ziyaret
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Gün yeni ağarıyordu. Uçak yoğun bir gürültüyle Adana hava alanına inmişti ki, uçağın içinde güçlü bir sevinç alkışı koptu. Uçak daha tam durmadığı halde, hosteslerin uyarılarına aldırış etmeden, içerdeki kalabalık yerlerinden kalkmışlardı bile.
Genç bir adam, oturduğu yerden hiç kımıldamadı. Herkes çıktıktan sonra en arkadan, yavaş yavaş yürüyerek polis kontrolüne kadar geldi. Elinde taşıdığı bir eşyası da yoktu. Kontroldan geçip dışarıya çıktığında durdu ve derin bir nefes almak istedi. Hava nemli, boğucu bunaltıcı bir sıcaklıkla yanıyordu. Hafif hafif esen rüzgar ise insanın yüzüne alev gibi çarpıyordu. Adam kalabalığa doğru ağır ağır baktı. Gelenler, yakınlarıyla sevinçle sarılıp öpüşüyorlardı. Taksiciler sağa sola müşteri için bağırıyorlardı. Genç adam gördüğü o manzaraya pek heyecan duymadı.
Biraz dikildikten sonra, orada duran bir taksiye yanaştı ve onu Otogar’a kadar götürmesini söyledi. Yolda giderken taksici bir sürü şey soruyor, cevap beklemeden devamlı anlatıyordu. “Görüyorsun ya abi, bizim halimiz de böyle işte, sıcaklarda yanıyoruz. Ne yaparsın hayat öyle de böyle de geçiyor. Katlanıyoruz işte. Elimizden başka ne gelir ki? Abi, isterseniz sizi gideceğiniz köye kadar götürürüm. Çok iyi tanırım oraları. Canınız sağolsun, ne verirseniz farketmez. Sizin aceleniz yok mu? Anlıyorum abi, anlamaz mıyım hiç?” Genç adam, isteksiz ve az konuşuyor, sorulara da pek yanıt vermiyordu. Otogarda taksiden indi. Otobüs biletini aldıktan sonra otobüse çıkıp pencere kenarında boş bir yere oturdu.
Otobüs yavaş yavaş hareket etmiş ama muavin, kapıyı yarı açık tutarak dışarıya doğru bağırıyordu. Tam yola çıkıp da otobüs hızlanınca, çocuk yüzlü ve utangaç olduğu her halinden belli olan muavin, otobüsün ön tarafından başlayarak, yolcuların ellerine ılık kolonyadan dökmeye başladı. Bir yandan açık pencerelerden sıcak rüzgar girerken diğer yandan kolonyanın kokusu içeri yayılmıştı. Teybte oryantal bir müzik hafif hafif yükseliyordu.
Bir çok şehri, derken küçük küçük köyleri geride bırakmışlardı.
Kırk kişilik otobüs orta hızla yol alıyordu.
Genç adam dalgınlığından koptukça camdan dışarıya doğru bakıyordu, yol kenarlarında olup bitenleri dikkatle izliyordu. Yol kenarında, elinde sepetle yürüyen bir kadın ve ardından giden çocuğu gördü. Onlar acaba nasıl yaşıyorlar? Akşama ne yiyecekler? Aralarında ne üzerine konuşuyorlar? “Belki de mutlu bir yaşamları vardır” diyordu kendi kendine.
Ondan başka, yol kenarındaki uzak yakın tarlaların görülebilen yerlerinde tarla süren traktörler, telefon tellerine sıra sıra dizilmiş kırlangıçlar, gümüş gibi parlayan güneş, masmavi gökyüzü, ona, anlayamadığı tuhaf bir duygu veriyordu. İçi, bazen üşür, bazen yanar gibi oluyor, sonra hafif bir iç titreme başlıyordu.
Otobüs durdu. Genç adam otobüsün durduğunun farkına bile varmamıştı. Çocuk yüzlü şöför yardımcısı “beyefendi beyefendi” diye seslendi. Adamın duymadığını anlayınca yürüyüp yanına gelerek omuzuna dokundu. “Siz burada inmek istemiştiniz değil mi beyefendi?” dedi. Genç adam birden kalktı. Kapıya doğru yürürken, sürücü yardımcısının yorgun ve korkak yüzü, dağınık saçları, kirli gömleği, üzerinde şirketin işareti olan yana kaymış rengi soluk kravatı, yağ lekeleriyle dolu pantolonu, çocuk yaşta olduğunu gösteren mutsuz, hüzünlü yüzünü gördü. Kendi kendine: “Bu durumlar hiç değişmemiş dedi içinden.
“Güle güle, güle güle efendim“ diye çocuk yüzlü muavin ardından bağırdı.
Bulunduğu yer asvaltın hemen yanı, köye giden toprak yoldu. Yolun kenarında yaşı belli olmayan küçük bir ardıç ağacı vardı. Ardıç ağacının gölgesinde ayakta durarak uzun uzun sağa sola, uzaklara baktı. Birini arar gibi idi. Hiçbir canlı görünmüyordu. Ekinler çoktan biçilmiş harmanlar kalkmıştı. “Belki ondan, belki de şu öğle sıcağından olmalı” diye düşündü.
İçindeki titreme hafiflemekle birlikte anlamadığı tuhaflığı ve halsizliği devam ediyordu. Biraz da başı döner, midesi bulanır gibiydi.
ESKİ BİR ANI
Köylülerin birer ikişer çuval pamuğu tartılıp da deftere yazıldıkdan sonra, Hasanbeyli’den Kazım Ağa’nın sarı-yeşil eski kamyonuna yüklenmişti. Muavin, kamyonun arka tekerinin altındaki takozu almıştı. Şöför de son gazla kamyonu rampa yukarı hareket ettirmiş, sonra muavin koşup sağdan atlayıp tutunmuştu. Kamyonun arkasından koşan bir yığın çocuğun arasında o da vardı. Kamyona asılıp birazcık gittikden sora atlayacaktı. Kamyon hızlanmaya başlayınca herkes atlamış bir tek o kalmıştı. Korkudan kendini yere attığında ağzı aşağı toprağa düşmüş, dişine gelen bir taşla da dişi kırılıp ağzının içi kanla dolmuştu. Babasından korkusundan, o gün eve karanlık olunca varıp toprak damın üstünde öyle beklerken uyuya kalmıştı.
Genç adam, sıcağa karşın köye doğru yürümeye başladı. Köy, üç kilometre kadar uzakta bulunuyordu. Bu güne kadar babasını ziyarete neden gelmediğini düşündü ama, buna bir şey bulamadı. İçine doğru ılık bir hüzün esti.
Yol kenarında adını unutmuş olduğu sarı sarı açmış, dikenli ve hafif bir kokusu olan çiçekleri özenle topladı. Onları babasına götürecekti.
Ağustos sıcağının altında yürüyerek sersemlemiş bir durumda köyün karşısına geldiğinde vakit öğle sonrasını geçmişti. Yol boyunca karşıdan kimse de gelmemişti. Çok yorgundu. Sıcak dayanılacak gibi değildi. Köyün tam karşı tarafında ve hemen yolun kenarında bulunan yaşlı ve büyük çam ağacına doğru yürdü. Bu, tek çamın hala yaşıyor olmasına sevindi. Köylüler bu çama Tekçam adını vermişlerdi. Tekçam, çok yaşlı olmalıydı. Koyu ve serin gölgesi dinlendirir, rahatlatırdı. Bu yakınlarda ondan başka da ağaç yoktu. Belki bundan dolayı, bu çama Tekçam demişlerdi köylüler.
Bazen hayvanlar, bazen de yoldan gelip geçenler gölgesinde dinlenirlerdi. Genç adam çamın gölgesine varıp oturdu. Oturduğu yerden köyün büyük bir bölümünü görebiliyordu. Ağır ağır gömleğinin düğmelerini çözdü, ayakkabısını çorabını çıkardı, eliyle yavaşça toprağı sevdi. Aşağıda eski ilkokulun yıkık duvarları ve içinde otlayan bir kaç hayvan gözüküyordu. Evlerinin olduğu yöne, karşı yamaca doğru baktığında ise hiçbir şey belli değildi. Evlerinin önündeki iki büyük dut ağacı ve arkadaki bahçe bütünüyle yok edilmişdi.
Cebinden mendilini çıkartıp alnında birikmiş terleri sildi. Köyü görmeyeli uzun zaman olmuştu.
Babasını en son gördüğü anı hatırlamaya çalıştı. Aklında kalanlar pek azdı. Hatırlayabildiği, babasının aklaşmış sakalıydı. Bir de elinden tutup da kendini şu aşağıdaki duvarları yıkık okula yazdırmaya getirdiği gündü. Bir kaç küçük şey daha olabilirdi.
Ayrılmadan az önce olmalıydı. Elini acıtacak kadar sıkı tutmuştu babası. Gözlerini ondan devamlı kaçırıyor, boşluğa doğru bakıyordu nedense. Sonra, birden eli babasının elinden kaymıştı. Bir şeyler söyleyecekmiş gibi yapmışsa da ağzından bir sözcük çıkmamıştı babasının. Birazdan babasını ziyaret edecekti. Mezarlık uzak sayılmazdı.
Köyün öbür tarafından davul sesine benzer sesler duyuluyordu. Bir düğün olabilirdi. Ses, hafif esen rüzgarla dalga dalga geliyordu.
Köyün görülebilen yerlerinde, bazı evlerin damlarının yıkılmış olduğu bahçelerin bozulduğu, ağaçlarınsa kesilmiş olduğu belli oluyordu.
Genç adamın aklı ve duyguları iyice karışmıştı. Yorgun ve bitkin bir haldeydi. İçindeki titreme de geçmemişti.
Sırt üstüne yavaşca yumuşak toprağa uzandı.
Kısa zaman içinde uyuya kaldı.
Rüyasında babasının mezarı başında dikiliyordu. Mezarın üzerinde yaban otları büyümüştü. Hiç bakım yapılmadığı, hatta hiç ziyaretçi gelmediği belli oluyordu. Dikenli, sarı yaban çiçeğini elinde sıkıca tutmuştu. Arılar, kelebekler gözünün önünden uçuşurken ter damlacıkları anlıdan gözüne yüzüne doğru akıyordu. Kulaklarında dayanılmaz bir uğultu vardı. Gözünün önündeki her şey dönmeye başlamıştı. Gittikçe daha hızlı, daha hızlı dönüyordu...
Birden, ayağının dibinde bir yılanı farketti. Yılan dimdik onun gözlerinin içine doğru bakıyordu. Korkudan sıçradı. Uyandığında ter içinde kaldığını farketti. Yavaşça doğrulup oturdu, çevreye baktı. Vakit, tahminen gece yarısıydı.
Köyde bazı evlerden soluk ışık belirtileri görülüyordu.