- 1341 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KIZIL ELMA
Adem Babamızı cennetten kovduran Elma’nın kokusunu duymaya başlamıştım. Yorgun gönlüm ve ruh köküm; dev kayaları saç kılı kadar ince kılcal köklerle "Huuu! Hakkk!.." diyerek deliverip suya ulaşan, oradan aldığı aşk-iman ve birlik suyunu, bütün gövdesinde dolaştırdıktan sonra, yaprak gözeneklerinden kendi dibine, kara toprağa damlatan elmaları arzuluyordu. Elmalar ki "olgunlaşma" nın, "kemalât"ın ifadesi. Ve ben, yeryüzünün her coğrafyasında mutlaka bir türü bulunan elma ailesinin en gözdesi Adem Baba’mızın "kokulu elması" nı arıyordum.
Elmadağ’ da doğmuş olmam, doğduğum yörenin 1400 yıl önceki doğa dokusuna doğru araştırma yapmamın gereğini işaret ediyordu. 1402 Ankara Savaşında, Elmadağ - İdris Dağı’ndaki Tebet Kalesi’nde ve Sungur’un dölek’ te Timur’un fillerini saklayan elma ağaçlarını bulmalıydım. O yıllarda Anadolu’da geziye çıkan Fransız Büyükelçisi’ nin eşinin kaleme aldığı anılarında, bir daldan öteki dala sıçrayan sincapların öyküsünü okumuştum. Bozkır havaları ve türkülerinden sıyrılıp, çoraktan, taştan-topraktan-kayadan giysilerimi çıkarıp; doğduğum yerin, tarihin en eski dönemlerinde o yemyeşil, ormanla kaplı ve en çok da elma ağaçlarıyla donanmış yamaçlarında yorgun düşlerimin seyrine dalıyordum. Masallarda karşıma çıkan "büyülü elmaları" görmek için, gizemli bahçelerden çaldığım ve üzerine türküler yaktığım, yavuklumun yanağına benzettiğim elmalar, Kazakistan’ın başkenti Alma-Atı’ya götürüyordu beni. "Acaba, elmanın ata yurdu orası mıdır?" diye kendime sorular soruyordum. Meyvelerin anası ve atası olarak kabul edilen, pembe veya beyaz çiçekler açan, kadınla erkeğin birbirine duyduğu tensel sevginin simgesi olan, aksakallı kocanın elinden aldığı elmanın kabuğunu yiyen kısır bir kadının ikiz doğurduğu söylenen elmalar...
Elmalar, ah elmalar!
Memleketimin elmaları...
Üstüne türküler çığırdığım elmalar.
Anne annemin yakım yaktığı, amcamın destanlarında dile getirdiği elmalar.
Şimdi bağlarda, bahçelerde nazlı nazlı sallanan, gün ve güneşe sevdasını, içimin dehlizinden alıp tebessüm sıcaklığında gönderen elmalar...
Alanya Beyi’nin oğlu, Abdal Musa Pir dergâhının bendesi Kaygusuz’un hac yolunda konuklarına sunduğu veya Pir Abdal Musa’ nın cümle dost-yârâna sunduğu bir "kızıl elma" vardı ki, işte o elmayı bulmalı, o elmayı yetiştirmeliydim bağımda, bahçemde.
Ziya Gökap’in, Yahya Kemal’in, Arif Nihat Asya Hocamın, Halide Nusret Zorlutuna anamın, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu üstadım-ağabeyimin şiirlerinde sıkça konu ettiği, o muhteşem üstü muhteşem "kızıl elma" yı bulmalıydım.
Hissediyor ve biliyordum, o kızıl elmanın çocukluğumun geçtiği bu coğrafyada, eskiden var olduğunu. Ama, kıymetini bilmeyen, köklerinden ve sanattan koparılmış bir neslin, "küf tutmuş unutkanlığında" kalmıştı kızıl elmam. Atatürk’le, Atsız Babayla yepyeni bir heyecan ve iman bayrağı olarak dalgalanıp, yürek kalelerimizin burçlarına dikilivermişti, düşlerimi süsleyen elma... Birliği, dirliği ve tarihsel hafızamı temsil ediyordu. Öncelikle de anamın ak sütü gibi ağzımda durup beni ben yapan Türkçem’le bende yaşıyordu.
Ata yurdu, Kaşgar bahçelerinde, Kazvin bağlarında, Altay Dağları eteklerinde bulunan kızıl elmamın Mahmut-el Kaşgari ile destanlaşmasına vurgundum. Divan-ı Lügat’it Türk’ de, "Almıla" adında, Dedem Korkut oğuzlamasında, Kutadgu Bilig övgülemesinde benim hasret kaldığım elmalarım vardı. Şiir atam, şiirimin adı bilinen ilk mimarı Aprınçur Tigin ve Çuçu’ nun dizelerine varıp bakmalıydım. Saymalıydım kaç çekirdekli, kaç heceli elmalarım?
*
Of ki offf!!!
Oysa, kirlenmiş bir zaman zembereği işliyordu bu yalan dünyada..
İnternetin çamurlaşmış suratından "kopyala yapıştır" yoluyla soğan kabuğu kokulu dizeler fışkırıyordu, eskimiş kafiye hamallarının dillerinden. Posa ve kabuk söylemlerin kokusu, içimi karartıyordu. Ozanlarımızın bozuk ve yapay taklidleriyle düş bahçelerimin düğün geceleri asla bir değildi. Kınalı parmaklı sayımlarda hece’min yeniden dirilmesini ve kokulu elmalarımın hayat veren, yeniden yeni olan Bozkurtlamasına özgürlük sabahlarına ulaşılmasını arzuluyordum.
*
Ülkemin bir bölgesinden hergün bayrak dalgalanmasında şehit haberleri geliyordu. Dağlarım kahpe ve kalleş bir dünya sermayesinin maşası örgüt tarafından al ateşler içinde kalmıştı. Çarpık kentleşen kentlerim yabancı dillerin levhalarıyla benimle aynı dili konuşmuyordu. Kara gözlü memleketim bir yerden bir başka yerlere göç ediyordu hep. Doğrular eğri, eğriler dümdüz sanılıyordu. Hukuk, karga sesi çıkarıyor, kamu binalarından T.C yazıları kazınıyor, dünün kahraman komutanları cezaevlerinde müebbet hapis cezasıyla tutuklu kalıyorlardı. Müziğimiz batıya, ayaklarımız batının birliğine bağlanmış, kapıları kapatmışlardı. Tersanelerimiz satılıyor, fabrikalarımız başka ellere geçiyor, yabanıl hempa naraları elma bahçelerimi işgâl altında tutuyordu.
Dirilmenin, bu kötü gidişe "dur!!!" demenin, yıkıldığım yerden doğrulmanın; yeniden yeni olmanın, "kızıl elma"ya doğru koşmanın vakti geliyordu. Yaklaşık yüz yılı-yani bir çağ dolusu vakti yaşamıştık da, bir yeni "hamle-bir yeni diriliş" çabasını yakalayamamıştık. Çevremizi, sanatımızı, gönül mimarimizi kuşatan paslı zincirleri eritmeliydim. Mimariden, şehirciliğe; heykelden fotoğrafa, baleden resim sanatına varıncaya kadar her ne varsa, her alanda, eğitimde, kültürde, enerjide, tarımda; hususiyetle de edebiyat ve şiirde "kızıl elma" mın "ülküsü" ile yeniden yeni olmalıydım...
*
Arayışlarıma devam ettim, nefes nefese...
Dedem Korkutlamasına, Oğuzlamasına girdiğim dil bahçelerinden, Alper Tunga’mın destanını bulup, yalancı-paragöz ve uydurukçu Firdevsi’ nin suratına fırlatmalı, "yeter bunca yalan!" deyip, akıp giden dünyanın, nesillerin önüne bir pergel gibi kollarımı açmalı, haykırmalıydım. İşte "kızıl elma ülküsü" nden aldığım hız ve ilhamla, damarlarımdaki kan bu çıkışa çağırıyordu beni.
*
Yunan mitolojisinin çürük elmasını çöpe atıp, her parmağında bin göz taşıyan devlerini devirip, bizim olan "kızıl elma" ülküsüne, öz efsanemin köklerine vardığımda gördüm ki, şiir sahası bizi beklemekte. Gördüm ki, yıkılmış sırça köşkler yerine "şiir gökdelenleri" dikilmeli, bize ait mimari ve teknik sunulmalı...
Son söz söylenmemişti daha. Son kafiye kurşunu atılmamıştı. bakir nice alanlar bizi bekliyordu.
Aldığım ve şiir tarihimizin en mükemmel sinesinden derlediğim "kızıl elma" tohumlarını serpiverdim Elmadağ’ın yüksek yaylalarına...
İşte Osman Öcal kardeşimin bahsettiği elmalar, o kokulu elmalardır. O yeşilden kızıla çalan Türk ve Türkçe elmalarıdır... Tuğra’da o elmalardan bir elma ki, aruzun arzulamasıdır Osmanlıca hem de...
Mustafa CEYLAN
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.