- 1001 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Çiy Damlası
Her şey yolunda… Kahvaltıya oturacak az sonra. Karısı bardağına çay doldurup “al canım” diyecek, “hiçbir şey değişmedi” der gibi püfür püfür bir rüzgârı estirerek yılların üzerinden. Birkaç kırışık yerli yerinde durmaya devam etse de âşık olduğu o yüzde, sesi pürüzsüzlüğüyle affettirmeye yetecek bu eskime belirtisini, “hala taptaze aşkımız” diyerek durmadan bir şeyler söyleyecek daldan dala konan serçeler gibi ortalığı cıvıltılara boğarak.
Kızıyla oğlu girecek az sonra kapıdan, “günaydın” diyerek. “Kocaman oldular artık” diyecek içinden her sabahki gibi. Karısına bir bakış atacak şöyle, o da gördü mü diye, yıllar önceki iki âşıkla bu iki gencin arasındaki müthiş benzerliği. Oğlu kendinin kopyası adeta… Kızı da yaprak yeşili gözleriyle aynı annesi… Şimdi bu masada kardeş konumunda reçel sürüp çaylarını içerlerken “O aşk çoktan bitti!” diyecekler sanki, “Kardeşçe bir sevgiye dönüştü.”
Bu şakaya hiç gülmediğini fark edecek birden. Çünkü karısına baktığında “Olur mu öyle şey, benim kalbim hala o günlerdeki gibi çarpıyor. Şelaleler gibi gümbür gümbür...” demesini önleyen şeffaf bir duvara tosluyor her seferinde. Aşk diğer yanda kalıyor.
Evet, odaya girdi bile. Hemen her şey kafasındakiyle aynı şekilde olmak için birbiriyle yarışıyor sanki… Ama beklemediği bir şey var sahnede: Elmalı kurabiye… Tarçın kokusu o günlere götürüyor bir kez daha onu. Karısı henüz incecik belli, gencecik bir kızken sık sık bu kurabiyelerden yapardı ona. İçi bir hoş oluyor. Burnunda bir sızı… Kahvaltısını bile tamamlayamadan sofradan atıyor hemen kendini.
Birkaç dakika sonra işe gitmek üzere kapıdan çıkarken son bir kez bakıyor şöyle sofraya. “Hoşça kalın” diyor, içindeki sarsıntıyı ele veren kırık dökük bir sesle. Son kez söylüyormuş gibi bu kelimeyi sanki… Bir başlangıcın eşiğinde…
Zaten bildiği ama bir türlü itiraf edemediği bir şeyi tüm çıplaklığıyla görmesini sağlayan bir durum gerçekleşmişti az önce çünkü. Şimdiye dek bir şekilde kaçabildiği o gerçek dört bir yanından kuşatıvermişti, ona gözlerini üzerinden çekmesini sağlayacak tek bir boşluk bile bırakmadan hem de: Kalbi, âşık birinin kalbi gibi çarpmıyordu artık.
Gençken de kalbinin boş olduğu dönemler olmuştu gerçi. Ama geçici bir süreç olarak görmüştü hep onları. Toprağı nadasa bırakmak gibiydi tıpkı. Er geç gerçekleşecek o uyanışın tohumunu içinde saklayan bir süreç…
Şimdiyse o hummalı bekleyiş olmadan yaşayacaktı aşksızlığı. Ya da çoğu erkeğin yaptığını yapacak, yani aldatacaktı: Kirlenmiş, günaha batmış bir aşkta dindirmeye çalışacaktı yıllar önce kalbini deliler gibi çaptıran yemyeşil gözlü o genç kıza duyduğu dolu dolu hasreti. Ama ne yapsa bir türlü dindiremeyecekti.
İş yerindeki stajyer kız geldi aklına birden. Kalbi hop etti. Kızından topu topu birkaç yaş büyük, gencecik bir kızda, aradığı o tatlı ürperişi bulmaktan korkarak tüm gücüyle bastı gaza. Çok uzaklara kaçmak ister gibi… İnsan olmaktan kaçıyordu belki de… Aynı zamanda da insanlığını kaybetmekten… Nasıl bir çelişkiydi bu?
Neyse ki kızın staj süresinin dolmasına birkaç hafta kalmıştı. Derin bir oh çekti arabayı park ederken. Hayata teşekkür etti, kendisini üstesinden gelemeyeceği kadar zor bir durumla sınamadığı için. Ya o kız daha uzun süre kalsaydı burada? O büyüleyici gülüşüyle, ona aradığı o çiy damlası olmayı vaat etseydi..? Kurumak üzere olan yapraklarına hayat verecek o emsalsiz ürperişi vermeyi..?
Neyse ki o kadar da zalim değildi hayat. Girmemesi gereken o kapıyı ardına dek açıp neler kaçırıyorsun diye göstermiyordu en azından ona. Eğer kapı açık olup da bir an içeriyi görseydi oraya girmekten alamayacaktı muhtemelen kendini. Günahının gölgesini yüzünden kovmaya çalışmakla geçecekti kahvaltılar artık. Karısının sesinde yıllar belirecekti, yüzündekini aratmayan kırışıklar… Artık kuş cıvıltıları yerine orta yaşı çoktan geçmiş bir kadının yorgun sesi kaplayacaktı odayı.
Emekliliğin yakın olmasına hiç üzülmüyordu artık. Daha dar bir alana sığışacaktı bu sayede dünyası. Tehlikelere daha az maruz kalacaktı. Bir gülüş aklını başından alamayacaktı mesela apansız. Kahvesini höpürdetip bilmece çözecek, “eline sağlık hanım” diyecekti yaşamdan elini eteğini çekmiş her erkek gibi. Aynı bahçesi gibi çitlerle kuşatacaktı biricik aşkına olan sadakatini de. Çünkü o çok iyi biliyordu, ihanetin bir kadından çaldığı şeyleri. En başta hayatı çalıyordu yüzünden. Babası o kadına gittiğinde annesinin yüzünden çekilip giden o hayatta kendisi de vardı çünkü: Annesiz kalmış bir çocuk… O çocuğun gözlerinden yıllarca seyretmek zorunda kalmıştı ihanetin ne anlama geldiğini. Hayır, asla aşk denemezdi o kirli, yaralayıcı şeye. Aşkı kirletmek demek olurdu bu. Tensel bir istekten öte olmayan bir şeyi, olmadığı anlamlara bürüyüp hak etmediği bir yere yükseltmek…
İleriki yıllarda, ruhu çiy damlası ürperişini aramaz olduğunda artık, yaşlı bir adam olacak yaşa geldiğinde daha kolaylaşacaktı işi. Daha gür perdeden "eline sağlık" diyecekti. Ama emekli bir adam olmanın gereğini yerine getirir gibi zoraki bir şekilde değil, ta yüreğinden kopup gelen bir duyguyla sözcüklerin içini sonuna dek doldurarak… Can yoldaşına bakıp “iyi ki bir çılgınlık yapıp onu üzmedim” diyebilmenin o dünyalara bedel, emsalsiz huzuruyla...
YORUMLAR
Çok açısı var yazının. Gereğini yapmak, gerekeni yapmak, gerektiğinde yapmak, yaptığının gereklerini aramak ve dahası. Hepsinden birazız hepimiz. Tebrikle.