- 994 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
ANKARA - HANOVVER HATTI
Uçağın penceresinden bakıyordu. Aşağısı pamuk tarlasıydı sanki. Bembeyaz bulut kümeleri. Her şey; bütün sıkıntılar bulut kümelerinin altında kalmışlardı. Baş belası trafik, 112 Acil’in insanı mahveden sirenleri, üç kağıtçılar, beş kağıtçılar, sahtekar siyasetçiler, kimlik kavgaları, etnik tartışmaları hep pamuk tarlalarının altında kalmışlardı. Hepsinin canı cehenneme idi. Gökyüzünden hiç inmese ne vardı ki sanki. Uçağın hava boşluğunda takır tukur etmesine de pek aldırmadı. Yanındakiler dualara sarılmışlardı ya o hiç umursamadı. İki seçenek vardı. Ölmek ve yaşamak. Uçak düşse ölecekti buna adı gibi emindi. Düşmese de çileli yaşantısına devam edecekti. O da ölmek gibi bir şeydi. Sadece gözlerini kapadı. Ölümden korkan alçaktır, diye mırıldandı. Hostes, arada bir gitti geldi koridorda. Servis ikramında iki kadeh rakı yuvarlamıştı kurumuş boğazından. "İyi gelir can sıkkınlığıma,"diye düşünmüştü. Bu yaşına gelmiş hiçbir şeyi halledememişti. Zaten kendine de on yıllık ömür biçmişti. Orhan Kemal’den on yıl daha fazla kahır çeksem yeter diyordu.
Uçaktan indiklerinde yağmur çiseliyordu.
- Hiç mi buranın yağmuru dinmez, dedi kızına.
- Dinmez, çünkü Almanya’nın ormanları çok, dedi kızı Aysu.. Kızının duyarlı olması hoşuna gitti.
- Peki bizim de ormanlarımız çok olsa yağmur yağar mı?
– Yağar, dedi, aynı duyarlılıkla kızı.
İki koldan pasaport kuyruğuna girdiler. Çoğunluğu Türk’tü kuyruktakilerin. Altmıştan bu tarafa kaç jenerasyon geçmişti? Bunlar kaçıncı kuşaktılar. Türklerin içinde Türkçe konuşanların dışında Almanca konuşanlar da vardı. Bazılarının eşleri Almandı. Sarı saçlarından belliydiler. Melezleşmiş çocuklar vardı yanlarında.
- Pasaport!
Çıkarıp uzattı yeşil pasaportunu. Görevli göz altından adama baktı. “ Nasıl da bizlere benziyo,” dedi içinden. Alman- Türk karışımı olsa gerek…diye düşündü.
Bir yıldır görmüyordu çocuklarını. Senede on beş gün hasret gideriyorlardı. Sanki açık cezaevi görüşmeleri gibiydi on beş günlük süre.
Dönen paletlerin üzerlerinden valizlerini aldılar. Otuzardan doksan kilo haklarını bir gramına kadar kullanmışlardı. Çoğunlukla da gıdasal ürünlerdi. Bol bol tatlı,fındık fıstık, kavun,üzüm ne varsa doldurmuşlardı valize.
– Baba burada üzümün kilosu üç yero diyorlardı, çocukları. Valizlerini aldılar. İki numara olan oğlu karşıladı bu sefer.
Sarıldılar birbirlerine. Bir yıllık hasret unutulmuştu birden bire. Eve girdiklerinde hala çalışmakta olan yük trenlerinin sesleri geliyordu kulaklarına. İnsanlar, sabahın kör karanlığında bisikletleriyle işlerine yetişebilmenin telaşı içerisindeydiler.
- Ödevini belledin mi baba, dedi oğlu gülerek.
– Belledim. Yarın kızı istemeye gideriz. Çok mu seviyon?
– Seviyom!
– Üç bin kilometreden kızı isteyem diye çağırdığına göre…
- Peki nasıl olacak? Hem okul, hem evlilik.
– Sen merak etme.Hem çalışır, hem okur, hem de evliliği yürütürüm.
“ Vay be aşkın gücüne bak, “diye içinden geçirdi. Ben biraz kestireyim olmaz mı? Sonra kalkıp gezecem sokakları. Şu penelerin( bohem hayatını tercih eden almanlar) olduğu mekanı çok merak ediyom. Onların iç dünyalarını tanımak isterim doğrusu.
Oğlu tatlılara yumulurken kendisi de kanepeye kıvrıldı.