- 672 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ELBİSTAN HACI BEKTAŞ VELİ ANADOLU KÜLTÜR VAKFI İFTAR YEMEĞİNDE...
Muharrem ayının dolu dolu geçtiği Elbistan’da, Elbistan Belediyesi Kültür Ocağı olarak, kendimizi, Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı Elbistan şube başkanı Ali Rıza Cimikoğlu’na vakıf tarafından verilen iftar yemeğine davet ettirmemiz zor olmadı doğrusu…
Daveti aldığımız andan itibaren bizleri tatlı bir telaş sardı. İçimizden “Eli boş gitmek olmaz!” diyenler oldu. Bunun üzerine, aramızda eli dolu gitmenin ölçüsünü tartışırken, telefon eden sayın Cimikoğlu’nun birşey getirmemizin uygun olmayacağı yönünde kanaat beyan etmesiyle işin bu veçhesi gündemimizden düştü.
Vakit tamam olduğunda (12.11.2013) iki arabaya binerek vardığımız Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı’nda bizi kapıda karşılayan –eski başkan– Ali Kaya Hocam tarafından iftarın yapılacağı salona alındık. Salon 5-600 kişinin aynı anda yemek yiyebileceği büyüklükte yapılmış olup, ihtiyaç halinde bu sayı iki katına çıkacak şekilde düzenlenmişti. Başkan Cimikoğlu tarafından saygıyla karşılandığımız salonda, programı rahatça takip edebilmemiz için, sahneye yandan bitişik masaya buyur edildik.
Hoş-beşi müteakip, mikrofon aracılığıyla iletişim sağlanan salonda sayın Cimikoğlu’nun yaptığı iftar konuşmasında şeref konuğu olarak anons edilmemizin ardından, söz Adıyaman’dan gelen Garip Buzkurt Dede’ye bırakılarak program başlamış oldu.
Alevilikte dua sözcüğü ile eş anlamlı olarak “gülbank” ve “tercüman” sözcükleri kullanılmaktadır. Alevilikte tüm dualar halkın anladığı anadilde yapılmaktadır. Doğal olarak bölgeden bölgeye değişiklikler olsa da, genelde tüm Alevi duaları “Bism-i şah”la (Şahımızın adıyla) başlamakta ve Hz. Ali ve Hacı Bektaş-ı Veli’ye atfedilen sözler ile bitmektedir.
Garip Dede’nin sofraya otururken “Bism-i şah... Evvel Hak diyelim, kadîm Hak diyelim... Geldi Ali sofrası, yâ şah diyelim. Şah versin, biz yiyelim. Demine hû diyelim!..” şeklinde yaptığı duadan/gülbanktan sonra, oruçlularla birlikte yaklaşık 500 kişinin bir araya geldiği sofrada biz de ikram edilen yemeklerden yedik.
Yemek sonrası, sofradan kalkarken Garip Dede şu gülbankı okudu:
“Bism-i şah... yâ Hak. Bu gitti, ganîsi gele. Hak-Muhammed-Ali bereketini vere. Yeyip yedirenlere, pişirip getirenlere, kaldırıp götürenlere, nur-ı iman ve aşk u şevk ola. Gittiği yerler gam ve gussa (kasvet) görmeye. Hizmet sahipleri hizmetlerinden şefaat bula. Lokma hakkına, evliya keremine, cömertler cemine, gerçek erenler demine, Hak eyvallah hû dost...”
Dede’nin her cümlesinde katılımcılar “Allah Allah” şeklinde eşlik ederken, biz misafirler de “Âmin!” diyorduk. Garip Dede devam ediyordu:
“Bismillah bism-i şah, Allah Allah
Şebber ü şübber, mürşid ü rehber; sundular kevser,
Elhamdülillah, elhamdülillah sofra Ali´nin, nimet velinin
Elhamdülillah, elhamdülillah, eş-şükrü lillah, nimet-i celîl,
Berekât-ı Halîl, habîb-i Hudâ, rasûl-i kibriyâ
Server-i enbiyâ Muhammed Mustafâ, şâh-ı velâyet Aliyye’l-Murtazâ aşkına.
Allah ulu, sofra dolu; her kim yedirdi lokma (kurban)
Hüseyin´in defterine kaydola.”
Garip Dede duanın akabinde kürsüye geçerek, gelen canlara hitaben bir konuşma yaptı. Dede, bu sohbette, halkın yanlış bilgilendirildiği konusuna değinerek, öğrenmemiz gereken çok şeyin ihmal edildiğini söyledikten sonra, “Ikra’ bism-i rabbike’llezî halak. Haleka’l-insâne mi-‘ alak. Ikra’ ve rabbuke’l-ekrem’ullezî ‘alleme bi’l-kalem. ‘Alleme’l-insâne mâ-lem-ya‘lem” diyerek, ilk emri “Oku!” olan kutsal kitabımız Kur’an’ın Alak Suresi’ni hatırlatıyor, arkasından da mealini vermek (“Yaratan Rabbinin adıyla oku! O insanı bir yumurtadan yarattı. Oku! İnsana bilmediklerini belleten, kalemle yazmayı öğreten Rabbin, en büyük kerem sahibidir…”) ve okumanın ne denli mübarek birşey olduğunu hatırlatmak suretiyle, okuduğumuzu akletmemiz gerektiğini tembihliyordu.
Cebrail’in getirdiği ilk ayet Ikra’ “Oku!” anlamındadır. Her kitap okunmak içindir ve kainat da bir kitaptır, okumasını bilene… Aklımın bana hatırlattığı bundan ibaret değildi tabii ki. Risale-i Nur’un şu paragrafı da aklımdan geçenlerden bir tanesiydi:
“İnsan kainat ağacının meyvesidir. Nasıl ki ağaçtaki bütün düzenekler meyvenin yetişmesi için kurulmuştur ve onun yetişmesi için çalışır; onun gibi, kainat ağacında cari olan bütün kanunlar insanın yaratılıp yaşaması ve ondan beklenen iman, ibadet ve şükür vazifelerini yerine getirmesi için çalışır. İfadesinin arkasından düşünce ırmağıma damlayan şu hakikat benim duygularımın dalgalanmasına vesile oluyordu. İnsan varlığı, alemden daha da küçük olsa da, o büyük alemin bütün hakikatlerini kendisinde toplamaktadır. Bu sebepledir ki, bilge insanlar, bu aleme büyük insan (insan-ı kebîr) adını veriyorlar...’’
Kendim duyacağım kadar bir sesle, “Hayatı ve ölümü okuyabilen gönül erlerine selam olsun!..” diyordum…
Bu arada Garip Dede; Muharrem ayında 12 imamın yası ile birlikte 10 gün de oruç tutulduğunu söylüyor ve her peygamber tarafından tutulan bu orucu Peygamber Efendimiz’in de Ramazan orucu farz kılınana kadar tuttuğunu belirtiyordu.
Uzun sayılacak sohbetinin arkasından, yüzünü bizim oturduğumuz masaya dönerek “Sorusu olan varsa buyursun; özellikle misafirlerimizden gelecek soruları alabilirim” diyerek bizleri bir kez daha onurlandıran Garip Dede’yi dinlerken büyük bir keyif aldığımı hissettim.
Sohbetin arkasından sazını döşüne çeken Garip Dede iki Düvaz İmam okudu:
Birinci Düvaz İmam
Muhammed Mustafâ ey Şâh-ı Merdân
Aliyye’l-Murtazâ sana sığındım.
Hatice, Fâtımâ, Hasan Müctebâ
Hüseyin-i Kerbela sana sığındım.
İmam Zeynel ile Muhammed Bakır
Cennet bahçesinde bülbüller şakır
Cafer-i Sâdık’a erdik çok şükür
Kâzım, Musa, Rıza sana sığındım.
Muhammed Takî’ye ver bir salavât
Aliyye’n-Nakî’den umarız imdat
Hasan el-Askerî el-aman mürvet
Mehdi-(i) sâhip-livâ sana sığındım.
Ondört masum-ı pâk, gürûh-ı nâcî
Onyedi kemer-best derdim ilacı
Pîrim Hacı Bektaş, serimin tâcı
Hünkâr-ı evliyâ sana sığındım.
Virdi Derviş senin kulun kurbanın
Yarın Arasat’ta ulu divanın
Senin mücrimlere çoktur ihsanın
Pîrim Şücâ Baba sana sığındım.
İkinci Düvaz İmam
Medet Allah, yâ Muhammed, yâ Ali!
Bizi dergâhından mahrum eyleme
Pîrim Hünkâr Hacı-ı Veli
Bizi dergâhından mahrum eyleme.
Âdem-i Safiyyullah atam hakkı için
Muhammed Mustafâ hâtem hakkı için
Eyyüb’e verdiğin sitem hakkı için
Bizi dergâhından mahrum eyleme.
Hasan’ın aşkına çekelim zârı
Şah Hüseyin dinimizin serveri
Âlemin nûrusun Cenâb-ı Bârî
Bizi dergâhından mahrum eyleme.
Zeynel’in canına kıldılar ceza
Muhammed Bâkır’dır sırr-ı Murtazâ
İmam Cafer, Kâzım, Musa-i Rıza
Bizi dergâhından mahrum eyleme.
Derviş Muhammed’im ey Ganî Kâdir!
Takî, Nakî, Asker reh-nümânımdır,
Muhammed Mehdî’ye niyâzım budur
Bizi dergâhından mahrum eyleme.
Sonuç olarak;
Yaşadığımız topraklarda ne denli zenginliklerin olduğunu o geceyi yaşayınca daha net farkettim. Birbirimize ne kadar da benziyorduk…
Ülkemizin tarihî ve kültürel dokusunu bozmak için yıllarca neler yapılmamıştı ki...
Arabaya binerken, hafif hafif esen rüzgâr;
Birer zenginlik unsuru olan farklılıklarımızın araya fitne sokulmak suretiyle nasıl düşmanlık unsuruna dönüştürüldüğünü…
Ülke kaynaklarının, memleketimizin başına bela edilen teröre nasıl akıtıldığını…
Hayatının baharındaki gençlerin nasıl bir hiç uğruna toprak altına girdiğini…
Anaların yüreklerini yakan ateşin gelinleri dul, bebekleri öksüz koyduğu gerçeğini…
Zamanı iyi okumamız gerektiği hakikatiyle birlikte kulaklarımıza fısıldıyordu.
Mademki insan bilmediğinin düşmanıdır… Gelin, bilmekten ve bilinmekten korkmayalım.
“Kötülüğün muzaffer olabilmesi için biricik şart, iyi insanların hiç bir şey yapmamasıdır” diyen Edmund Burke’nin sözüne uyarak biz de birşey yapalım:
“Gönül huzurunu duymaya var mısınız?”
Ben varım…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.