- 634 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HZ. MUHAMMED'İN (SA) ÖRNEKLİĞİ / MEDİNE'DE 11 YIL (06)
Allah ile insanlar arasındaki engeli kaldırmak!
Hayat algısı. Müslümanlar nasıl bir hayat istiyorlar? Kendileri gibi inanmayanlara nasıl bir hayat istiyorlar? İstedikleri hayat algısı, Allah’ın ayetlerinde Müslümanlar için emrettiği hayat algısı mıdır?
Sorgulamalarıyla ele alacağımız her konu, insanların Allah ile arasında engel olabileceği gibi, Allah’a daha çok yaklaştıran konular olabilir.
Felsefelerin, kültürlerin, hayat algılarının insan üzerinde etkisi çoktur. Doğayla bütünlük içinde yaşayan bir insanla, sanayi kentlerinde, şehirlerin karışık, gizemli, kuralcı yaşamlarında hayat algısı oluşturan insanların hayata bakış açıları farklıdır. Doğayla yaşam kuran insanların herhangi bir garantileri yoktur. Ektikleri, diktikleri, yetiştirdikleri ürün vermeyebilir. Bu nedenle, bütün emeğini toprağa veren insan, topraktan gelecek ürünü bekler. Bekleme arifesinde, insanla Allah arasında ilişki kurulmaya başlar. Ürünün bereketli olması, yağmurların yağması, güneşin olması, mevsimlerin iyi geçmesi, zararlı şeylerin ürünlerine hasar vermemesi gibi bütün konularda, insan Allah’ın yardımına yönelir. Topraktan yaratılan ve toprağa gidecek olan insanın doğayla bütünleştiği her an, aynı zamanda Allah ile de bütünleştiği andır. Hangi dinden olursa olsun, dünyada tarımla uğraşan insanların Tanrılarıyla bağlantıları güçlüdür. Toprakla ilişki insanın insana özgürlüğünü öne çıkarırken, insanın tanrısıyla ilişkisini artırır.
Doğada hayvancılık, balıkçılık yapanlarda aynı tür duygular içindedirler. Ancak göçebe hayatı yaşayanların, doğayla ilintileri farklıdır. Doğanın verdiklerini alırlar. Üretime katkıda bulunmazlar. Yerleşik olmayan düzenleri, bir yeri üretime yönelik haline getirmek, oradan yaşamları için bir şeyler beklemek gibi olgular taşımaz. Doğayla aidiyetleri yoktur. Yaşama, yaşamın garantilerine karşı özgürdürler. Dağlardan, ovalardan, bozkırlardan, nehir kenarlarından elde edebildikleri her şeyle hayatlarını idame ettirirler. Onlar doğanın imkânlarından sınırsız yararlanırken, asla doğaya bir şey vermezler. Sadece tüketirler. Bir bölgeden geçinme imkânlarını yitirdiklerinde diğer yerlere giderler. Hâlbuki yerleşik düzen kuran, köyler, kasabalar, tükettikleri şeylerin yerine üretmeyi esas alırlar. Aradaki bu fark, göçebe ruhunun bağlantısızlığını gösterir. Doğaya, insanlara bağlantısız olanlar, aynı zamanda Tanrıya da bağlantısız olurlar.
Sanayi kentlerinde yeni bir hayat olgusu oluşmaya başlar. İşçi patron ilişkisi, patron para ilişkisi başlar. Böylece insan özgürlüğünü kaybeder. İşçiler patrona, patronlar paraya karşı özgürlüklerini kaybederler. Hayat algıları, patronun paranın gücüne, garantörlüğüne, işçiler, patronların ay sonunda verecekleri maaşların gücüne, garantörlüğüne inanmaya başlar. Patronlar bilirler ki, paraları varsa güçleri vardır. Kimse önlerinde duramaz. İşçiler bilirler ki, çalıştıkları yerler güçlüyse, hayatları garanti altındadır. Yapacakları tek şey, ömürlerinden belirli bir yılı işlerine vermektir. Bu durum patronlar içinde, işçiler içinde aynıdır. Herhangi bir rastlantı yoktur. Her şey, ince, matematiksel hesaplara bağlıdır. Herhangi bir tereddüt yoktur. Gerçi rekabet şartlarında patronlar işlerini kaybedebilirler ama bu durumda işçiler yine de garanti altındadırlar. Zira işine sadık işçiler daima patronlar değişse de işlerinin başındadırlar. Hayat algısındaki garantililik, insanla tanrı arasına girer. İnsan doğadaki insan gibi, umutlarını tanrıya bağlamaz.
Diğer şehirlerde yaşayanlar sanayi kentlerindekiler gibi olmasalar da, hayatları doğadaki insanların hayatlarına benzemez. Şehirlerde kurulan ekonomik, siyasal, sosyolojik, hukuksal ilişkiler, insan hayatına yeni bir kimlik kazandırır. Doğal samimi Tanrısal ilişkiler yerine, şehirlerin kurallarıyla sınırlandırılmış ilişkiler kurarlar. Çoğu zaman şehirlerde kurdukları hayat garantileri içinde, manevi duygularını tatmin için Tanrıya inanırlar.
Dünya tarihi, göçebe ve yerleşik toplumlar olarak yaşamını sürdürürken, kentleşme, sanayileşmeyle tanıştı. Kentleşme ve sanayileşmeden önce, yerleşik insanlar şehirlerde yaşasalar bile, kırsal kesimlerle bağlarını hiç koparmadılar. Ancak son yüzyıl içinde, insanların kurduğu yaşam, insanların kırsal kesimlerden kopmasına neden oldu. Böylece yeni bir yaşam biçimi, bütün sorunlarıyla birlikte insanlığın tarihine yazılmaya başladı. Günümüzün devletleri, yüzyıl öncesinin devletleri gibi değil. Önceki yüzyılların devletleri, insanları garantiye alan, toplumsal, sosyal sorumluluklar üstlenen devlet anlayışından uzaktılar. Kırsal kesimdekilerden aldıkları vergilerle ki, bu vergilerin geneli ayni yani, tarım ve hayvan ürünleriydi. Doğru bir tanımla devletler, kırsal kesimlere kendilerini, ordularını beslettirdiler. Günümüzün devlet modelleri sosyal, hukuksal sorumluluklar üstlenerek farklı bir seyir çizmeye başladılar. İşçi, memur, esnaf veya işyeri sahiplerinin emeklilik hakları, çıkarılan sağlık yasaları, insanların hayatlarını garanti altına almaya başladı. Bundan yüz, iki yüz yıl öncesini düşünün. Memurların, işçilerin, esnafların emeklilik hakları yok. Devlet kendini bu yönde organize etmemiş. Bu tür maddi garantiler daha çok toplumun içyapısında gerçekleştirilmiş. Her ne kadar Müslümanların oluşturduğu toplumlarda, zekât, infak, vakıf sistemleri topluma belirli garantiler getirse de, devlet toplumu direkt düşünen bir yapıya sahip olmamıştır. İmparatorlukların savaşlar sonucunda aldığı ganimetlerin ne kadarını toplumun yararına harcadığı konusu tartışılır.
Bugün ülkemizde ve dünyada, sosyal devlet algısıyla oluşturulan düzenlerde, milyonlarca insan, emeklilik, sağlık sistemleriyle hayatlarına destek almaktadırlar. Aldıkları desteklerle hayatlarının garantide olduğunu düşünmektedirler. Toplumdaki çekişme, alınan garantilerin yeterli olup olmamasına yönelik. Hemen her ülkede alınan garantilerin yeterli olmadığı anlayışı hâkim.
Sözünü ettiğimiz bu hayat algılarında iki insan tipi karşımıza çıkmaktadır. Birincisi; doğayla bütünleşen, doğadan beklentilerine kavuşmak için Tanrısıyla ilişki kurmayı öne çıkaran insan tipi. İkincisi; şehirlerde ve sanayi kentlerinde yaşayan, soysal devlet projeleriyle çıkarılan, İş kanunu ve sağlık yasalarının getirdiği haklarla yaşayan insan tipi… Bu iki insan tipi arasında insanların tanrısıyla ilişki kurmasının dışında, aidiyetleri de farklılık doğurmaktadır. Doğayla bütünleşen insanın egemen devletle bağlantısı fazla yoktur. Yani devletine karşı daha bağımsız, daha özgür bir yapıya sahiptir. Devletin denetim gücü, iktidar gücü üzerinde etkili değildir. Bu nedenle, herhangi bir ideolojik, dini ayrışmada, kırsal kesimde yaşayanların yapacağı ince hesaplar olmaz. Eğer Allah’ın ayetleri onlara doğru bir şekilde anlatılırsa, özgür anlayışlarıyla ve sürekli yakarışlarıyla birlikte oldukları Allah’la ilişkilerini daha samimi, daha candan kurarlar. Şehirlerde, sanayi kentlerinde yaşayan insanlar ise, yaşamlarına bağlıdırlar. Yaşamlarını sağlayan devletin iktidar gücü, denetimi onlar üzerinde etkendir. Bir bakıma şehirlerde, sanayi kentlerinde yaşayanlar bireysel özgürlük alanlarında kaybolmuş gibidirler. Aldıkları hayat garantilerini kaybetmek istemezler. Kimi memurdur, memurluğundan olmak istemez. Kimi işçidir, işinden olmak istemez. Kimi patrondur, işinden aşından olmak istemez. Kimi devlet kademelerinde yüksek düzeyde görev alan bürokrattır, mevkilerinden, makamlarından olmak istemez. Vazgeçemeyecekleri hayat algıları, Allah ile aralarında engel olur. Allah’ın ayetleri kendilerine okunduğunda, okunan ayetleri hayat şartlarına, vazgeçemeyecekleri garantilere göre algılamaya çalışırlar. Doğayla bütünleşen insanların bu tür düşünceleri yoktur. Doğayla bütünleşen insanların tek kusuru, bilgi eksikliğidir. Çünkü bilgi merkezleri genellikle şehirlerde kurulmuş, şehirlerdeki insanlar bilgilendirilmektedir. Ancak şehirlerde kurulan bilgi merkezleri, şehirlerin yaşamlarına göre uyarlanmıştır. Yani şehirlerde ideolojiler veya dinler adına öğretilen bilgiler, şehirlerin, sanayi kentlerinin, devletlerinin şartlarına göre eğrilmiş, bükülmüş, geliştirilmiştir. Bu nedenle şehirlerde oluşan bilgi ıslahatçılığa yönelirken, doğayla bütünleşen insanların yaşadığı yerlerdeki bilgiler devrimci niteliğini korurlar. Aslında dinin kuralları açık, nettir. Sokaktaki bir çocuğa bile sorsanız size doğru cevaplar verecektir. Mesela; çocuğa, “evladım Müslüman yalan söyler mi?” Dediğinizde hayır cevabını alırsınız. Hâlbuki yalan hayatımızın en temel gerçeğidir. Çocuğa “evladım Müslüman içki içer mi? Dediğinizde hayır cevabını alırsınız. Ama Müslümanların yaşadığı yerlerde içki su gibi içilmektedir. Örnekler çoğaltılabilir. Şehir hayatında Müslümanlar, oruçsuz, namazsız, zekâtsız, infaksız yaşabilirler. Yaşamanın yolunu da bulmuşlardır. Şehir hayatında Müslümanlar, yalanla, riyayla, gıybetle, içkiyle, faizle, zinayla, hırsızlıkla, hak yiyerek yaşayabilirler. Yaşamanın yolunu da bulmuşlardır. İman amelden cüz değildir denilerek, her türlü yanlış amel ve amelsizlik imana zarar vermez düşüncesiyle oluşturdukları mezhebi anlayışlarla, Müslümanlar yaşamlarını sürdürürler.
Bilginin ıslahatçılığa yönelmesi, tevhidin “la“ hayır prensibine aykırı düşer. La, yani Allah’tan başka insanlar üzerine otorite kuran, yasa koyan, deneten, denetleyen, cezalandıran yoktur. Kırsal kesimde yaşayanların yaşamları tevhidin bu özüne daha yakındır. Çünkü onlar, devletin denetiminden, cezalandırmasından, yasalarından uzakta yaşarlar. Hayatlarında bu tür alışkanlıkları yoktur. Onlar şehirlere geldiğinde yasalarla tanışırlar. Eğer günümüzdeki gibi şehirlere ürettikleri ürünleri satmaya geliyorlarsa, zaten geçici ilişkiler kuruyorlardır. Geçici ilişkiler yaşam oluşturmazlar. Hâlbuki günümüzün devlet anlayışlarından uzaktaki, geçmiş yüzyılların devletleri, yasalarını kırsal kesimlerden vergi toplayarak gösteriyorlardı. Geçmiş yüzyıllarda kurulan devletler, şehirlerdekileri daha rahat bırakırken, köyleri, kasabaları yasalarıyla sıkıştırıyorlardı. Son yüzyıllardaki bu değişimler, devlet anlayışının, insanların devletlere karşı tutumlarının sonuçlarını da değiştirdi.
Fransız kültür ihtilali, Rusya’daki Bolşevik ihtilali, Mao’nun uzun yürüyüşü sonuncunda ulaştığı devrim, Gandi’nin pasif direnişi gibi devrimler, kırsal kesimde yaşayan insanların şehirlere yürümesiyle gerçekleşmiştir. Şehirlerdeki bilgili fikir sahibi insanlar, şehirlerdeki çalışmalarıyla bir sonuca ulaşamamışlar. Çalışmalarını kırsal kesimlere ulaştırdıklarında, kazmasını, küreğini, baltasını, yabasını, tırpanını kapan şehre doğru yürümüştür.
Türkiye cumhuriyeti döneminde, devletle arası açılan muhafazakâr kesimler, yaptıkları dinsel çalışmalarını köylere indirerek, hem denetimlerden uzak kalmayı, hem de kırsal kesimlerin özgürlük anlayışından yararlanarak geliştirmeyi amaçladılar. Said Nursi’nin Nur cemaati, Süleyman Tunahan’ın Kur’an kurslarının, ya köylerde, ya da şehirlerin kenar, merkeze uzak kırsal kesimlerinde kurulmuş olması tesadüfî değildir. Aynı şeyi Roma imparatorluğunun baskılarından kurtulmak isteyen Hıristiyanlarda da görüyoruz. Küçük kiliselerini, mabetlerini, kırsal kesimlerde, herkesin çıkmaya cesaret edemeyeceği, kurul düzenlerden, insanlardan uzak yerlerde kurdukları da tesadüfî değildir. Aynı şekilde Budist tapınaklarının Himalaya dağlarının yüksek bölgelerinde, yaylalarda kurulması, buralarda din tedrisatlarını yapmaları da tesadüfî değildir. Türkiye Cumhuriyeti döneminde kurulan köy enstitüleri de aynı mantıkla kurulmuş okullardır. Amaçları, kırsal kesimlere yakın yerlerde kurulan ve tarım, hayvancılık üzerine eğitim alan öğretmenler, köy okullarına giderek köylüleri ateizm üzerine bilinçlendireceklerdir. Yaptıkları taktik hatalarıyla köylerden kovulmuşlar. 1950 yılından sonra çok partili devre geçince de kaldırılmışlardır. Acele edip taktik hatası yapmamış olsalardı, başarmamaları zor değildi. Ama köylere gider gitmez, köylerde yaşayan insanların dinleriyle çatışmaları, köy imamlarını karşılarına alıp düşman ilan etmeleri işlerini bitirmiştir. Ama işin özünde Türkiye Cumhuriyeti de, din dışı, batıcı düşüncelerini kırsal kesimlerden başlatma gereğini hissetmiştir. Üstelik devlet desteğiyle bu işi başarma yolunu seçmiştir. Tabi işin özünde bu da vardır. Kırsal kesimde bilgilenme, bilinçlenmeler genelde devlet karşıtı olurken, devletin böyle bir işe kalkması toplumun dikkatini çekmiştir. Hâlbuki kırsal kesimdeki yapılanmaların alt yapısında, doğayla bütünleşmek, kurulu düzenlerden bağımsız olmak, özgürce kendilerini geliştirmek vardır. Buralarda yetişen insanlar, sıkıştıkları zaman dönebilecekleri özgür ortamlara bağlılıklarının yanında, şehirlerin, kurulu düzenlerin bağılıklarını öne çıkaran olgulardan uzak yetişirler, şehirlere gelip inançlarını anlatırlar. Yetiştirdikleri insanları şehirlerin içine salarak, inançlarına uygun devrim gerçekleştirmeyi amaçlarlar.
Mescid-i Aksa, İbrahim-i dinlerin temel olgusu gibi görünse de, aynı şey, Hint dinlerinde, Budizm’de de vardır. Yani özgürlüğüne düşkün bütün dinlerin Mescid’i Aksa’ları vardır. Günümüzde Mescid’i aksa denilince sadece Kudüs’teki akla gelse de, aslında yaşamların var olduğu, şehirlerin kenarlarında, şehirlerin denetimlerinden uzak mescitler her zaman olmuştur. Bugün Müslümanların Mescit denilince, sadece Müslümanların camiden küçük ibadet yerleri akla geliyor. Hâlbuki böyle değil, adına kilise de, tapınak da desek, her toplumun şehirlerden uzak mescitleri vardır. Mescitlerin özünde, bağımsızlık, düzenden kopuşluk, şehirlerin kurulu düzenlerinin denetimden uzaklılık esastır. İzmir Selçuk’taki Meryem ana tapınağı, Kur’an-i deyimle mescidi, Selçuk’tan uzakta dağların yamaçlarındadır. Yaya ulaşımı da öyle kolay değildir.
Güney Kore gezimde, görmek istediğim tapınaklarına gittiğimde, aslında kurulurken şehirden uzakta dağ eteğinde kurulduğu anlaşılan, ama şehir büyüdükçe şehrin içinde kalan bir yapının varlığını gördüm. 2003 yılında gösterime giren Tom Cruise’nin oynadığı Son Samuray filminde, başrol oyuncusunun samuray yetiştiği Japon köyünün, şehirden uzak, tepelerde kurulu olduğunu ve oradaki samuray liderinin koyu bir dindar olduğunu, ibadet yaptığı tapınağın bizim köy mescitlerine benzediğini görünce şaşırıp kalmıştım. Üstelik şaşkınlığım, aynı şekilde diz çöküp tahiyyatta duruşu, aynı şekilde ellerini açarak dua edişi, “Allah, Allah Müslüman mı bunlar?” dedirtmişti ama Müslüman değillerdi. Samuraylar köyün özgürlüğü içinde, inançlarının etik boyutuyla yetişiyorlar. Şehirlere gelip düzen değiştiriyorlardı.
Hayat algısı, insanları özgürleştiren yapıda olabileceği gibi, insanları yaşama köleleştiren de olabilir. Ne yazık ki günümüzün devlet anlayışları, sosyal, hukuksal, ekonomik, siyasal projeleriyle insanların hayatlarına garantiler sunarken, aynı zaman da kendilerini köleleştirip, bağımsızlıklarını ellerinden almaktadır. Dünyaya ait bağlantılarını bilgi, bilinç çerçevesinde kurtarıp, sadece Allah’a bağlanmayı esas alacak düşünce yapısına ulaşmak, bağımlıklarına alışkın hale gelen insanlar için çok zordur. Dikkat ederseniz, Mekkeliler, Mekke’de Kâbe’nin bulunuşuyla, Arabistan üzerinde hâkimiyet kuruyorlardı. Bu nedenle Ebu Süfyan, “din bizim ticaretimizdir, şimdi biz 360 ilahımızı bırakıp, bir tek Allah’a mı tapacağız? Böyle yaparsak bizim ticaretimiz yok olur” diyordu. Bu konuda Medineliler farklı düşünüyorlardı. Medine yol üzerinde bulunduğu müddetçe kervan ticareti hiçbir zaman bitmeyecekti. Medinelilerin Kâbe’de bulunan putlardan herhangi bir ticari kar sağlamaları söz konusu değildi. Toprakları zengin, hurmalıkları genişti. Doğaya ve kervanların ticaretine bağlı olarak hayatlarını sürdürüyorlardı. Bu nedenle Mekkeliler gibi düşünerek, Allah ile aralarına putlarını koymadılar. Özgürce, putlarını ret ederek Allah’a bağlandılar. Mekkelilerin geneli ise, Arabistan’da putperestlik bitince her şeylerinin bittiğini anlayıp teslim oldular.
Allah’ın ayetleri insanlara okunduğunda, insanların algısı yaşam alışkanlıkların gölgesinde olmaktadır. Çünkü ayetler insanlara, vazgeçmesi gerekenlerden söz ediyor. İnsanlar elbette dünya yaşamında dünyadaki birçok nimetlerden yararlanacaktır. Ancak birçok nimetlerden yararlanmak, birçok nimete bağımlı olmak değildi. Yaşam için çalışmakla, çalışmak için yaşamak arasındaki farkı anlamak gerekiyor. Yaşam için çalışmakta, yaşamın gerekleri kazanmak için insanın çalışma hayatına girmesi var. İnsan yaşamın gereklerine karşı özgürdür. İhtiyacını karşıladığında çalışmayı bırakır. Çalışmak için yaşamak da ise, çalışmak olgusu insanı esir almıştır. İnsan çalışabilmek için bütün hayatını vakfeder. Çalışmak, bugünkü deyimle çalışanı işinin kölesi haline getirir. Bugün “işinin kölesi olmakla” suçladığımız nice insan vardır. Hâlbuki onları suçlarken kendimizin ne halde olduğunu bilmiyoruzdur. Belki de, kölesi olacak işimizin olmayışı, kendimizi özgür hissettirmektedir.
Dünya hırsı, ister işçi, ister patron, ister memur, ister bürokrat olsun, her insanı aklını başından aldıran bir olgudur. Dünyaya bağlanma, dünyada sınırsız kazanma hırsı, insanın bütün bağlarını dünya için kurar. Bu tür algıyla hayatını yaşayanların, bağlarından kurtulup, yalnız Allah’a yönelmeleri zordur. Hırs konusunda, şehirdeki ile kırsal kesimdeki insanların arasında fark yoktur. Hırslı insan her yerde bulunabilir. Ancak kırsal kesimlerde hırslar sadece insanların bağlılıklarını artırırken, sanayi kentlerinde, şehirlerde insanların bağlarını hırslarının yanında yaşam şartları da artırır. Yani kırsal kesimlerin dışında yaşayan insanları iki tehlike yakalar. Birincisi hırs, ikinci yaşam şartlarıdır.
Son dönemlerde “inandığın gibi yaşamıyorsan, yaşadığın gibi inanırsın” özetiyle anlatılmak istenen, hayat algısının insanı ne kadar etkilediğidir. İnancının özlerine, kurallarına göre yaşamıyorsan, yaşadığın kurallarla inanç oluşturursun. Günümüzde sadece Müslümanların değil, bütün dinlerin başına gelen, hatta bütün ideolojilerin başına gelen budur. İnsanlar inançlarının, ideolojilerinin özlerine, kurallarına göre yaşamadıkça, inançlarını, ideolojilerini yaşamlarına göre eğmeye, bükmeye, yorumlamaya çalışmaktadırlar. Mesela, ülkemizde sol düşünce, insanlığın eşitliği, emeğin kutsallığı, paylaşımda eşitliği esas alırken, ulusalcı, baskıcı, ırkçı bir yapıya ulaşmış. Toplumun tepesinde, kibirli, entel, zengin, kapitalist bir burjuva yapılanmasına girmiştir. Hakeza aynı şekilde Müslümanlar da, mevcut düzen içende yer alabilmek amacıyla, muhafazakâr burjuva kesimini oluşturabilmek için, kapitalistlerin ortaya koyduğu “hedefe doğru giden her yol mubahtır” anlayışının bir başka çeşidini hayatlarına sokmuşlardır. Allah’ın ayetleri köleliğin en kısa zamanda kaldırılmasına, bir daha insanlığın yaşamına sokulmamasına yönelik özleri taşırken, 1400 yıllık süre içinde Müslümanların hayatından kölelik kalkmamıştır. İnsanın insana egemenliğini esas alan yönetim anlayışları… Erkek egemen hayat algısının dine yansıtılması… Toplumsallıktan bireyciliğe dönüşen insan algısı… Günümüz insanlarını derinden etkilemiştir. Deyimlerimizde yer bulan “atı alan Üsküdar’ı geçti”, “gemisini kurtaran kaptandır”, “at binenin, kılıç kullananındır”, “ayağını yorganına göre uzat” deyimleri İslam’ın ilkelerinden uzakta, ayetlerin çizdiği hayat tarzının dışında oluşmuştur. Hele Müslümanların son devleti sayılan Osmanlı hanedanlarının Yeniçeri ocaklarında uyguladıkları kuralların İslam’ın kurallarıyla hiçbir ilgisi yoktur.
Allah’ın ayetleri dikkatle izlendiğinde, insana dünyada biçilen hayatın özü bellidir. Allah, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" demişti. Onlar da, "Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)" demişlerdi” Araf ﴾172﴿ Ayete bakıldığında, İnsanların Rabbi Allah’tır. Yaratıcı, eğiticisi, geliştirici anlamlarına gelen tanımla Rab, yarattığı insanı, eğitir, geliştirir. Allah’ın insanlara din göndermesinin nedeni budur. Allah Zariyat suresinin 56. Ayetinde “cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” demektedir. İbadet kelime anlamı olarak, bir emri yerine getirmek, uygulamak anlamlarına gelir. İbadet kelimesinin Arapça anlamı sadece dine ait değildir. Din hükümlerinin dışında da, insanlar emredilen, kuralların, yasaların gereğini yaparlarsa ibadet etmiş olmaktadırlar. Bu tanımlar Araplara fasih Arapçayla gönderilen ayetlerin tanımlarıdır. Onun için Allah sadece kendine ibadet edilmesini ister. Yani insanlar sadece Allah’ın emirlerini dinleyerek, yerine getirerek hayatlarını yaşamaları gerekir. Allah’ın emirlerini bırakıp, başka varlıkların emirlerini dinleyenler, yerine getirenler, emirlerini dinledikleri kişi ve kurumlara ibadet etmiş sayılırlar. Allah’ın Kur’an-da, atalar dininden, Firavun’un, Nemrut’un dininden söz etmesi bu anlamdadır.
Allah kendisine ibadet için yarattığı insana, Rabbiniz ben değil miyim? Sorusunu sorarak, insanların ancak kendisinin emirlerini yerine getirmesi gerektiğini vurgulamıştır. İnsanı dünyaya gönderen Allah, dünya hayatında “insanı verdiği bu sözden imtihan eder” Rab olarak, insanların kendisine ibadet etmesi için gönderdiği ayetlerle, emirlerini, kurallarını, yasalarını belirler. Emirlerine uyup, kurallarını, yasalarını hayatlarında uygulayanlar, verdikleri sözü yerine getirmiş olurlar.
Dünya hayatının özünün, Rab, ibadet kavramlarında imtihan olduğunu Allah ayetlerinde belirtmektedir. İnsan suresi 2. Ayet. “Şüphesiz biz insanı, karışım halindeki az bir sudan yarattık ve onu imtihan edeceğiz. Bu sebeple onu işitir ve görür kıldık” Hud suresi 7. Ayet. “Rabbiniz, hanginizin amelinin daha güzel olacağı konusunda sizi imtihan için, henüz Arş’ı su üstünde iken gökleri, yeri altı gün içinde yaratandır. Böyle iken "Ölümden sonra şüphesiz diriltileceksiniz" desen, inkârcılar "Mutlaka bu apaçık bir büyüdür" derler” Kalem suresinin 45. Ayetinde Allah “Onlara mühlet veriyorum” diyerek insana dünyada mühlet verdiğini belirtir. Verilen mühlet içinde insan ”bir imtihan ve bir vakte kadar yararlanma" (Enbiya-111﴿ halindedir. Dünyadaki nimetlerden yararlanır. Yararlanarak dünyadaki yaşamını sürdürür. Yaşamı içinde de, imtihan edilir. Enbiya suresinin 35. Ayetinde “Her canlı ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak hayır ile de şer ile de deniyoruz. Ancak bize döndürüleceksiniz” deniliyor. Ayette geçen hayır, iyilik, doğruluk, güzellik, şer ise, kötülük, yanlışlık, çirkinlik anlamındadır. Allah neyin güzel, iyi, doğru olduğunu ayetleriyle bildirir. İnsanların kendilerine göre, iyilik, kötülük, güzellik, çirkinlik, doğruluk, yanlışlık kurallarını koyması Allah tarafından ret edilir. Zira İyilik, kötülük, güzellik kuralları insan, insanlar için bireysel, toplumsal yasalar haline gelir. İnsan ve insanlar için, bireysel, toplumsal yasalara Allah din demektedir. Eğer insanlar Allah’ın iyilik, güzellik, doğruluk kavramlarına rağmen, kendileri iyilik, güzellik, doğruluk kavramlarını belirlerlerse, Allah onları imtihanın amacından sapmış, imtihanı kaybetmişler olarak belirler. Ayetlerde geçen hayır ve şer kavramları, halkın genellikle anladığı şekilde, başlarına iyilikler, kötülükler anlamında değildir. İyiliklerin, kötülüklerin neler olduğunun belirlenmesidir. Müslümanların hayır ve şer Allah’tandır anlayışının özü budur. Yani hayır ve şer kavramlarını Allah belirler. Neler hayırdır. Neler şerdir. Ama insanlar, başlarına gelen hayırların ve şerlerin Allah’tan olduğuna inanarak, imtihanın sorumluluklarından kaçacak yorumlar yapmayı öne çıkarırlar.
Yine Kasas suresinin 2-3. Ayetlerinde “İnsanlar, "İnandık" demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı zannederler. Andolsun, biz onlardan öncekileri de imtihan etmiştik. Allah doğru söyleyenleri de yalancıları da mutlaka bilir” özetiyle halen yaşayan insanın imtihanda olduğu, geçmişte yaşayan ama bugün yeryüzünde olmayan insanlarında imtihan edildiğidir. Ayetlerde dünyadaki her şeyin imtihan aracı olduğu belirtiliyor. Teğabun suresi 15. ayette “Mallarınız ve çocuklarınız ancak birer imtihandır; Allah katında ise büyük bir mükâfat vardır” denilmektedir.
Allah’ın bize verdiği bütün nimetler, akıl, zekâ, mantık, irade, duyular, yaşam, kabiliyetler, yetenekler, hepsi birer imtihandır. Bütün bunları nasıl kullanacağız sorusunun doğru cevaplarını bulmaktır. Yaşadığımız çevre, anne, baba, kardeşler, eşler, evlatlar, akrabalar, toplum, etnik gruplar, kültürler, dil, işlerimiz hepsi birer imtihan aracıdır. Nasıl davranacağız? Davranış kurallarını biz mi koyacağız? Yoksa bu konularda Allah’ın kurallarına mı uyacağız? Bütün bunların imtihan aracı olduğuna ilişkin, konular geldiğinde ayetler hepsini dile getirmektedir.
İnsana dünyada verilen ömür, insan için uzun gibi görünse de aslında çok kısadır. İnsan yaşamına baktığımızda ilk on beş yılı çocukluk devri, son on beş yılı ihtiyarlık bunama devridir. Tabi yaşlılığında bunamayanlar hariç. Ortala yetmiş yılı ömür sayarsak, kafadan yirmi beş otuz yılı çıkarmamız gerekir. İmtihan için bize kalan otuz kırk yıldır. Geleceğe baktığımızda daha çok var dediğimiz, geçmişe baktığımızda nasıl geçtiğinden haberdar olmadığımız ömürle karşı karşıyayız.
Günümüzde genç Müslümanların şöyle bir algısı vardır. Bu algı yaşamlarına iyice yerleşmiştir. Okul, iş güç, dünya meşgalesi derken Allah’ın emirlerini pek yapamıyoruz. Ancak emekli olunca boşa çıkacağız. O zaman yapamadığım her şeyi yaparım. Anlayışının sergilemektedirler. Günümüzün düzenleri ise, hem ekonomik açıdan insanları sıkıştırarak, hem de emeklilik yaşını artırarak insanlara Allah’ın emirlerini yaşatmamak için tuzak kurmuş gibilerdir. Toplumun geneli gençlik, olgunluk hayatını, Müslüman olduğu halde İslam’ın kurallarını yerine getirmeden yaşıyorlar. Pek az insan, hangi dönemde olursa olsun inancının gereğini yapmaya çalışıyor. İnsanların önüne konan yaşam algıları ne yazık ki, Allah ile aralarına girmekte, onları ayetlerden uzaklaşmaktadır.
Yukarıda verdiğim ayetlerin özüne baktığımızda, dünya hayatı bizim için imtihan salonuna girmek gibidir. Bu imtihan salonundan çıkıp gideceğiz. İmtihan sonuçlarını huzurda alacağız. O zaman şöyle bir mantık kurabiliriz. Mesela, günümüzde imtihan salonuna giren birini düşünün. Oturup imtihanının gereğini yapacağına, soruları kendi hazırlıyor, cevapları kendisi buluyor. Kâğıtları dağıtıyor. İmtihan edilenleri denetliyor. İmtihan kâğıtlarını topluyor. Sonuçları hesaplıyor. Böyle bir duruma imtihan olmak diyebilir misiniz? Özellikle günümüzdeki Müslümanların tavrı böyledir. İmtihan sorularını kendilerin hazırlıyor. İmtihanın şartlarını kendileri belirliyorlar. Kâğıtları dağıtıyorlar, topluyorlar, sorulara cevap verip, sonuçları açıklıyorlar. Bu algı, insanın Allah ile arasına giriyor. İmtihanı yapan Allah iken, soruları Allah belirlerken, cevapları Allah değerlendirecekken Müslüman Allah’ın yetkilerini elinden alıyor. Allah’ın imtihanına ortak oluyor. Böylece, Allah’a ayetlerine teslim olma algısı yerine, Allah’ı, ayetlerini kendine teslim almayı öne çıkarıyor.
Günümüzde Müslümanların ağızlarında bir laf dolaşıyor. Tabi bu laf geçmişten beri Müslümanların dillerinde var. “Dünyada misafiriz” Tamam anladık da, hangimiz misafir gibi davranıyor? Hayat algımız misafirlik algısında mı? Yoksa ev sahipliğine mi oynuyoruz? Misafir algısına baktığımızda, misafir olunan ev vardır, misafire ait değildir. Misafirlikte ikram edilenler vardır, misafire ait değildir. Misafirliğin süresi vardır, o evde kalış sürekli değildir. Misafir olunan evin sahipleri vardır, ev sahiplerinin yetkilerine karışılmaz.
Şimdi bütün bu açılımlarda yaptığımız nedir? Yaptığımızı kısaca özetlersek, dünyada ev sahipliğine soyunmaktayız. Evin ilkelerini, kurallarını, yasalarını biz koymaya kalkıyoruz. Ev sahibini takmadan, evde istediklerimiz yapmaya çalışıyoruz. Eve sahip çıkıp, bu ev bizim diyoruz. Üzerinden ticaret yapıyoruz. Şimdi düşünelim. Dünyada misafirlik algısıyla anlayabileceğimiz ayetleri ev sahipliği algısıyla anlayabilir miyiz? Elbette hayır. Allah “Ikra, yani oku” ayetiyle başlayan ilk vahiyle insanı buluşturmasında, insanın algılarını değiştirecek ayetlerini gönderiyor. O güne kadar insan dünyaya ev sahipliği mantığıyla bakarken, misafir mantığına geçiş öğretiliyor. Dikkatle incelerseniz, Müslümanların ev sahipliği algısı, Allah’ın ayetlerinde belirttiği dünyevileşmekle aynıdır. Müslümanlar misafir olduğu dünyaya sarılarak dünyevileşirler. Dünyevileşen Müslümanların ayetleri anlaması sizce mümkün müdür? Bu soruya evet demek mümkün görünmemektedir.
Günümüzde, ayetlerden haberi olmayan Müslümanları bir kenara koyalım, ömürlerinin çoğunu Allah’ın ayetlerini anlama gayretine vakfetmiş Müslümanların, ev sahipliği mantığından kurtulabildiklerini düşünebilir miyiz? Ne yazık ki bu soruya, açık yüreklilikle evet dememiz mümkün değil. Zira aynı ev sahibi mantığıyla, dinin kurallarını koyuyoruz. Hedeflerini belirtiyoruz. İnsanları yargılıyoruz. Kendimizi aklıyoruz. Allah adına kin, intikam dağıtıyoruz. Allah adına, kendimiz hayat algıları oluşturuyoruz. Hani bunları yapmıyoruz desek mesele yok… Ya yaptığımızdan şüphemiz varsa… İşte o zaman işler karışmış, imtihan noktasında kayıpları yaşıyoruz demektir.
Konunun başında söz ettiğimiz, insanın aklını, mantığını, yaşamını köle kılan yaşam algısının üstüne bir de, ev sahipliği algısını ekledik mi, ayetlerle aramızdaki engeller güçlenmiştir. İslam’ı insana, insanlara, dünyaya hâkim kılmak, Allah ile aramızdaki engelleri kaldırmak demiştik. Hayat algıları Allah ile aramızdaki engellerin en güçlülerindendir. Çünkü inandığımız gibi yaşayamadığımız hayat, yaşadığımız gibi inanmaya zorlayacaktır. Müslümanlar bu noktaya geldiğinde, Allah’ın ayetlerini yaşamlarında uygulamıyorlardır. Büyük bir nifakın içine girmişlerdir. Böyle bir durum Müslümanların başına gelebilecek en korkunç beladır. Müslümanların tarihi ne yazık ki, hayat algılarının Allah ile aralarına konulduğu örneklerle doludur. Müslümanların Medine’den çıkıp yeryüzüne dağılmalarının ardından, bazı yerlerde güzel şeyler olurken, çoğu yerlerde İslam’a aykırı şeylerin olması bu nedenledir. Zulme, zalime rıza gösteren, köleliği hayatlarından kaldıramayan, kulla kulluğu garipsemeyen, padişahlar geçerken, “Ey padişahın kulları diye bağırıp, insanları padişahım çok yaşa” diye bağırtan anlayışların algısı, Allah ile aralarında en büyük engeldir.
Konunun başında sorduğumuz, Müslümanlar Müslüman olmayanlara nasıl bir hayat algılıyorlar sorgusunda, Müslümanlar Allah’ın ayetlerinden çok uzaktalar. Tarihte biriken, kin, intikam duyguları, geçmişte verilmiş dönemlerini ilgilendiren içtihatların din olarak algılanması… İçtihatların birbirinden farklı çelişkileri insanların düşüncelerini altüst ediyor. Bu durumda Müslümanların ellerine iktidar fırsatı geçse, Allah’ın emrettiği, resulün örneklediği hukuku uygulayacakları şüpheli görünüyor. Hemen her Müslüman’ın duygularına iyi gelecek yorumlar yapılıyor. Ellerine fırsat verildiğinde, kanı, gözyaşını dindirmeyecek bir anlayış sergileniyor. Adına İslam mücadelesi dedikleri algılarda, cihat uğruna her şeyi yapacaklar gibi görünüyor. Her şey içinde, Allah’ın adaletinin gözetildiğini düşünmek zor...
Günümüzde hakim olan, hümanizm’in insanı tanrılaştıran bireyciliği… Liberal kapitalizmin çıkarcılığı… Cehaletin hükümranlığı… Son yüzyılda oluşan devletlerin insanları kendilerine köleleştirerek yeni hayat algıları oluşturması… Ne yazık ki, Allah ile insanlar arasında engel olarak girmiştir. Bugün ayetler yeniden, bütün hayat algılarını değiştirecek şekilde okunmak, anlaşılmak durumundadır. İmtihan etmekten imtihan edilmeye, ev sahipliğinden misafirliğe, bağımlı düşünmekten özgür düşünmeye, düzene bağımlı yaşamaktan özgür yaşama geçmedikçe, ayetlerin insanların hayat algılarına hitap etmesi mümkün görünmeyecektir. Onun için günümüzde Müslümanların kendi hıralarını bulmaları, hayat algılarından uzak kalıp, Allah’ın ayetlerini yeniden okumaları gerekmektedir.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.