılarını ömrüyle büyütürken, bu cümlenin ne bende, ne de başka bir ademoğlunda olmadığını.
"ölümün acısı küçülmez sevgili dostum, hayat büyüdükçe o ölümün acısı insana küçük gelir. hepsi bu."
"mezarlıkların ölülerin kentin olmasına izirazımız olmazdı, bu kentin sokakları ölenlere mezar olmasa" derdi bir ihtimal can baba eğer şiirine bir de ölüme dair bir mısra eklemek isteseydi.
seyid abinin mezarının yanına düşen yay gibi küçük gölge uzadı güneş batarken, uzadı, uzadı ve usul usul sokuldu mezarlığa çöken karanlığın koynuna.
"al senin olsun herşeyin şehir. neyleyim ben senin beyazıt meydanında buğdaya uçuşan güvercinlerini, sahaflardaki daracık dükkanlarda üniversite hazırlık kitaplarının arasına sıkışmış hikaye kitaplarını, kapalı çarşıda dükkanların sütunlarını saran çinilerini, mevsimi hep baharat ve bahar kokan mısır çarşını, haliçin çilekeşi galata köprünü, karaköyden galataya süzülen bir gözyaşının izini andıran daracık sokaklarını, galata kulesinin ayaklarının ucundaki kahveni, içinde babam ve dayım yoksa" dedi dostum, dayısını mezarlıkta bırakmak için ayağa kalktığında.
jean paul cal kasim 2013
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.