- 574 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
'suç onundu, ben itiraf ettim'
bizi ayıran duvarların arasında dökülen maharetle yokluğa meze olduğu saatlerde, aklın ve sezginin gücüne soyundum. sis tüm şehri esiri altına almışken, sokak hayvanın adım atacak hali kalmamıştı. birazdan, bir noktadan sonra, o ince ayrıma gelmeden önce vazgeçmenin aslında sınır olduğunu anlıyordu insan. gelişim tamamlanmıyordu. üşüyordum. iliklerime kadar işlemiş paltonun soğuğu, bacaklarımdan asfalta akıyordu.
çıktım dışarıdan. dışarıdan çıkınca içeriye girilmediğini öğrendim. cam kırıklarına çıplak ayaklarımla dokunurken, terliğe lanet okudum. dış kapının ucu keskin demir tellerle çevrildiği yüreklerden geçip, bir çadırda aynı amaç uğruna toplanmış insanların samimiyetinden yudumladım. tebessümleri yetti.
acıyı hiç unutmamış yüzler aklıma asılı kaldı. yağmur yağınca, ıslandılar diye kaygılanmadım. kendileri arzu ettiler, ıslak, ağır ve yapışkan bir secdeyle ölüme koşmayı. tüm hava durumlarından haberim vardı. tüm ayağı üşüyen, dizleri incinmiş, saçları kısalmış, saçları uzamış, yüzüne bir çizik daha inmişlerden... gökten zembille inmeyecek ne varsa, iniyordu.
camı kapat. tüm sarı saclar elimde kaldı, musluk bozuldu. su bu, karşı koyamıyorum. ’bu arada sen hala kargaların korkuluklardan korktuğunu mu sanıyorsun?’
Yorgunluğun bir aidiyeti olmalı! Ümitsiz, yorgun ve sıkkın görünmek insanın umudunu besleyebilir ama bir yere kadar. Bir mektup yazsaydım, rolleri değiştirirdim muhatabımla. Cesaretin iler tutar bir yanı yok! Yorgunluğun ait olduğu yer tuvalette ayağa kalktığı an, insanın bacaklarında hissettiği anlık zevkli sızlamadan başka nedir ki? Bugün otobüs durağında beklerken, evet hala otobüs durağında bekleyenlerdenim, soğuk, metal oturağın kıçımı donduran feryadıyla sarsıldım. Neyse ki sigara ve önümdeki kâğıtlar düşüncemi az da olsa dağıtmama yardımcı oluyordu. Sonra kara mara, esmer bir adam yanıma geldi. Ayaklarına baktım. Bu soğukta ayağında terlik vardı. Hastaneye gideceğini anlamıştım ama üzerinde paltosu da yoktu. Kafa karışıklığından hep… İnsanlar üzerinde yorum yapmamalı! Özellikle ilk görüşler, ortancalar ve son görüşler… İnsanın görme yetisi ne kadar sağlıklı olabilir ki? Şehri daha iyi görmek için tepelere, dağlara çıkıyoruz ama gördüğümüz kuşbakışı genelleme bir şey! Hem bu görüşün kimseye zerre faydası da yok, bunu da biliyoruz. Adamla sigaramı paylaştım ama almamak için diretti. Çaresizdi, üşüyordu; üşüyorduk! İkimizde otobüs gelene kadar bir sigara daha içtik.
Eskiden takvim tutardım. Dedem takvim yapraklarını biriktirir, sobada yakardı. Ondan öğrendiğim şeyi ben de tekrarlardım. Büyüdükçe, insanların acıları olgunlaştıkça, eskiyi düşünüp, insanlar üzerinde fantastik benzeyişler kurmaya çalışıyor. Dedemi Sokrates’e benzetirdim. Dedem de Sokrates gibi satirdi, insanları yererdi, alaya alırdı. Peygamber sabrı taşıdığını düşünür, ona olan saygımı okuduğu eski Türkçe kitaplarla pekiştirirdim. Ama hayalimde dahi burukluğunu taşıdığım bir şey vardı:’ Dedem satir olabilirdi, insanları pek ala bir şekilde yererdi ve zekâsıyla iftihar edilmesi gereken bir insandı.’ Tüm bunlar doğru olmakla beraber, onda mücadele yoktu. Mücadele etmemişti, benim gözümde savaşmamıştı. Eski savaşları, hikâyeleri bir kitaptan alıntı gibiydi. Sürekli özveri ve çalışma dedemin kitapları arasında da vardı. Dünyanın sır meselelerine karşı, insanı hayretler içerisinde bırakan yorumlar bu kitapta yazılıydı ama ne yazık ki farklı bir yazı şekliyle! Esresiz, üstünsüz, ötresiz Osmanlıca kitapları rahleye koyup, saatlerce içinden birkaç sayfayı idrak etmek için çabalaması ve sonra da ezandan önce bir saat evveli ihtiyacını giderip, geçen yirmi dakikalık sürede istibrâ üzere beklemesi, abdestini aldıktan sonrada namaza gidişi… Ama Sokrates’in son günündeki hali vardı ki, Yunan tanrılarının destanlarına bedel kifayette, yıldızların çekirdeğinde bulunan ışığı dünyaya salmıştı. Yine de bu sahte benzeşmenin ardı sıra, dedemden öğrendiklerim vardı. Hz. Âdem ile Hz. Havva annemiz arasında geçen ve belirlenmiş bir tabakadan dünyaya gönderilme meselesinde, ağaçtaki meyve meselesini bir gün açıklamıştı. Böyle bir ağacı, meyveyi Rab açık bir şekilde ortaya koymamıştı. Bu yüzden bu kısımda yorumlarda birbirinden çok farklıydı ama en ilginç olanı da, yasak olan meyvenin Hz. Havva annemiz oluşuydu. Hz. Âdem’in yasak meyve olayı sonrasında dünyaya indirildikten sonra kendi cinsel organını tamamen parçalamak isteyişi de bu yüzdendi. Küçükken bu mevzuyu anlamamıştım. Hala olayın bir elma, armut ya da başka hiç tadını almadığım tropikal bir meyve olduğunu düşünüyordum. Sonraki ikinci önemli tespitte, Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın çocuklarının birbirleriyle evlendirilme meselesiydi. Herkes farklı yorumlarda bulunuyor, küçük aklımda ben de olayın nasıl geliştiği hakkında fikir yürütüyordum. Yine bir gün bu olay hakkında da dedem okuduklarından bir kısmı gösterip, şöyle demişti:’ Âdem babamız ve Havva anamızdan olan çocukların birbirleriyle evlendirilme meselesi üzerine yorumlar yapıyorlar ama çoğu âlim bu konuda fikrini ortaya koymamıştır. Bu mevzular yalnız Rabbin ilmiyle bilinecek mevzulardır ki, bizim yorumlarımız kesinlikle kesin doğruyu göstermez. Ancak Kuran’a ters düşen yorumları da bilmeliyiz. Diyorlar ki Havva anamızın iki rahmi vardı. Bu iki rahminden bir kız ve bir erkek doğardı. Bir önceki ya da bir sonraki doğumlarda dünyaya gelmiş kardeşler bir öncekiyle ya da bir sonrakiyle evlenirdi. Eğer böyle bir husus varsa, biz bu yorumla Kuran’ı Kerime ters düşmüş oluruz. Ne diyor Rabbimiz Nisa süresinde:’ Ey mümin erkekler! Şunlarla nikâhlanmanız haram kılınmıştır: Anneleriniz, kızlarınız, kızkardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeş kızları, kızkardeş kızları, sizi emziren süt anneleriniz, süt kızkardeşleriniz, kayınvalideleriniz, kendileriyle zifafa girdiğiniz eşlerinizden olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız…’ Ayeti kerime de böyle geçiyor. Ayrıca Nisa süresinin ilk ayetinde Rabbimiz yine şöyle buyurmuştur:’ Ey insanlar! Sizi bir tek kişiden yaratan ve ondan da eşini yaratıp o ikisinden birçok erkekler ve kadınlar türeten Rabbinize karşı gelmekten sakının…’ Bu ayette yüce Rabbimiz sizi bir tek kişiden yarattım, ondan bir kadın da yaratıp sonra ikisinden birçok erkekler ve kadınlar türettim diyor. Demiyor ki kız çocukları, erkek çocukları türettim, diyor ki erkekler ve kadınlar türettim. Yani Hz. Âdem gibi birkaç tane daha insan yaratamaz mı Rabbimiz? Bu ona güç mü? Haşa, bizim yorumlarımız, şu küçücük aklımızla ( bu sözü söylediğinde, başındaki sarığa dokunmuştu) yanlış olması pek muhtemeldir. Bu yüzden bu konularda fikir beyan etme hususunda çok dikkatli olmalıyız ve asıl önemli olan, imanımızı kurtarma, ibadetlerimizi yerine getirme hususunda kurallara riayet etmeliyiz.’
Dedem Sokrates gibi ölmedi, Sokrates’de öldüğünden bu yana hep konuşuldu. Ama çağ ne dedemin anlattığı gibi bir çağ ne de Sokrates’in öğretilerinin uygulanabileceği bir çağ! Yine aşkların her daim ölmeye yelken açtığı limanlarda, Sokrates zihinli, felsefi akımlara taş çıkartacak zekâlar hep var olacaktır. Sevme sanatının uygar diliyle çanta arası muhabbetlere ve kart hesabına dönüştüğü bu çağ da, Sokrates zekâlı âşıklarda kalmış mıdır? Cemal’in ‘ölü yazanlar’ isimli öyküsü vardı. Cemal bir gün babasının yanına gidiyor. Babası üç aylık emekli maaşıyla yaşamaya çalışan bir ihtiyar. İstanbul’da Bağcılar’da geçiyor bu hadise. Baba eski kâtiplerden. Oğul Cemal ne zaman babasının yanına uğrasa, ona daktilo için mürekkep şeridi, önceki gelişinde babasının verdiği kitap listesindeki kitapları ve akide şekeri getiriyor. Cemal’in karısı kayınbabasıyla beraber yaşamak istemediği için, Cemal’den babasını huzurevine yerleştirmesini söylüyor. Cemal babasını bir tanıdığının ailecek oturdukları apartmanlarının en üst katında ahşaptan yapılmış, tek gözlü daireye taşıyor. Böylece hem babasının hayalini yerine getirecek bir şey yapıyor hem de karısının dırdırından kurtuluyor. Cemal’in babası Hikmet Nuri Bey tek gözlü evinde yaşıyor yaşamasına ama gücü kuvveti olmadığından, temizliğine özen gösteremiyor. Zaten olan gücünü de kitap okumaya, daktiloda yazı yazmaya ayırdığı içinde, temizlikle alakası pek olmuyor. Hikmet Nuri Bey’in tek gözlü yaşadığı dairenin alt katlarındaki yaşayan aile ise, yukarıdan gelen kokudan rahatsız oluyorlar. Cemal’e bu konuyu iletiyorlar. Elbette ortada o ailenin söylediği gibi temizlik problemi yok. Hatta aşağılara gelen koku iddiası ise külliyen yalan. Tuvalet giderlerindeki boruların kalitesizliği ve tuvalete dökülen yemek artıkları bu kokuların esas müsebbibi olmakla beraber, Cemal itiraz etmeyip, yine de babasının kaldığı tek gözlü daireyi baştan aşağı temizliyor. Babası bu olaydan pek hoşnut olmasa da, yine de oğlunun kendi için bir şeyler yaptığını görmek hoşuna gidiyor. Sonra babasını alıp, hafta sonu ailecek Yalova’ya, Armutluda ki kaplıcaya gidiyorlar. Güzel geçmesini temenni ettiği hafta sonu tatili, Cemal’in karısı Yelda yüzünden hiç de iyi geçmiyor. Yelda ‘buraya çocuklara bakmaya mı geldim, kaplıcaya girmeye mi geldim, yoksa senin beni bırakıp, babanla ilgilenişini izlemeye mi geldim, ikiniz baba oğul gelseydiniz ya, beni niye getirdin çocuklarla buraya’ demesiyle iyice tatil kötüleşiyor. Neyse ki Cemal Pazar kahvaltısından sonra karısı Yelda’yı alıp, kaplıcada bir odaya götürüyor. Yelda’nın baştan aşağı keseliyor. Küveti kükürtlü suyla doldurup, içine güzel özel olarak aldığı kokulardan ve sabunlardan ilave ediyor. Yelda Cemal’in gayretleri karşısında Cumartesi günü söylediklerinden dolayı özür diliyor. Ayrıca çocukları dedelerine bırakabilme şanslarını fark edince, Hikmet Nuri Bey’in kendince önemini anlıyor. Cemal’in öyküsünde aşkın farklı halleri de yer alıyor ayrıca. Cemal başlı başına öykücü ama onu tanıyan pek insan yok! Bazı insanların taptıkları yazarlarında aslında insan duygularıyla sınandıklarını unutmaları ne acı! En önemlisi de aşkla! Aşk bir cenaze arabasını süsleyecek en güzel kelime! Böyle bir şey niye kimsenin aklına gelmiyor ki? ‘Aşkının ruhuna fatihalar’ okuyan insanlar var mıdır? Ruh deyince, ruha dokunma meselesini anımsadım. Ruh gerçekten de dokunulmaz mıdır? Bağlar ne kadar kuvvetli olursa olsun, ruh dokunulmaktan hoşlanmayan, özgür bir tay mıdır? Ruhumuz, ruhlarımız şimdiye kadar oysa ne kadar kutsandı, ne kadar acı çekti ve ne kadar kirlendi! Kim bilir hangi bilinmeyen şehirleri turlardı, görülmesi dahi dehşet verilen cenderelerde can çekişti, yine de var olmaya devam etti. Seferi özgürlüklerin pay edilmeyeceği ruhlar âleminde, ruh rıhtımı ve tılsımı bilinmeyen seyahatlere devam ettikçe, Cemal gibiler hep olacaktır. Bir de başkaları, şiirle, şarkıyla başlayan ve jinekoloğun pudralı eldivenlerinin arasındaki aletle biten aşklar… Aşkı çeşitlendirmek doğru mudur? Cemal’in yaşadıklarına, hislerine aşk demeyen de çıkacaktır, jinekolog da ölü yazarlar var eden insanların tensel hayırseverliklerine de! Aslında cinneti gerektirecek bir sebeptir aşk! Aşk tüm bilimlerin atasıdır ya da hürmet duyması gerektiği otopsi parçası, bir bütün, parça da olabilir. Kimileri daha küçük nüfus da etkili olabilir, kimileri başlı başına aşkın zoolojik çığlıklarını, homurtularını dahi incelemekte şanslı olabilir. Peki, aşkı ruhsal olarak mı incelemek daha mantıklıdır? Çünkü tensel olarak düşünüldüğünde, küçük bir salgı bezinden meydana gelmiş, içinde minerallerin yüzdüğü, diş artıklarının, mikronda birliğe hükmedecek mikropların yüzdüğü suyun paylaşımından bahsetmemiz gerekir. Ama önce sözle başlıyor. Tüm erkekler ve kadınlar aynı havuzun kenarın çevresinde oturuyorlar. Kimi mesleği gereği, kimi cazibesi gereği, kimi de madeni paranın dik gelme olasılığına inanmış olmanın verdiği inanç ve vecd ile sohbete başladığında, sonunda aşktan başka, salgıların ve iktidarsızlıkların cenneti bir yola sapmıyorlar mı? Ruh spazmı ve kan spazmı arasındaki fark, farklılığın var ettiği yakınlıktan başka bir şey değil. Ruh spazmıyla kendi sıkıntısına gem vuruyor ve kanın etkili olmasını istediği organlara, eklemlere ilaveler yapılıyor. Çoğu zaman Cemal’in eline, kollarına ve hatta kalbine inen sıkışmalar, titreşmeler gibi! Kalem kırmayı düşünüyor bazı zamanlar. Zaman zaman herkese olan şeyden bahsediyor ama soyutlanma isteğinin farklı olduğunu söylüyor. Cemal bana bir keresinde:’ Düşler dahi eskiyor dostum, susmalar konuşursak yenik düşüyor, bu hastalık ki körkütük sarhoştan öte, hayatın akışında kaybolmak gibi, yığınlar arasında bir pastırma gibi, aynı etin farklı lekesini paylaşmaktan başka bir şey değil’ demişti.
Neyse ki yazıyoruz! Neyse ki arada yazıyoruz! Neyse ki bazen de, yazıp, siliyoruz. En çok dokunan da öylesi; yazılıp silinenler… Sevgiliye mektuplardan, mesajlardan tutun da, devlet idaresindeki rüşvetlere, referanslara, ihale kaçakçılığına, savaş istihbaratlarına, döviz spekülasyoncularına… Silinip de, hiç okunmamış olanlar asla korkakça gelmiyor. Demek ki gerekiyormuş! Demek ki daha yaşanacak, spazma uğrayacak ruhu tutan kaslar var olacakmış. Sahi, ruhu tutan kaslar bir gün kuvvetini yitirdiğinde mi insan ölüyordu?
‘Çünkü sen berbat birisin! Yaşayan bir insan pisliğin nefesini alıyorum senden. Seni düzeltebilmek için elimden bir şey gelmiyor. Katlanamıyorum, sana ağlayamıyorum, gerçekten elimden bir şey gelmiyor. Daha fazla bir şeyleri düzeltmeye çabalamayacağım. Her şey parçalandı. Artık geri dönüşü yok!’
Aynanın karşısına geçtiğim de, şunları kendime söyleyebildiğim de, onurlu bir iş yapmış olacağımı düşüneceğim. Niye bir başkası söylemedi diye hayıflanmayacağım. Çünkü hayat o kadar zor ki, özensiz yaşadıkça, mumu her iki ucundan da yakıp, erkenden bedel ödemek zorunda kalıyorsun ve böylece bu hayatta her şeyini kaybedebiliyorsun. Sevdiklerini, seni sevenleri; her şeyi!
Kalem soğudu. Yorgunluğun aidiyeti göz kapakçıklarımda geziniyor. Aynadaki yüzüm tıraşlı, aynadaki gözüm kanlı! Fazla darılma, buraya ait değilsin ama sen! Günahların yüzünden ağrısı olmaz sandığın bulutlar delindi, bu yüzden eziyet edildi, bu yüzden huzura yaraları hiç iyileşmemiş insanlar çıktı! Sert bir tekme arzularken, omzumun kenarına, hadi kalk, ben geldim lan, ben, dostun, arkadaşın, sevgilin veya sevmediğin ama seni anlayan biri. Şimdi bütün manasız hikayeleri senden alıp, sana yaşatabileceğim en güzel dakikaları geride bırakıp, anı olarak saklayacaksın. Seni kozama götüreceğim. Sıcak, ipliklerimin arasında istediğin pozisyonda hüzünlenebilir, tekrardan gözlerini açıp saadetten emebilirsin.
Kâğıt kalem, susamlı simitten daha zevk verdiği sürece, çayımı hep yalnız içeceğim. Buna da mı karşı çıkacaksınız, buna da mı bir bahaneniz olacak? Ve belki de sormayacaksın en gerekli olduğu zamanda dahi, bazılarına ’sen kimsin’ diye!
Cemal, hepsi senin başının altından çıktı. Cemal beni görüyor musun? Cemal kime diyorum? Cemal?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.