- 1027 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
BİZ AYDEDE'Yİ KAYBETTİK
Biri bana Sinan da kim diye sorsa, ’yüreğimin denizinde yüzen bir gemi’ derdim.
Ama bana böyle bir soru soracak kimseyi tanımıyorum. İyi ki de öyle. Çünkü vereceğim bu yanıtı anlamayınca ona gerçeği söylemek zorunda kalırdım. Sinan benim oğlum, o çok hasta biliyor musunuz? Derdim.
Bulunduğum bu yere hastahane denmesi ne kadar haksızlık, ne kadar incitici. Çünkü hem oğlumun burada olmasını hem de onun hastalığını saklamam mümkün değil. Keşke hastahane değil de, iyilikhane ya da ne bileyim, sağlıkhane deselerdi buraya da, insan daha baştan karamsarlığa kapılmasaydı.
-Sinan, oğlum, şöyle bir oyun oynayamaz mıyız seninle, diye sordum ona. Sanki hiç bir şeyin yokmuş gibi, sanki bir kaç haftalığına gelip tatil yaptığımız bir otelmiş gibi davranamaz mıyız? Sen gün boyu denizde ve güneşin altında kalmaktan yorgun düşmüş ve rahatsız olduğun için de uyumuşsun. Ben de senin rüyalarında neler gördüğünü görmek, bilmek için yanında kalıyorum. Sonra da kendini yeniden toparlıyorsun ve çıkıp gidiyoruz buradan. Birlikte futbol oynarız, ister halı sahada ister çimlerin üzerinde hatta istersen bilgisayarda oynarız karşılıklı. Seçim senin nerede istersen orada oynarız.
Oysa insanın başkasının gördüğü rüyanın ne olduğunu göremeyeceğini herkes bilir. Benim kisi sadece bir arzu. Çok isterdim oğlum Sinan’ın uyuduğunda rüyasında neler gördüğünü bilmeyi.
Konuştuklarımı duymuyor Sinan. Çoktan uyumuş. Zaten sürekli uyutulmakta. Son zamanlarda doktorlar uyku hapı da vermiyorlar oğluma, bitkin bedeni yoruyor onu yeterince ve kendiliğinden uyuyor zaten.
Yatağının yanındaki sandalyede oturuyorum. Böylesi derin uykulara daldığında bazen ellerini avuçlarımın içerisine alıp koklayıp öpüyorum, okşuyorum. Ama izlediğim filimler, okuduğum romanlarda kiler aklıma gelince yeniden ellerini yatağının üzerine bırakıyorum usulca. Çünkü hasta yatağında yatan birinin ellerini tuttuklarında çok geçmeden hasta... Düşünmek bile istemiyorum.
Bugün Cuma. Hafta sonu boyunca ben kalacağım yanında. Hafta içerisinde çalışmak zorunda olduğum için annesi kalıyor yanında.
Gözümü bir an bile kırpmadan oğlumun yüzüne, nefes alıp verirken inip kalkan göğsüne bakıyorum. Bazen şu burun deliklerinden sokulmuş şeffaf hortumları söküp alınca onun birden ayağa kalkacağını ve yürüyerek evimize gideceğimizi düşünüyor ve bir anda gerçekten yapmaya karar verirken, daha kötü sonuçlara neden olacağımı düşünerek, içim kan ağlasa da vazgeçiyorum bu düşüncemden.
Bir ara gözlerini aralayıp:
-Baba? Diyor güçsüz, zor duyulur sesiyle. Öylesine bitkin ve zayıf ki sesi, bu bir tek kelimesi bile bana gelinceye kadar havada kırılıp tuz buz oluyor adeta.
-Oğlum? Sinan’ım? Rahat uyudun mu bir tanem?
Onaylar gibi kafasını sallıyor. Oturmaya çalışıyor. Yardımcı olup yastığını kaldırıyorum.
-Ne kadar zaman uyudum baba?
Artık akrebini ve yelkovanını her dakikasını her saatini ezberlediğim takip ettiğim duvar saatine bakıyorum yine de.
-Çok fazla değil. Bir iki saat oldu sanırım.
Uyuduğu zamanların uyanık olmasından daha fazla olduğunu bilmemeli.
-Bu hastalığa karşı yeni bir ilaç bulunduğu hakkında başka şeyler de duydun mu baba?
-Evet, evet oğlum. Dün yeni bir tıp dergisinde okudum, senin bu hastalığın için gerçekten az bulunan bir bitkiden yeni bir ilaç yapılmış. Yakın zamanda piyasaya çıkaracaklarmış.
Oysa ne böyle bir dergi okumuştum ne de böyle bir ilaç haberi. Anlattığım bütün ilaç, dergi ve kitap hikayelerini kendim uyduruyor kendim yazıyordum.
Gülümseyip tavana dikiyor gözlerini yeniden.
-Peki bu bitkinin nerede bulunduğunu da öğrendin mi baba?
Cümlesini bitirinceye kadar göz kapakları kapanıyor da, benden yanıtını almak için gözlerini açık tutmak için zorluyor kendisini. Ben ona yanıt verirken yüzüme bakıp görmek istiyor yüzümdeki gerçeği.
-Nerede mi bulunur? Neredeydi ya? Bir Afrika ülkesiydi ama unuttum şimdi. Evet, evet. Afrika’da uzun bir ağaç türü varmış onun en uç dallarından alınıyormuş.
Gözlerime bakarken gülümsüyor.
-Gerçekten en üst dalların da mı?
-Evet. En uç noktasında o uzun ağacın.
-İyi. O zaman zürafalar bile uzanıp o ilaç bitkisini yiyemezler.
Uydurduğum bu ağaç hikayesine üzüleyim mi sevineyim mi bilemiyorum. Seviniyorum çünkü oğlumun yüzündeki o tebessümü, kısa da olsa mutluluk çizgilerini görüyorum. Üzülüyorum, çünkü oğlumu kandırdığımı biliyorum.
Yeniden tebessüm ve heyecan karışımı bir yüz ifadesiyle bana dönüp:
-Kendimiz gidip getiremez miyiz baba? Dedi.
Sözün bittiği yerdeydim. Ne diyecektim oğluma?
-Yani... Önce senin biraz güç kazanman ve ayaklanman gerek. Sonra da patron eğer izin verirse bana birlikte o Afrika ülkesine uçarız, hem tatil yaparız balta girmemiş ormanlarda hem de o ağaca tırmanıp o bitkiyi de alıp geliriz. Tamam mı? Anlaştık mı?
-Baba?
-Evet bir tanem?
-Aslında şu anda iyi sayılırım. Şu hortumları çıkarsalar ayağa bile kalkabilirim. Hemen yarın gidemez miyiz oraya?
-Patron izin vermez bana oğlum. Daha yeni bitti iznim zaten. En iyisi senin biraz daha iyi olmanı bekleyip öyle gidelim.
Susarak onaylıyor beni. Ama daha fazla suskun kalamıyor. Çünkü daha söyleyecekleri var gibi.
-Baba? Çok mu çalışmak zorundasın? Neden izin alamıyorsun?
Gülümsüyorum, ağlamak isterken oğlumun bu sağlığı için dile getirdiği arzusuna. ’Bu kadar çok şeyi doldurma kafana oğlum, ağırlaştırma yükünü nazlı bedeninin. Biliyorsun ağır gemiler daha çabuk batarlar’ diyorum içimden.
-Rüyanda neler gördün bakalım? Diye soruyorum deminden beri söylediğim yalanların gerçek olduğu inancını kaybetmesin diye.
-Bilmiyorum. Uyanınca unuttum gördüğüm rüyayı.
-İyi ya işte. İyi ki de unutmuşsun. Bu demektir ki güzel bir rüyaymış gördüğün. İnsan güzel rüyalarını unutur ki yeniden yeniden o rüyayı görsün diyerek, yeni bir yalan uydurdum canımın en değerli parçasına, oğluma, Sinanıma...
-Öyle mi? Dedi zoraki bir tebessümle. O zaman iyi ki unutmuşum. Ama şimdi yine uykum var baba, dedi, göz kapakları kapanırken.
-Uyu, uyu canımın içi. Zamanımız var nasılsa. Uyanınca yine konuşuruz.
Yeniden uykuya geçiyor oğlum. Yeniden rüyalarının içine dalıyor. Sinanıma gördüğü rüyalarını unutturduğu için tanrıya şükrediyorum. Çünkü şu haliyle güzel rüyalar görebileceğine inanmıyorum.
Yüzü solgun ve epeyce zayıflamış bir halde yatıyor sessizce gözümün önünde. Daha da kötüsü, ve gerçek bu; günden güne eriyor canımın en değerli parçası. Onu böyle görünce, isyan ediyorum tanrıya sıkça. Günaha girdiğime aldırmadan. İnancım da kalmıyor artık tanrının varlığına. Görmüyor, bilmiyor mu, şu günahsız masum çocuğun çektiklerini? Bana hediye ettiği, yarattıklarım içerisinde en kutsalı bu dediği bir insan, dahası masum bir çocuğun çektiklerine nasıl razı geliyor? Neden bir çaresine bakmıyor? Oğlum henüz dokuz yaşında ve iki yılı ona ait değil. İki yıldır bu gaddar hastalığın pençesinde kıvranıyor. Onun dünyaya gelmesine ben vesile oldum. Kendimi suçluyorum. Bu yaşamı, bu dünyayı bir sürpriz yumurtası gibi verdim oğlumun eline ve yumurtayı açtığında içerisinin boş olduğunu görüp hayal kırıklığı ile bana baktığını görür gibi oluyorum. Oysa onu mutlu edecek, yaşamı sevdirecek harika şeyler çıkmalıydı o sürpriz yumurtadan. Bomboştu oysa.
Uzun süre uyuyacağını bildiğim için, aceleyle dışarı çıkıp doktorunu görmek, ve aslında yanıtını duymak istemediğim soruları tekrar tekrar sormak istedim.
Ve şimdi gerçekten doktorun karşısındayım ve de duyduklarıma inanmıyorum. Sevincimden kalbim duracak neredeyse. Duyduklarım gerçek mi?
-Size çok iyi bir haberim var. Amerika’da çalışan bir hocamız var bizim. Bu gece buraya gelmek için yola çıkıyor. Özellikle oğlunuzu hemen görmek ve ilgilenmek istiyor. Kendisi bu konunun, yani bu hastalığın uzmanı. Birçok başarısı var bu hastalığın tedavisi konusunda. Nasıl güzel bir müjdeli haber değil mi bu? Belki de yarın sabah, en geç öğlen sıralarında oğlunuzla ilgileniyor olacak.
Mutluluktan kalbim duracak da, bunu nasıl anlatayım karşımdaki doktora? Uzun zamandır böyle bir sevinç yaşamadı ki kalbim? Unutmuştum sevincimi belli etmeyi. Kuş kadar hafiflemiş olarak Sinanımın yattığı odasına döndüm yeniden.
Çok heyecanlıyım. Oğluma sarılmak onu öpüp koklamak istiyorum. Ama o yine derin ve uzun uykusunda ve ben onu rahatsız etmek de istemiyorum. Uzun bir gece olacağını biliyorum. Oğluma bu müjdeli haberi vermem için çok bekleyeceğim.
Pencere yanına gidip dışarıdaki karanlığa bakıyorum. Oğlum yatağından kalkıp bu pencereden bir kez olsun bakamadı. Gözlerimi karanlık gökyüzüne çevirip onun gözleriyle bakıyorum, onun için bakıyorum gökyüzüne, bulutlara ve tek tük de olsa görünen yıldızlara. Oğlum masmavi gökyüzünü kocaman bir baraj sanıyor ve bulutlar da o baraj suyunu durduran setlerdi. Bu da benim ona uydurduğum bir yalandı. Henüz dört yaşındayken ona böyle bir yalanla anlatmıştım gökyüzünü. Bazen bulutlar yana kayınca da açılan boşluktan sular yağmur olarak dünyamıza, üzerimize yağıyordu. Ay dede ise tanrının bize sunduğu mükemmel bir aynaydı ve biz o aynayı görünce karanlıktan korkmamıza da gerek kalmıyordu. Bu gece ay dede görünmüyor. Bulutlar da yana kaymış olacak ki, barajın duvarlarında açılan binlerce milyonlarca küçük deliklerden yağmur yağıyordu yeryüzüne ve hastahanenin bahçesine. Aynen böyle düşünürdü oğlum şimdi uyanık olsa ve yağan yağmuru görseydi.
-Baba?
Onun sesiyle kendime gelip hızla ona dönüyorum. Mutlaka bana söylemek istediği bir şey vardır. Konuşmasına belki de üzücü şeyler düşünmesine fırsat vermeden:
-Sinan, dünyam, canımın parçası, biliyor musun ilacı bulmak üzereyiz. En geç yarın elimizde olacak, diyorum.
Gözlerini kocaman açıp, biraz daha canlı ve umut dolu bir sesle:
-Gerçekten mi? Diye soruyor.
Dayanamıyorum artık. Ona sarılıp öperek kokluyorum. Vücuduna bağlı kabloların onu rahatsız edeceğini bile düşünmeden kucaklayıp ellerimi saçsız kafasının üzerinde gezdirip okşuyorum. Dünya umurumda değil.
-Evet, gerçekten. Yarın sabah Afrika’dan bir arkadaşım gelecek. Özel olarak senin için geliyor buraya ve o uzun ağacın en uç dallarında yetişen ilaç bitkisini de getiriyor.
-Çok güzel, diyor gülümseyerek. Kim bu arkadaşın baba? Ben tanıyor muyum?
Sanki hiç hasta olmamış, sanki sağlıklı biriymiş gibi gözleri parlıyordu tavandan yansıyan lambaların ışıkları altında. Adeta bir hapishane olan bu odadan bir an önce çıkıp gitmek için, toparlanıp oturmak istedi oğlum.
-Hayır oğlum, sen tanımazsın onu. Doğrusu ben de çok fazla tanımıyorum ama çok iyi bir arkadaş olduğunu biliyorum.
-Bu ilacı bulacağımızı biliyordum baba. Biliyordum işte, dedi.
-Evet Sinan’ım, evet dünyam diyerek ona kutsal bir şeye bakar gibi bakıyorum. Ben de biliyor ben de inanıyordum bu ilaca ulaşacağımıza.
İkimiz de kuş kadar hafifledik adeta. Sinan’ım ayağa kalkmak istiyor ama burun deliklerindeki ve vücudunun diğer yerlerindeki kablolar engelliyor onu. Asıl bu kablolar beni hasta ediyor diyor, gülümseyerek. Ben de hep böyle düşünüyordum bu rezil kablolar hakkında. Bu yüzden oğlumun söylediği son cümleye ben de gülümsüyorum.
Bir anda morali düzeldi oğlumun. Kendisini iyi hissediyor. Arada sırada resim çizmeye çalıştığı boya kalemlerini ve kağıtları istiyor benden. Hemen dolabından çıkarıp önüne koyuyorum. O kadar çok o kadar farklı resimler çiziyor ki kısa zamanda takip etmekte zorlanıyorum. Bir yandan da benimle konuşmaya çalışıyor. Bunun oğlumu yoracağını bilsem de çok ihtiyacım olduğu için engel olmuyorum konuşmasına. Onun sesine, onun cümlelerine ihtiyacım var benim. Boynunun arkasındaki yapışkan bant kaşındırıp rahatsız etmiş olacak ki eliyle banda yöneliyor.
-Bunu artık çıkarabilirim değil mi baba?
Dakikalar ilerliyor, dışarıdaki yağmur dindi. Sinan’ım çok yorgun ve bitkin ama yine de dayanmaya çalışıyor.
-Başım ağrıyor baba, diyerek kafasını tutuyor iki benzersiz, koklamaya doyamadığım küçük elleriyle.
Ben okşuyorum başını dikkatlice.
-Uyu sen şimdi. Yarın sabah Afrika’da ki arkadaşım gelecek.
-Ama yarın uyanamazsam baba?
Elbette yanıtını duymak istiyor ama bunun için gözlerine ihtiyacı yok. Kapanıyor göz kapakları.
-Yani çok yorgun olup da uyanamazsam, diyor yeniden sanki beni rahatlatmak ister gibi.
-Arkadaşım senin uyanmanı bekler merak etme, diyorum.
-Ama çok yorgunum baba, sanırım bu defa çok uzun uyuyacağım... sonra da derin bir uykuya belki de yeniden güzel rüyalarına geri dönüyor oğlum. Yaşamda birlikte olduğumuz gibi, rüyalarında da oğlumla birlikte olmayı ne çok isterdim...
Odadaki telefon çalıyor.
Biraz heyecan en çok da korkuyla ve merakla ahizeyi kaldırıyorum.
Telefondan kulağıma dolan ses başka bir dünyaya ait sanırım. Benim dünyama ait olamaz. Ne yazık ki gerçek bu ve bu ses acı gerçeği bana söylüyor. Ahizeyi yerine koymam epeyce zaman alıyor. Hem ahize ağırlaşıp tonlarca yüke dönüşmüş hem de kollarım güçsüz düşüp uyuşmuştu adeta.
Sinan’ım derin uykuda mıydı acaba? Duymuş muydu konuşmayı? Haksızlık bu, çok büyük haksızlık. Nasıl, nasıl söylerim ona, nasıl anlatırım, nasıl açıklarım şimdi?
’Hocamız ne yazık ki bu gece yola çıkamayacakmış. Kötü hava koşullarından dolayı uçuşu iptal edilmiş. Gelemeyecek yani.
Uçuş iptal. Gelemeyecek. Uçuş iptal, gelemeyecek. Gelmeyecek. Asla gelmeyecek. Asla gelip oğlumla ilgilenemeyecek... Kendi kendime mırıldandığım bu kahredici cümlelerin her biri hatta sözcüklerin her biri mermer yerlere düşüp parçalanıyor, parçalandıkça korkunç sesler çıkarıyordu. Başım mı dönüyor, bedenim mi uyuşmuştu, kör mü olmuştum bilemiyordum. Sandalyeye değil yere yığılıp kalmıştım.
-Ama belki yarından sonraki günde gelir, diye bir yalanı Sinan’ıma nasıl söyleyeceğimi düşünüyorum, yeni bir yalanla onu nasıl kandırıp rahatlatabileceğimi düşünüyorum.
-Evet, belki, diye mırıldanıyor canımın parçası. Söylediklerime inanmıyormuş gibi gözlerini bile açmadan söylüyor bunları.
Tanrıdan umuyor ve diliyorum ki, bu duydukları da rüyalarından biri olsun. Çünkü gerçeğin kendisini duyması için henüz çok küçük, çok masum ve de çok güçsüz.
-İyi geceler baba. İyi ki yanımdasın. İyi ki varsın baba... diyor adeta veda eder gibi bir ses tonuyla.
Sonra, sonra yüreğimin denizinde yüzmekte olan gemi denizin dibine doğru batmaya başlıyor ve durmadan aşağılara iniyor. Ve yüreğimin üzerinde yüzen gemi derinlerdeki yüzeye çarptığında bir şeyler tuzla buz oluyor içerimde.
Bütün bunlar ay dedeyi bulutların arasında kaybettiğimiz için oluyordu belki de. Keşke dikkat edip gözümüzü hiç ayırmasaydık ay dededen. Dikkat etseydik ay dede orada olacaktı, karanlıktan korkmayacaktık ve o kocaman barajın setleri de yıkılmayacak, üzerimize yağmurlar yağmayacaktı. Islanmayacak, hasta olmayacaktık. Her şey ay dedeyi kaybetmemizle başladı. Tanrıya da, umut etmeye de güvenimiz kalmadı ne benim ne canımın parçası oğlumun.
Masumca uyuyan oğlumun üzerine kapaklanıyorum adeta. Saçsız kafasını okşayıp alnından, yüzünden öpüyorum. Teninin sıcaklığı sevindiriyor beni. Dilime almak istemediğim o sözcük, ölüm henüz uzak oğluma. Soğuk değil bedeni en azından. Ben mi böyle düşünüyorum, düşünmek istiyorum yoksa?
Sıkıca sarılıyorum canımın parçasına. Uzunca bir süre kollarımdan bırakmıyorum onu. Yanaklarından aşağıya doğru gözyaşlarının aktığını görüp mutlu oluyorum. Ağlıyor, çünkü yaşıyor, çünkü beni duyup hissediyor.
Oysa bu gerçeği kendimden bile saklamak istiyorum o anda.
Canımın parçası, dünyam, oğlum, Sinan’ımın yanaklarından süzülen gözyaşları onun değil, benim gözyaşlarımdı...
YORUMLAR
Öyküyü çok arabesk bulup bulmadığım arasında gidip geldim hocam
Lösemi kardeşlerime yapılan bir tiyatro gösterisinde yer aldım
o hasta kardeşlerime yardım etmek, onları biraz olsun güldürebilmek için ben de rol gereği gülüyor ve şarkılar söylüyordum, onların bakışlarında ki o masumluğu o yaşlarından çok büyük kabullenişi yorulacaklarını bile bile ellerimizden tutup bizimle dans etme arzularını yaşama sevdalarını gördüm annnelerin ki( hep maddi durumları orta ya da daha düşük ailelerdi, dert ve hastalık hep mi garibanları bulur diye düşündüğümü hatırlıyorum ) annelerin çocuklarını sağlıklı düşündükleri, normal çocuklar gibi bir eğlencede eğlendiklerini hayal ettiklerini ama gerçeğin o güçlü bakışını ve gerekirse ne tiyatrocu ne gösteri ne maddi destek eğlencesi dinlemeyip çocuklarını tedavilerinin devam edeceği odaya götürüverecek halihazırda tedbirlerini gördüm, tüm bunları hatırlayınca.
Hiç bir abartı yok bu öyküde.
Güzel Türkçeyi de kutluyorum..
Tebrik ederim