- 841 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Zelda'nın Hikâyesi I
Ölümü kıskandıran o yalnızlık. Tam anlamıyla yalnızlık. Zürafaların sessizliğini bile hapsedecek o korkunç yalnızlık. Bilmem ne yaşında bir kadındı Zelda. Her gün, o sessiz karanlığın içindeki yalnızlığını pay etmekle meşguldü dünyaya. Nefretlerin, savaşların, kavgaların, kedilerin, kuşların yaşadığı o dünyaya bir şeyler borçlu olduğunu hissediyordu.-Dünyanın ona borçlu olduğunu düşünmeyi bırakmıştı.- Her gün kütüphaneye gidiyor yeni kitaplar okuyordu. Hissediyordu kitapları. Kitaplarla yalnızlığını paylaştıkça, her gün vazgeçmeye çalıştığı yaşamanın bir anlamı çıkıyordu ortaya. Kitaplar ve kütüphane iyi ki vardı!
Uyandı. Apartman boşluğuna bakan pencerenin bitişiğinde yatağı vardı. Perde kullanmıyordu ve karşıdaki dairenin kimsesizliği onu çıldırtacak gibi oluyordu. Bir dairenin içinde insan olmaması, o dairenin yaşamıyor ya da yok sayılacak olması mıydı? Eğer biri taşınacak olsa dolaba tıkadığı kararmış güneşliği kullanacaktı.-Biri/leri taşınmıyordu- Yerde yatan kedinin kuyruğunu bir sağa bir sola hareket ettirmesi takıldı uykudan yeni uyanmış gözlerine. Epeyce onu izledi. Dikkatini apartman boşluğunda yankılanan martının sesi bozdu; martının sesini de geçen helikopter. Kafasını ışıklı göğe çevirdi ve gözleri kısıldıkça, göz torbaları şişiyordu. Kalktı. -Uyanınca yatağın kenarında biraz oturup dinleniyordu. Uykusunda ondan başka kimse böyle yorulamazdı!- Yatağının kenarında biraz oturup, hemen karşısında, etrafı fotoğraflarla sıkıştırılmış kirli bir aynada kafasını hizalamaya çalıştı. -Beceremedi. Beceremeyince içinden küfretti.- Vazgeçti ve doğruldu. Dizini büktü. Kemiğinden çıkan o ses sanki bir şeyleri uyandırıyordu. Gece birlikte uyuduğunu düşündüğü şeyleri. Bomboş odanın içinde kitaplıktan başka hiçbir şey yoktu. Bir bölümünü de kütüphaneden edinmişti. Odada binlerce hikâye, binlerce roman, binlerce şiir vardı. Odadan çıktı. Tuvaleti aradı. Çok uzakta olamazdı çünkü bu küçük evin içinde her şey yan yanaydı. Tuvalet kapısını itikledi, ışığa dokunur dokunmaz hemen karşısındaki aynada kendini gördü. Sabahları ne kadar güzel bir kadındı. Şaşırdı. Tuvaleti bir papatya bahçesi, bir çay bahçesi görmüşlüğün mutluluğuyla adımladı. Suyu açtı. Sessizliği böldü. Güldü. Bolca güldü. Bembeyaz dişleri çok güzeldi. Eğildi. Giderin etrafında yuvarlanan suyu izledi. Gözlerini kapadı. Elini suya değdirmenin o ilk hissettirdiği ürpermeyle gözlerini sıktı ve suyu yüzüne vurdu. Kuru dudağını su ıslatmıştı. Diliyle bu güzel suyu yaladı. Hâlâ mutluydu ve yalnızdı. Doğruldu. Aynada kendine biraz daha baktı. O sırada arkasından geçen Vivertov’u gördü. Aynadan izlemeye devam etti. Vivertov’un acelesi vardı. Binbaşıyla evden çıktılar. Ev arkadaşı Selma göründü.-Ev arkadaşı var mıydı?- Simsiyah giyinmişti. O kadar beyazdı ki, çok keskin hatları ve dikkatini hep yüzünün belli bir bölümünde toplayan burnu vardı. Bir kadında bu denli güzel olmasını beklemediği sivri burnu. Peyami’nin işleri!
- Günaydın Zelda!
- Günaydın Selma. Nereye?
- Trabzon’a.
Sustu. Ada’dan yeni gelmişti. Demek artık memleketine dönüyordu. İnsanlar evin içindeki eşyaların yerini ezbere bilirdi. Havluya bakmaksızın uzandı ve aynadan kafasını asla çevirmeden yüzünü kuruladı. İçeriden sesler geliyordu ve mutfak camından sızan güneşle birlikte sigara dumanı evi dolaşıyordu. Mutfak kapısının kolundaki ekmek poşetine uzandı. Tap taze ekmeğin başını kopardı. -En lezzetli yeriydi.- İçerideki küçük masada Tezer ve Oğuz ortak yazacakları kitabı konuşuyordu. Masada boş çay bardakları ve kağıtlar vardı. Güldü. İyi ki varlardı. Onları rahatsız etmedi. Çünkü balkonda şairler vardı ve hiçbiri uyumamıştı. Bu her hallerinden belliydi. Şairlerden altısı yanıyordu. Ahmet çok üzgündü ve yakası kalkıktı. Belli ki geceleyin şiir yazmıştı. Diğerleri neden yanıyordu ve balkona sığmayan bu şairler niye bu kadar üzgündü? Bunu Didem anlatacak gibi oldu ama anlatmadı. Zelda da sorgulamadı.
Yalnızlık? Ölümü kıskandıran o yalnızlık. Neredeydi? Zelda o gün de kütüphaneye gitti ve güldü. Bembeyaz dişleri çok güzeldi. Kitap okuyanları izledi. Hepsine bir şeyler hissediyordu. İçinde bu kadar çok şeyi nasıl hissediyordu? Anlamış olmalıydı ki; inanmak isteyeceği sürece inanamayacağı bir şey yoktu. İnanmak istediği her şeye inandı. Artık ölümü bu inanç kıskandırıyordu.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.